Beni tanıyanların bana sıkça yönelttikleri bir eleştiri, mealen şöyle (lütfen girişe aldanıp bunun kişisel bir iç dökme yazısı olduğunu düşünmeyin, birkaç paragraftan sonra yazı sosyalleşecek):
“Hayatını seküler tarzda yaşayan, laikliği benimsemiş, dinî inancı dahi olmayan birisin... Fakat seni sadece yazılarından izleyenlerin tam tersi bir kanaate varmaları işten bile değil; çünkü eleştirinin ağırlıklı bölümü, dahil olduğun sosyal çevreyi hedef alıyor... Ayrıca, parçası olduğun laik-sekülerleri hedefleyen hak gasplarından çok dindarları hedefleyen hak gaspları konusunda yazmayı seviyorsun...”
Bu eleştiriyle ne zaman karşılaşsam, sahiplerine -tespitlerinin doğru olduğunu teslim ettikten sonra- aşağı yukarı şöyle bir cevap veriyorum:
“Bunun bir nedeninin kişisel karakterle bağlantılı olduğunu düşünüyorum... Yazılarımda eleştirilere yol açan tercihlerimin karakterimin bir yönünü yansıttığını -şükrederek- tespit ediyorum. (Gündelik hayatında kendi hatalarına karşı (da) eleştirel olmaya gayret eden ve sadece kendi haklarına odaklanmamaya çalışan biriyim; bunu ne ölçüde başarabildiğimi söylemek bana düşmez.)
“Tercihimin ikinci nedeni ise tepkisel olabilir: Etrafıma baktığımda, istisnalar hariç daima haklı olan ve dolayısıyla asla kendini eleştirmeyen kişi ve gruplardan başka bir şey göremiyorum; bu madalyonun öbür tarafında ise sadece kendi hak ve hukukunu önemseme, başkasının hak ve hukukuna aldırmama tavrı var... Eh, ben de bu kişi ve gruplara bir tepki olarak tam öbür uca savrulmuş olabilirim...”
'İnsanın en acımasız eleştirisi kendine olmalıdır'
Böyle, sanki gerekçe ararmış hallerime bakıp da “eleştiri” ve “hak savunusu”na dair tercihlerimin arkasında duramadığım gibi bir sonuca varmayın.
Hayır, ben bunun doğru bir tavır ve pozisyon olduğuna bütün varlığımla inanıyorum.
Meselenin kişisel faslını kapatmadan önce, geçenlerde okuduğum bir yazıda karşıma çıkan ve bu pozisyonun haklılığını savunan kısa bir paragrafı dikkatinize sunmak istiyorum...
Etyen Mahçupyan üzerine Radikal'in blog sayfalarında olgun bir tartışma yürüten iki genç yazardan birine ait bu paragraf...
Yazarlardan biri (mechul muhayyil), “Yüzyıllardır aynı ahlak ve etikle yaşayan dindarların demokratikleşebileceğine inanacak kadar optimist olabilen” Etyen Mahçupyan'ın, Gezi direnişiyle ilgili olarak, “'Buradaki enerjinin nereye, hangi zihniyete doğru evrileceği ise meçhul ve bu ülkenin, özellikle de laik kesimin ve solun tarihine bakıldığında iyimser olmak için fazla bir neden gözükmüyor' satırlarını yazabilecek kadar pesimist” olmasını sorguluyor...
İkinci yazar, İsmail Yaprak, bu satırları eleştirirken şöyle diyor:
“Bu sorunun yanıtı zaten Mahçupyan’ın zihinsel dünyasının deşifresi demek. Mahçupyan kariyerini, kendi cemaatini eleştirmek üzerine kurmuş birisi. Ona göre, özellikle bir aydının en büyük sorumluluğu bizzat kendini / kendi cemaatini içeriden eleştiriye tabii tutması… Biz kendimizle yüzleşmediğimiz sürece başkalarını eleştirme hakkını kendimizde bulamayız. Dolayısıyla bir insanın en acımasız eleştirisi kendine olmalıdır, ötekine olan yaklaşımıysa ‘anlama’ üzerine kurulacağından daha mütevazi ve iyimser olması gereklidir.”
Deli gömleğinden sıyrılmanın yegâne yolu
Aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumların “hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” bireylerinden hiç değilse bir bölümü önceliği “eleştiri”de kendi dünyasına, “hak savunusu”nda ise başka dünyalara vermiyorsa, o toplum deli gömleği giymiş bir toplumdur.
İki büyük, zıt kutba bölünmüş bir toplum düşünün... Her iki kutupta yer alanlar sadece “karşı taraf”ı eleştirsin ve sadece “bizim taraf”ın haklarını savunsun (Türkiye'den söz ediyorum, evet).
Peki böyle bir toplumun, içinde bütün bireylerin özgürce yaşayabilecekleri bir topluma evrilmesi mümkün müdür?
Değildir elbette.
