04 Haziran 2025

Türk milliyetçilerinin derin çelişkisi

Siyasette artık kitleleri “milliyetçilik” ve “dindarlık” masalları ile uyutma olanağının kalmadığı ve gelecek seçimlerin tehlikede olduğu görülünce, ağızlarına bir parmak bal çalınarak oy devşirilecek tek alternatif oy deposu olarak Kürtler göze kestirilmiş gibi

Geçen günlerde bir film festivali ödül töreninde ödül alan sanatçı konuşmasında ülkedeki son zamanlardaki bazı insan hakları ihlallerini eleştirirken, sözünü kesen TRT spikeri ödül alan sanatçıya ağır hakaretler etmiş ve sanatçının konuşmasına Bozkurt işareti yaparak tepki göstermiş. Sonrasında da sanatçıya siyasi mesajlar verdiği için tepki gösterdiğini belirtmiş.

Bu olayda TRT spikerinin davranışı tabii ki her yönüyle sorunlu.

Bir kişinin anayasal ifade özgürlüğüne müdahale etmesi ve özgürlüğün kullanımına engel olması.

Kendisi bizzat kamu görevlisi olmasına karşın Bozkurt işareti ile siyasi mesaj vermesi.

Başkasını siyasi mesaj vermekle eleştirirken kendisinin siyasi mesaj vermesi.

Bir sanatçının Ülkedeki güncel siyasi sorunlar ve insan hakları sorunları hakkında düşüncesini beyan etmesine tahammül edilmemesi.

İnsanların düşünce açıklamaları için tolerans eşiğinin bu derece düşmüş olması.

Kendisi gibi düşünmeyen herkesi “teröristler” “kansızlar” “vatan hainleri” olarak suçlayan nefret dili de cabası.

Ne var ki bu yazıdaki amacım bu olaydaki anılan patolojik durumları deşifre etmek değil.

Burada asıl üzerinde durmak istediğim konu, bu olayda sözü edilen spiker hanımefendinin temsil ettiği Ülkedeki Türk milliyetçilerinin belki de %80’inin halen yaşadıkları derin çelişkiler ve açmazlar.

Yeni tip “Ayırmacı Milliyetçilik”

Günümüzde Türk milliyetçilerinin ilk sıradaki derin çelişkisi bence şu:

Ülke sınırları içinde farklı bir etnik kimliğin çoğunlukta olduğu bir bölge varsa ve bu bölge coğrafi ve nüfus yönünden yeterince büyükse, artık 21. Yüzyılda bu kadar büyük bir parçayı “sindirmek” yani “asimile etmek” mümkün olmuyor.

Hele de bu “bölge” halkında ayrı bir etnik kimlik bilinci bir kere yerleşti veya yerleştirildi ise.

Bu durumda bu spesifik bölgeyi Ülkeden “ayırmak” ya da ciddi bir seviyede “özerklik vermek” veya en azından kendilerine ciddi hukuksal güvenceler tanıyan anayasal statü dışında seçenek bulunmuyor.

Bu konuda tek esneklik, o bölgeyi bütünüyle “ayırmak” veya “siyasi özerklik” radikalizmi yerine, “idari özerklik” ile yetinen “yerel yönetimlerin yetkilerini artırmakla ve anadilde eğitim dahil kültürel hakların güvenceye alınması ile sınırlı bir hukuksal statü.

Daha doğrusu, bunlar dışındaki seçenekler ya ayrılıkçı etnik terör doğuruyor (Bkz. Türkiye; Kuzey İrlanda; İspanya-Fransa: Bask).

Ya da Ülke siyasi kaostan kurtulmuyor (Bkz. İspanya-Katalonya; Belçika; İskoçya).

Yani tüm ülkeyi bitmek bilmeyen bir açmaza sürüklüyor.

Batı’da milliyetçilik son 20-30 yılda içerik ve kabuk değiştirdi.

Eskiden Milliyetçilik, ülkedeki yabancıları kendi kültürüne ve yaşam tarzına “asimile” etme esaslı iken, yeni tarz modern milliyetçilik artık yabancılardan “kurtulma” esaslı.

Yabancılardan kurtulmayı ise ya ülkelerine başka yerlerden gelenleri kendi ülkelerine geri göndererek; ya da eski sömürgeleri gibi onların çoğunlukta oldukları bölgelerin yönetimini kendilerine bırakarak yapmaya çalışıyorlar.

Bu yeni tip “modern” milliyetçiliğin siyasi ağababalarından Fransız Jean-Marie Le Pen’in “ben Arapları çok severim, ama kendi ülkelerindeyse!” dediği gibi…

Türk milliyetçilerinin yeni tip “modern” milliyetçilik ile imtihanı

Ne var ki “protip” diyebileceğimiz Türk milliyetçilerinin ezici çoğunluğu (belki de %80’i) yukarıda değinilen tüm kriterlere (yeterince büyük belli bir bölge, 10-15 milyon civarı ciddi bir nüfus, etnik kimlik bilinci) uyan Kürtlere karşı halen bile eski tarz asimilasyon ısrarından vazgeçmeyip, diğer seçenekleri kategorik olarak reddediyor gibi görünüyor.

