Geçen haftalarda attığım bir tweet'te, Boğaziçi Üniversitesinde bir hukuk fakültesi kurulmuş olsaydı bu ortamda tam uygulamalı hukuk eğitimi verilmiş olurdu diye espri yapmıştım. Geçen gün üniversiteye hukuk fakültesi kurulunca birçok takipçim bunu hatırlatmış ve "olacakları nasıl bildiniz?" diye sormuş!
Boğaziçi Üniversitesindeki son olanlar malum. Üniversite dışından Cumhurbaşkanı (CB) tarafından doğrudan atanan rektör ve sonrasında üniversite akademisyenleri ve öğrencilerinin protestoları ve tepkileri; bu tepkilerin ülke çapında ilgi ve destek görmesi; kolluğun bu protestolara gösterdiği ölçüsüz ve orantısız tepkiler; yargının bu protestolar karşısında yanlı bir tutum takınarak temel ceza ve anayasa hukuku ile AİHM standartlarına aykırı bazı tutuklama kararları vermesi; siyasi iktidarın bu olayları bir tür "fırsata" çevirerek muhafazakâr-milliyetçi tabanını konsolide etme aracı olarak kullanmaya çalışması; bu arada toplumun yaşam tarzı ve kişisel tercihleri açısından azınlık ve zaten ciddi biçimde ezilen bazı kesimlerine karşı pervasızca "nefret" söylemlerinin artması ve nihayet bir geceyarısı kararnamesi (CB Kararı) ile bu üniversiteye (biri hukuk) iki yeni fakülte kurarak krizde rektörün eline ilave idari kozlar verme girişimi.
Boğaz'ın hukuk havası!
Ülkenin belki en zor girilen ve en "havalı" ama görece küçük bir üniversitesindeki bir rektör atamasının neden tüm ülkenin gündemine oturacak kadar önemsendiği yabancı birine anlaşılmaz gelebilir. Kaldı ki ülkede üniversite dışından rektör atanmasının ilk örneği de bu değil.
Sanırım Boğaziçi'ndeki son olayların ülke çapında bu kadar ilgi görmesinin nedeni, üniversitenin öğrenci ve akademisyenlerinin bu atama kararına karşı takındıkları kararlı tutumun, sarsılmaz birlikteliğin, ilkeli duruşun, gerektiğinde otoriteye dahi kafa tutarak hakkını arama ve beğenmediğini protesto etme bilincinin tüm toplumda bir tür hayranlık, saygı ve de şaşkınlık uyandırması.
Bu bağlamda Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri ve öğrencilerini yürekten takdir etmekle birlikte, biraz kıskandığımı da itiraf edeyim.
"Neden şimdi?" mi? "Neden daha önce değil?" mi?
Buna karşın son gelişmeler de gösterdi ki, bence Boğaziçi Üniversitesine şimdiye kadar hukuk fakültesi açılmamış olması ciddi bir hataydı.
Bu üniversite ODTÜ veya İTÜ gibi kendisini salt bir "teknik üniversite" olarak konumlandırsaydı hukuk fakültesi açılmamasını anlardım. Ama öyle değil. Sadece mühendislikler ve fen bilimleri değil, tarih, edebiyat, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, iktisat, işletme gibi tipik sosyal bilimler de öteden beri çok iddialı ve başarılı bir üniversite oldu. O halde sosyal bilimlerin diğer bir önemli alanı olan hukukta gerek ülke olarak nitelikli ve enternasyonal seviyede eğitim verecek bir fakülteye ihtiyaç olduğu, gerekse toplumda da uzunca süredir iyi hukuk eğitimine ciddi bir talep olduğu bu kadar açıkken, niçin hukuk fakültesi kurmaktan hep kaçınıldı?
Başka özel bir nedeni varsa bilmiyorum. Ama benim bulabildiğim tek sebep maalesef şimdiye kadar ki üniversite yönetimlerinin bir tür "konformizmi". İyi ve etkin bir hukuk fakültesinin diğer bölümlerin "havasını" bozacağı ve üniversitenin ötedenberi mevcut "sahiplerinin" kurulu düzenini ("statükosunu") sarsabileceği endişesi.
