Tokyo Olimpiyatları yeni bitti.
Artık gerçeklerle yüzleşme zamanı.
Özellikle bireysel sporlarda bir çocuğun daha 6-7 yaşından itibaren her gün 8-10 saat gibi uzun süre aynı spor için acımasızca çalışmaya zorlanması ne kadar insani, sorgulamak gerekiyor.
Bence bir insan hakları sorunu haline gelen bu sorunla yüzleşmek ve dünya ölçeğinde gerekli önlem ve kararları almak gerekiyor.
Bu konuda yapılmış gizli bir belgesel izlediğim için biliyorum. Jimnastik ve kule atlama gibi sporlarda Çinli sporcuların henüz çok küçük yaşlarda hangi şartlarda çalıştırıldıklarını görseniz muhtemelen bir daha olimpiyat filan seyretmezsiniz. Çocuklarını ileride tenis şampiyonu yapmak isteyen Rus, Ukraynalı, Sırp ve Çek birçok ailenin o çocuklara yaşattıkları da pek farklı değil.
Sorun sadece olimpiyatlar değil aslında. Genel olarak profesyonel sporun geldiği “sürdürülemez” nokta ile ilgili.
Olimpiyatların “ruhu” var mı?
Olimpiyat oyunlarının özelliği tüm spor branşlarında tüm dünyanın en iyilerinin yarıştığı ve yarışmaların ülkeler adına yapıldığı bir açık platform olması.
Tüm spor branşlarının kısa bir süre içinde aynı yerde organize edilmesi doğal olarak tüm dünyada büyük ilgi çekiyor.
Her branşta dünyanın en iyi sporcularının kendilerini gösterme fırsatı buldukları küresel bir arena.
Diğer yandan, her ülkenin kendi insanının hatta kendi “rejiminin” ve devlet aygıtının “gücünü” göstermesine ve “reklamını” yapmasına vesile olan küresel bir tür “şov” alanı.
Önceleri olimpiyatlarda genelde bireysel sporlar takım sporlarına göre daha fazla ilgi çekerdi. Hatta futbol gibi takım sporlarında ülkeler olimpiyatlara en iyi ve profesyonel sporcularını göndermezdi. Daha genç sporcuları gönderirdi. Olimpiyatların “starı” uzak ara atletizm ve jimnastik gibi bireysel sporlar olurdu.
Bir süredir takım sporları da olimpiyatlarda çok fazla ilgi görmeye başladı. Son Tokyo Olimpiyatlarında takım sporları (voleybol, basketbol, hentbol, futbol) çok fazla ilgi gördü.
Öncülüğünü yapan Fransız Baron de Coubertin’in çizdiği olimpiyat “ruhu”, aslında amatör bir anlayışı gerektiriyor. Tüm dünyadan sporcular ülkelerini temsil ederek 4 yılda bir biraraya gelip hep “daha hızlı, daha yükseğe, daha güçlü” (citius, altius, fortius) olmaya çalışsın ve böylece bu insanların kendini sürekli “aşması” ve geliştirmesi diğer insanlara da örnek ve motivasyon oluştursun. Ama bunu bu işten yüksek paralar kazanmak için profesyonel anlayışla değil, amatör bir ruhla, yani kendisini “aşarak” ve geliştirerek maddi çıkar gözetmeden hem kendisini hem de ülkesini gururlandırmak ve onurlandırmak için yapsın.
Tabii ki profesyonel sporun ve sporculuğun çok gelişmesi ve sporun hem de çok iyi kazanç getiren bir “meslek” halini almasıyla olimpiyatların bu “amatör ruhu”nu korumak fiilen olanaksızlaştı.
Günümüzde profesyonel bir sporcuyu veya müsabakayı izlemek, bir film, tiyatro veya konser izlemekten farklı değil aslında. O da bir tür eğlence şovu sunuyor insanlara.
Hatta çoğu ülke ülkesine madalya getiren sporculara profesyonel olmalarına rağmen ciddi ödüller veriyor. Böylece madalya almayı parayla teşvik edip ülkelerini bu yolla ön plana çıkarmaya çalışıyorlar.
Bundaki sorun ise iş iyice paraya dökülünce sporcuların ve antrenörlerinin “amatör ruhtan” iyice uzaklaşıp “ödül avcısı” robotlara dönüşerek, doping gibi illegal yollara sapabilmeleri. Böylece ülkenin dünya kamuoyundaki imajı daha da diplere vuruyor.