Yani Türk milliyetçilerinin semtine Batı’nın yeni tip milliyetçiliği hiç uğramamış gibi görünüyor.

Bu kadar büyük bir farklı “parçayı” artık asimile edemeyeceğiniz belli iken, yeni tip “ayırmacı” milliyetçiliği kabul etmediğiniz sürece geriye kalan iki seçenek, ya teröre geri dönmek, ya da sürekli bir siyasi kaos ortamında tüm Ülkenin yerinde debelenmesi.

İşin daha da ilginci, anılan prototip Türk milliyetçilerinin büyük kısmında, bir yandan Güneydoğu ve Doğu bölgelerini de hiç taviz vermeden ve Kürtlere “rezerve” yerler olarak görmeden, kendi toprakları (patrimuanı) gibi görme; ama diğer yandan, kendisi veya yakınının tayini ve görev yeri o bölgede bir yere çıkınca da hiç memnun olmama ve istememe refleksi ve çelişkisi oldukça belirgin.

Artık o bölge için bir süredir pek de güvenlik endişesi kalmadığıa göre, bu memnuniyetsizliğin bilinç altında yatan nedeni, sanki oraları kendi öz toprağı gibi görmeme refleksi gibi.

Milliyetçilerin “vatan haini” bulma krizi

Türk milliyetçilerinin bir diğer çelişkisi ise konjonktürel siyasi gelişmelerin zorlaması ile en tepeden empoze edilen yeni Kürt Barışı ortamında artık kimi “terörist”, “vatan haini”, “kansız” olarak ötekileştireceğini bilemez oluşları.

Bir yandan geleneksel Türk Milliyetçiliğini temsil eden en köklü ve en “derin” partinin lideri bizzat PKK’ya el uzatırken ve PKK Liderine övgüler düzerken, diğer yandan TRT spikeri hanımefendinin Bozkurt selamı verererek, gayet barışçıl biçimde son zamanlardaki bazı insan hakları ihlallerini eleştiren sanatçıya “terörist”, “kansız”, “vatan haini” diyerek hakaratler yağdırmasının varoluşsal çelişkisi, aslında aynı mentalitedeki çoğu Türk milliyetçilerinin de derin bir çelişkisi.

Gerçekten de önceden Türk milliyetçilerinin bu konudaki işi ne kadar da kolaydı.

Düşüncesini beğenmediği ve ötekileştirmek istediği muhalifi “vatan haini” ve “  terörist” olarak suçlamanın hiçbir riski ve çelişkisi olmaması ne kadar da konforluydu.

Karşısında rahatça “vatan haini” olarak suçlayamayacağı bir kitle bulamadan nasıl milliyetçilik yapılacak?

Bu konuda Kürt Milliyetçilerinin işi kolay görünüyor.

Hemen Atatürkçüleri karşı hedefe koyuverdiler gibi.

Ya Türk milliyetçileri?

Artık son gelişmeler sonrasında kimi karşı hedefe koyacaklar?

Sonuçta, siyasette artık kitleleri bu tür “milliyetçilik” ve “dindarlık” masalları ile uyutma olanağının kalmadığı ve gelecek seçimlerin tehlikede olduğu görülünce, ağızlarına bir parmak bal çalınarak oy devşirilecek tek alternatif oy deposu olarak Kürtler göze kestirilmiş gibi.

Yanına bir de Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesine özerklik “havucu” da konulunca, tadından yenmeyecek hesabı var sanırım.

Tabii evdeki hesap çarşıya uyarsa.

Bu tür siyaset mühendisliklerinin gerçek yaşamda akibeti de belli iken.

Demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, kuvvetler ayrılığı gibi temel evrensel ilkelerden uzak durulduğu sürece, yapay siyasi mühendisliklerle hiçbir yere varılamayacağı açık iken.

Ali D. Ulusoy kimdir?

Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.

Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.

ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.

Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.

Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.

 

Yazarın Diğer Yazıları

İktidara muhalefet etmek yasak mı?

Yargıç, korku, baskı, çekinme, hatır, menfaat, gelecek planı, mevki, makam etkisiyle veya beklentisiyle hukuken inanmadığı bir karara imza atıyorsa, hem mesleğine ihanet etmiş olur hem de suç işlemiş olur. Eninde sonunda hukuk önünde hesap vermek zorunda kalır

Merkezi sınavlar doğru ölçüyor mu?

Uzun yıllardır salt kendi çabaları ve yetenekleri ile iyi üniversitelere girebilen “Anadolu çocukları” bulunuyorsa, bu fırsat eşitliğini rahmetli Altan Günalp’ın dizayn ettiği ÖSYM’ye borçluyuz. Ne var ki günün sonunda gelinen noktada soru hazırlama kalitesinde gözlemlediğimiz düşüş, korkarım bu güzide kurumun prestijini ve Cumhuriyet’in fırsat eşitliği fonksiyonunu tehdit ediyor gibi

Merkeziyetçilik mi, yerelleşme mi daha iyi?

Yeni bir kanunla belediyelerin zaten yetersiz olan yetkilerinin önemli bir kısmı merkezi idareye veya merkezin emri altındaki vali ve kaymakamlara aktarılırsa, bu durum çok açık ve net biçimde Anayasa m.127 ile konulan temel kurala aykırı olur

"
"