Aslında tam da benzer nedenlerle ülkenin diğer bir saygın ve köklü üniversitesi olan Hacettepe Üniversitesi de çok uzun süre hukuk fakültesi açmadı. Resmen açıldığı zaman dahi hukuk fakültesinin fiilen faaliyete geçmesi (Tıp "statükosu" tarafından) yıllarca geciktirildi.
Hukuk eğitiminin köklü ve saygın akademik gelenekleri oluşmuş üniversitelerde verilmesi her zaman çok daha iyidir. Bu nedenle taşrada olur olmaz hukuk fakülteleri açılması yerine öncelikle bu köklü üniversitelerde hukuk fakültesi açılması daha doğruydu.
Fakülte kurma yetkisi kimde?
Bu arada Boğaziçi'ne yeni kurulan fakültelerin hukuka uygun olup olmadığı noktasında bazı tartışmalar var. Tartışma hem yetki konusunda hem de sebep ve amaç unsurları noktasında.
Yeni hukuk fakültesine ihtiyaç olup olmadığı hususu yerindeliğe ilişkin bir tartışma. Bence köklü bir üniversiteye hukuk fakültesi kurmada kamu yararı bulunmadığını söylemek hukuken çok güç ve kanımca sebep ve amaç yönünden hukuka aykırılık yok.
Yetki açısından ise 2809 sayılı üniversiteler teşkilat kanunu (Ek m.30) ile 2547 sayılı YÖK Kanunu (m.7) arasında bir çelişki var gibi görünse de, sonraki kanun olan 2809/Ek m. 30 ile fakülte kurulmasında YÖK ve MEB önerisi de kaldırılıp yetki münhasıran ve tek başına kullanılmak üzere CB'ye verildiğinden, "yerindelik" sorunu bulunduğu açık olsa da, bence "hukukilik" sorunu bulunmuyor.
Kaldı ki Barolar Birliği ve İstanbul Barosu dışında böyle bir idari davayı açmada hukuki menfaati bulunacak kimse de yok gibi.
Zamanlama ile prensip çatışırsa!
Bu bağlamda Boğaziçi Üniversitesinde hukuk fakültesi açılmasını ben her şeye rağmen gecikmiş ama olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Her ne kadar zamanlaması talihsiz olsa da ve açılma amacının akademik değil üniversitede idari yönden sıkışan yeni rektöre ilave idari mühimmat sağlama olduğunun farkında olsam da...
Bu noktada bu yeni fakültelere yapılacak akademisyen alımlarında Boğaziçi Üniversitesi'nin genel akademik kalitesinin gözetilmesi, atama kriterlerinin kaliteyi bozacak seviyelere çekilmemesi ve özellikle de enternasyonal kaliteyi yakalayabilecek bir kadro oluşturulmasına yönelik yabancı dil ve yabancı yayın ölçütlerinin gözetilmesi son derece önemli. Gerek yönetim kurulunda gerek senatosunda üniversitenin mevcut akademik kadrolarının ağırlığı devam edeceğinden, bu ölçütlerin sağlanmasında ısrar edilmesi hukuki ve idari açıdan mümkün bence.
Hatta bu objektif ölçütleri sağladığını düşünen tüm hukuk akademisyenleri ve özellikle de genç jenerasyon bence açılacak kadrolara başvurmalı. Gerçi bendeniz gibi devlette emeklilik hakkı kazanmış ve zaten en iyi hukuk fakültelerinin birinin kadrosunda bulunan biri için özel cazibesi yok, ama bu konumda olmayan nitelikli akademisyenler için cazip olabilir.