Türkiye bundan maalesef çok çekti. Özellikle atletizm ve halter gibi branşlarda.
Örneğin 2012 Londra olimpiyatlarında iki Türk kadın atlet sürpriz biçimde ilk ikiye girince müthiş şaşırmış ve sevinmiştik. Ama uluslararası otoriteler dopingli olduklarından kuşkulanarak bu başarıyı ciddiye almamışlardı. Maalesef haklı çıktılar ve sporcularımız dopingli çıktı ve dünya-âleme rezil olduk. Halterde de benzer rezaletler yaşandı.
Peki ülkemizin itibarını yerin dibine sokan bu doping rezaletlerinin sorumluları ve buna göz yumanlar ülkemizde gereği gibi cezalandırıldı mı dersiniz?
Aslında sırf moralim bozulmasın ve sinirlenmemeyim diye özellikle araştırmadım. Ama tabii ki bir tahminim var!
Olimpiyatların amatör ruhunu bir nebze de olsa koruyabilmek adına bazı ülkeler olimpiyatlarda madalya alan sporcularına oldukça cüzi maddi ödül veriyorlar. Böylece sporcunun maddi menfaat için değil sadece ülkesini ve kendisini gururlandırmak ve onurlandırmak için orada yarışmasını sağlamak istiyorlar. Başarılı da oluyorlar.
Örneğin nüfusuna oranla olimpiyatlarda en başarılı ülkelerin başında Avustralya geliyor. Buna karşın olimpiyatlarda altın madalyaya devletin verdiği ödül sadece 120 bin TL civarında. Dünyada altın madalyaya verilen en düşük ödül. Ama ülkenin son Tokyo Olimpiyatları’nda 17’si altın toplam 46 madalya alarak, nüfusu çok daha kalabalık ABD, Çin, Rusya gibi ülkelere yakın sayıda madalya almasına engel olmuyor.
Türkiye ise –tabii ki Avustralya’dan çok daha zengin bir ülke olduğu için(!)- altın madalya başına dünyadaki en yüksek ödüllerden birini veriyor. 1000 tam Cumhuriyet altını. Yaklaşık 3,4 milyon TL ediyor.
Bu kadar yüksek ödül, bazı sporculardaki haddinden çok fazla ve “aşırı” motivasyonu ve geçmişteki doping rezaletlerini de açıklayabilir belki.
Diğer yandan bu kadar yüksek ödüle rağmen ülkemizin nüfusa oranla (Hindistan, Pakistan, Endonezya gibi ülkelerden sonra) olimpiyatlardaki en başarısız ülkelerden biri olduğu da acı ama gerçek. Her ne kadar bu olimpiyatlarda madalya sayısı biraz artmış olsa da. Nüfusu Türkiye’nin beşte birinden bile az olan Macaristan, Yeni Zelanda, Norveç, Belçika, Sırbistan ve Bulgaristan bile son olimpiyatlarda bizden daha başarılı oldu. Üstelik hepsi de altın madalyaya bizden daha az ödül veriyor.
Hamaseti ve boş lafları bir yana bırakıp gerçeklerle yüzleşince tablo bu.
Profesyonellik, sporda robotlaştırmayı mı getirecek?
Profesyonel sporun insani olmadığı konusuna gelirsek, bu daha genel ve ciddi bir sorun.
Halen dünyada belki yüz binlerce çocuk henüz daha 6-7 veya 8-10 yaşlarından itibaren ailelerinin zorlaması veya otoriter devlet politikası gereği her gün uzun saatler belli bir sporda acımasızca çalışmaya zorlanıyor. Sırf ileride dünya çapında profesyonel sporcu olabilsinler ve iyi para kazanabilsinler veya ülkelerine madalyalar getirebilsinler diye.
Çoğu ailenin çocuklarını temel spor eğitimi alsın diye yazın veya hafta sonları spor kurslarına vermesinden bahsetmiyorum. Çocukların ileri seviye rekabetçi (kompetitif) sporcu olma amaçlı olarak haftanın her günü veya en az 4-5 günü saatlerce bir spora ileri seviyede angaje edilmesinden ve bunun otoriter bir zorlama ile yapılmasından bahsediyorum. Çevremde bile bu şekilde küçük yaşlarda tenis, jimnastik ve yüzmeye yoğun biçimde angaje edilen birçok örnek biliyorum.