Toplumsal grupların kendi özgürlükleri hususunda hassas ve dirençli olmaları, o grupların özgürlüklerinin iktidarlar tarafından gasp edilememesinin başta gelen sigortalarından biridir.
Fakat toplumsal grupların tamamının özgürleşmesinden, yani gerçekten özgür bir toplumdan söz edeceksek, bu türden “grup sigortaları” için en fazla “yetmez ama evet” denebilir.
İktidarların, hiçbir toplumsal grubun özgürlüğüne müdahale edememesinin, yani özgür bir toplumun sigortası, kendi özgürlükleri konusunda hassas olanların, başkalarının özgürlükleri konusunda da hassas olabilmeleridir.
Biz, ne yazık ki bu sigortadan çok da nasipli bir toplum değiliz.
Aslında özgürlük duygusu “doğal” halinde “bölünemez”dir... Bir kişinin, toplumun bir kesimi için kabul ettiği bir özgürlük talebini başka bir kesim için reddetmesi, hakikatte olacak bir şey değildir... Fakat biz öyle bir hale geldik ki, bunu bile “normal” kabul eder olduk.
'Gezi' filminin en heyecanlı yeri: Baskıyı görünce 'öteki'ni anladım!
İşte bu nedenle, Gezi eylemleri tecrübesinin en heyecan verici yanlarından biri, devletin baskısına, şiddetine, müdahaleciliğine ve hayat tanzimciliğine isyan ettiğini söyleyen eylemcilerin, bu tecrübeden çıkardıklarını söyledikleri ders oldu...
Bu “ders”e göre, özgürlük taleplerine baskıyla cevap verildiğini gören eylemciler, bir tür “aydınlanma”yla, o âna kadar aldırış etmedikleri başka özgürlük taleplerine de anlayış ve sempatiyle bakmaya, hatta onları sahiplenmeye başlamışlardı.
Başkaları için gerçek bir tatmin sağlayacak bazı özgürlük taleplerini, sırf kendi hayat algımız bakımından önemli ve anlamlı bulmadığımız için sahiplenmememizin, hatta düpedüz karşı çıkmamızın yol açtığı özgürlük sorunları üzerinde çok yazı yazmış biri olarak, bu ihtimal birçok insan gibi beni de heyecanlandırdı, heyecanlandırıyor.
Çünkü inanıyorum ki, Türkiye'nin bir “kültürler savaşı” cehennemine sürüklenmemesinin yegâne sigortası, “bizim kültürümüz” açısından önemli ve anlamlı görünmeyen taleplere de sahip çıkmayı, çıkabilmeyi öğrenmektir.
Gezi deneyimi bu açıdan örnekler ve derslerle dolu bir süreç oldu. Onu önemseyelim, fakat abartmalardan da kaçınalım...
Ortak bir eylemin içindeki karşılıklı hoşgörü aldatıcı olabilir... Bakalım oradan geriye nasıl bir tortu kalacak?
Sokakta yürümek isteyen hamile kadınlar...
Gezi tecrübesinden tekrar konumuza dönelim...
İçinde herkesin özgürce yaşayabileceği bir toplumun sigortası üzerinde konuşuyorduk...
Bunun, toplumsal kesimlerin sadece kendi hayat tarzları bakımından anlamlı ve önemli olan özgürlük talepleri hususunda değil, kendileri için öyle olmasa da başkaları için öyle olan özgürlük talepleri hususunda da hassas olmalarından geçtiğini söylemiştim...
Sadece kendi tatminini meşru gören bireylerden, gruplardan ve kimliklerden oluşmuş bir toplum cendereye sıkışmış bir toplumdur. Böyle bir toplumun cendereden çıkma sürecini ancak, kendisine “anlamlı” gelmese de başkalarının tatminini de samimiyetle savunan ve önemseyen birilerinin cesaretle ortaya çıkması başlatabilir.
Biri çok taze, öbürü geçtiğimiz yılın yaz aylarından iki örnekle söylediklerimi somutlamaya çalışayım...
Önce, ilahiyatçı Ömer Tuğrul İnançer'in, hamile kadınların sokağa çıkmalarının “hoş bir görüntü oluşturmadığına” ve hatta “ayıp” olduğuna dair beyanatına ve bu sözlerin yarattığı tepkilere bakalım...
Dikkat ederseniz, muhafazakâr kesimden ciddi bir itiraz gelmedi bu beyanata... Aslında biz böylece öğrenmiş olduk ki, hayatını seküler tarzda yaşamayan (dindar) kesimler arasında, sokaktaki hamilelerin “hoş bir görüntü oluşturmadığı”na dair neredeyse bir mutabakat vardır.
Olabilir, oradaki gündelik hayat kültürü, cinselliğe ve anneliğe dair algılar demek ki böyle bir sonuç üretmiş...
Bu böyledir diye kimse kalkıp dindar kadınların, hamileliklerinin belli bir aşamasından sonra sokağa mümkün olduğu kadar az çıkma tercihlerini yargılayamaz, bu tercihin “gerici” karakteri hususunda analiz döktüremez, döktürmemeli.