Bu noktada küskünlüğün kimseye yararı olmayacağı gibi, "yandaşlık" eleştirileri de saçma olur. Çünkü akademik kadrolar kimsenin babasının malı olmadığı gibi hiçbir siyasi oluşumun tapulu malı da değildir. Koşulları sağlayan her vatandaşın bu kadrolara başvurması doğal ve anayasal hakkıdır. Açılan kadronun hangi amaçla açıldığı ve atamanın hangi saikle yapıldığı başka şeydir; atanılan kadronun hakkını vererek çalışmak, işini düzgün, objektif ve layıkıyla yapmak ayrı şeydir. Bu yeni kadrolara hak ederek atanırsanız ve işinizi de layıkıyla yaparsanız kimin ne dediğinin de önemi yoktur. Bu kadrolara hak etmeden siyasi veya kişisel bağlantılarla atananlar yerine hak edenlerin atanması ülke ve kamu yararı için çok daha olumludur.
Lütfen iyi yabancı dil bilen ve kendisine güvenen başarılı tüm akademisyenler ve akademisyen adayları kimin ne diyeceğinden çekinmeden bu yeni kadrolara başvursun! Çünkü hak edenler başvurmazsa ve mücadele etmezse, bu kadroların kimlerle doldurulacağı açıktır. Tıpkı bürokratik koltuklar gibi, akademik kadrolar da boşluk kabul etmez; anında birileri dolduruverir.
Bu noktada ilave etmek gerekir ki bu açılan yeni fakültelerin kadrolarına başvurmak, üniversitenin mevcut akademisyen ve öğrencilerinin, meşru olmadığını düşündükleri rektör atamasına karşı protestolarının meşruiyetine de gölge düşürmez. Bu kadrolara hak edenler yerine hak etmeyenlerin atanması bu mücadeleye hiçbir katkı sağlamayacağı gibi, eğer akademik kalite açısından hak edecek nitelikte olanlar atanırsa zaten akademik nitelikleri tartışmasız ve asıl dertleri akademik kaliteyi korumak olan mevcut akademisyenler için de sorun doğurmayacaktır.
Ülkenin rektör atama sorunu
Öte yandan tüm bu olgular tabii ki buradaki asli sorunlardan olan üniversitelere rektör atama sorununu çözmez.
Seçilmiş Cumhurbaşkanı da olsa, başka hiçbir objektif kriter ve ön seçim olmadan üniversite rektör seçimlerinin sadece bir kişinin kişisel tercihine tabi olmasının kabul edilebilecek tarafı yoktur. Dünyanın medeni ülkelerinde örneği de yoktur. Dünyadaki genel uygulama, kısmen değişik ilgili uzman kişilerden oluşan mütevelli heyet gibi kurullar tarafından seçim ve kısmen öğretim üyeleri tarafından seçim veya ön seçim esasına dayanır. Hiçbir ön seçime ve objektif kıstasa tabi olmadan tek bir kişinin rektör seçmesi modeli demokratik bir model değildir ve savunulabilecek tarafı da yoktur.
Buna karşın, rektörü mutlaka üniversitenin tüm öğretim üyelerinin seçmesi de şart değildir. Bu, Batı'da da mutlak kabul gören bir model değil zaten.
Örneğin kendi üniversitemde öğretim üyelerince seçilmiş bazı önceki rektörlerin üniversiteyi, kendisini destekleyenler ve desteklemeyenler diye bölerek, görülmemiş biçimde otokrat bir tarzda yönettiğine ve insanlara büyük acılar yaşattığına tanık olduk. Dışarıdan atanan yeni rektörün ise (en azından şimdilik) hiçbir kesimi dışlamayarak son derece bütünleştirici ve uzlaştırıcı bir yönetim tarzı sergilediğini ve akademik bir barış ortamı sağlamaya çalıştığını görüyoruz.
Sonuçta, benim önerim, dekanları fakülte öğretim üyelerinin seçmesi; rektörü ise bu şekilde seçilmiş dekanların kendi aralarından seçmesi. Anayasa değişikliği gerektirmeyen demokratik yol ise, dekanların fakülte öğretim üyelerinden en çok oy almış iki aday arasından YÖK tarafından; rektörün ise fakülte dekanları arasından CB tarafından seçilmesi.
Hiçbir yöntemin mutlak olarak ideal yöntem olmayacağının farkındayım. Ama demokratik temsil ile etkinlik-rasyonellik arasında makul bir denge bulmak mümkün.