Oysa o yaşlarda çocuklar başta belli bir spordan hoşlansa bile, kısa süre sonra başka spora ilgi duyabiliyor. Yapmak istedikleri spor sık değişebiliyor.
Daha da önemlisi çocuklar o yaşlarda aynı şeyi uzun süre ve sürekli yapmaktan zevk almıyorlar. Çabuk bıkıyorlar. Ama ailenin zorlamasıyla bunu mecburen yapmak zorunda kalmanın ise sonradan ortaya çıkan psikolojik sonuçları oluyor. Sonrasında sporun amatör zevkini de alamıyorlar.
Örneğin ileri seviye genç tenisçileri çalıştıran tenis antrenörü bir arkadaşım, küçük yaşlarda aileleri tarafından ileri seviye spora zorlanan birçok üstün yetenekli çocuğun ergenliğe gelince tenisi bir anda bıraktıklarını söylemişti. Sırf ailelerine tepki için.
Jimnastikte son dönemin en parlak yeteneği ABD’li Simone Biles’in psikolojik sorunlar yaşadığı için son Tokyo olimpiyatlarına katılmaması da başka bir örnek.
Bu bağlamda küçük yaşlarda ileri seviye rekabetçi spora zorlanan çocukların durumu dünya çapında bir “insan hakları” sorunu.
Profesyonel spor endüstrisinin ve kompleksli otoriter devletlerin bu çocukları robotlaştırmaya çalışmalarına izin verilmemeli.
Bu sorunun ise küresel ölçekte ve Dünya Olimpiyat Komitesi, UNESCO, UNICEF gibi uluslararası kurumlarca ele alınması ve ülkelere karşı bunu engellemeye yönelik gerekli zorlayıcı kararların empoze edilmesi gerekiyor. Örneğin bunu devlet politikası olarak yapan ülkelerin olimpiyatlardan men edilmesi gibi. Bu olgu ayrıca çocuk haklarına ilişkin uluslararası belgelere de daha açık ve somut biçimde girmeli. Sonuçta tek ülkenin çözebileceği bir sorun değil.
Amatör sporun eşsiz zevki
Oysa amatör spordan alınan zevk dünyada hiçbir şeyde yoktur inanın.
14 yaşından beri düzenli spor yapan ve bölge ligi seviyesinde kulüplerde ve okul takımlarında oynamış lisanslı bir voleybolcu ve şimdilerde düzenli tenis oynayan biri olarak söylüyorum.
Amatör sporun gördüğüm bir yararı da yurt dışı gibi yabancı ve farklı bir ortama gittiğimde izole olmamı engellemesi ve sosyalleşmemi kolaylaştırması.
Çocukların düzenli spor yapmasının derslerini engellediği ise tam bir şehir efsanesi.
Tüm lise boyunca voleybol takımında oynadım, haftada 2-3 gün antrenman yaptık. Ama üniversite sınavlarında Türkiye çapında ilk 1000’e girmeme engel teşkil etmedi.
Hem spor biliminden hem de çocuk psikolojisinden anlayan ciddi uzmanların tavsiyesi, çocuklar isterse 6-7 yaşından itibaren değişik sporlara göndermek ve temel teknikleri öğrenmelerini sağlamak. Bıktıkları anda da üstelemeden bırakmalarına veya başka sporları da denemelerine izin vermek. Bu yaşlarda çocukların spor konusunda da maymun iştahlı olmaları çok doğal. Yani 12 yaşı dolduruncaya kadar sporu salt oyun ve eğlence mahiyetinde görmek ve bu arada temel teknikleri de oyunla karışık vermek.
Genel kabul gören yaklaşım, çocuğun belli bir sporda uzmanlaşmaya 12 yaşını doldurduktan sonra kendisinin karar vermesi. Yani 12 yaşını dolduruncaya kadar çocuğa belli bir sporun yoğun biçimde empoze edilmemesi.
Sonrasında çocuğun profesyonel spora yönelmesi ise sıra dışı yetenek, gerekli altyapı, çalışma disiplini, hırs, azim ve sebat, aile desteği ve şans (doğru yerde doğru hocaya denk gelmek v.s.) gibi birçok faktörün kesişmesine bağlı. Ama bunlar olmasa da amatör sporla ömür boyu uğraşması en büyük mutluluk araçlarından birisi.
* Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.