Fakat dindarlar da, bunda hiçbir sorun görmeyip sokağa çıkan hamile kadınların böylece “ayıp” bir şey yaptıklarını öne süremezler, sürmemeliler.
Ne var ki İnançer'in sözleri ve o sözlere muhafazakârların zımnî desteğiyle bu oldu, sonrası da şöyle gelişti: Sekülerler durumu haklı olarak protesto etti, dindarlar susmaya devam etti, hatta tepki gösterileri büyüdükçe belki orta karar bir ses çıkaracak olan dindarlar da vazgeçti... Sonuçta kutuplar arasındaki gerilim biraz daha arttı ve içinde hepimizin özgürce yaşayabileceğimiz bir toplum idealinden biraz daha uzaklaştık.
Halbuki hamile halleriyle sokağa çıkmamayı tercih eden dindar kadınlar, bunda “ayıp” bir şey görmeyen seküler hemcinslerini savunsalardı, bu etki tam tersi bir biçimde tezahür edecekti.
(Bu parantezi, yazıyı bitirdikten sonra ilave ediyorum; çünkü AK Parti İstanbul il Kadın Kolları Başkanı Avukat Özlem Zengin Topal'ın konuya dair açıklamasın biraz önce okudum: “Hamile kadınlar 'amasız' istediği her kıyafeti giyebilir, istediği gibi sokağa çıkabilir...” Bu seslerin binlerle ifade edildiğini tahayyül edin, meramımı daha iyi anlayacaksınız.)
Denizde yüzmek isteyen dindar kadınlar...
Bu da geçtiğimiz yazın tartışmalarından biriydi... Kocaeli’nin AK Parti’li belediye başkanı, açtığı onlarca karma plajın yanı sıra bir de “kadınlar plajı” açınca ortalık birbirine girmiş, basından gelen tepkiler karşısında yılgınlığa kapılan belediye çareyi plajı kapatmakta bulmuştu.
Oysa belediyenin girişimi makul bir toplumsal talebi karşılamaktan ibaretti, fakat “çağdaşlık ve laiklik” adına gelen tepkiler o kadar büyüktü ki, bu dalga karşısında duramamıştı.
Hem inançlarının gereğini yerine getirmek hem de denize girmek isteyen kadınlar için büyük bir “tatmin” sağlayacak bu hamle, hayatını seküler tarzda yaşayanlara yeterince “anlamlı” gelmemişti... Oysa mesela “kadınlar kahvesi”nde hiçbir sorun yoktu, o “şık”tı!
Dediğim gibi, sonuçta o plaj açılamadı, hevesleri kursaklarında kalan örtülü kadınların sekülerlerin dünyasına duydukları tepki biraz daha büyüdü: Buyurun, toplumsal kutuplaşmaya mütevazı bir katkı daha...
Oysa tersi olsaydı, birileri de çıkıp, “Ben karma plajı tercih ediyorum, fakat inançları gereği karma plajlara gelmeyen kadınların da denize girme hakları vardır, belediyeler elbette karma plajların yanında bu türden plajlar da açmalıdır” deseydi...
Hatta, hadi biraz hayal kuralım, o plaj açılabilseydi ve hatta başka plajlar da açılsaydı... O zaman, kutuplar arasındaki gerilime o mütevazı katkı ortaya çıkmayacak, tam tersine, içinde hepimizin özgürce yaşayabileceği bir topluma doğru küçük de olsa bir adım atabilmiş olacaktık.
Karşılıklı anlayışsızlıktan doğan karşılıklı korku...
Eskiden kendime , “niye bazı insanlar, kendi özgürlük alanlarını daraltmadığı halde başkalarının özgürlük alanını genişleten adımlara bu kadar sert bir biçimde karşı çıkarlar” diye sorar, işin içinden çıkamazdım...
Öyle ya, kendi mutluluğu azalmayacak, fakat bu arada başkalarının mutluluğu çoğalacak... O zaman niye bu sertlik?
Zamanla buldum bu sorunun cevabını: Karşılıklı korku... Başkalarının özgürlük alanının genişlemesinin zamanla kendi özgürlük alanını daraltacağına dair korku...
Bu korku da hiç kuşkusuz, “kutup”ların sadece kendi haklarıyla ve hukuklarıyla ilgili olmalarından, biribirlerinden hiçbir anlayış görmemelerinden kaynaklanıyor.
Bu deli gömleğinin bir anda ortadan kalkmasını bekleyemeyiz, bu romantizm olur. Fakat hiç değilse seküler ve dindar diye bölünmüş dünyaların içinde yer alsalar da “kutup”ların ağırlıklı tavrının dışına çıkabilmişleri, çıkmaya çalışanları boğmayalım.
Bu türden bağlantı kayışları da koparsa, “kültürler savaşı”nın önünde artık hiçbir engel kalmaz.