Geçen hafta (20 Ocak) Osmanlı sonrası kurulan yeni Türkiye'nin ilk anayasası olan 1921 Anayasası'nın 100. yıldönümü idi.
1921 Anayasası birçok açıdan son derece orijinal ve önemli.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki bu Anayasa henüz daha yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan yaklaşık 3 sene önce (20 Ocak 1921'de) yapılıyor ve yürürlüğe koyuluyor. Yani ortada daha yeni devlet yok iken, eski devletin (Osmanlı) Anayasası üzerine ama o Anayasayı da bütünüyle lağvetmeden, tam bir "kurucu iktidar" örneği ile kurgulanan bir Anayasa. Çünkü 1876 Osmanlı Anayasasının (Kanunu Esasi) bu yeni Anayasa ile çelişmeyen hükümleri hukuken yürürlükte kalmaya devam ediyor. Hatta bu yeni Anayasayı yapan parlamento üyelerinin bir kısmı da zaten önceki Osmanlı Parlamentosunun (Meclisi Mebusan) üyeleri. Bu anlamda meşruiyet açısından da bir tür "devamlılık" var.
Ama ilginç nokta, devlette devlet başkanını (Padişah) ve Yürütme erkini tamamen devre dışı bırakan yeni bir "kurucu irade"nin kısmen devletin Yasama erkini de yanına alarak yeni bir Anayasa veya Anayasa revizyonu yapması ve bunu uygulatma iktidarına da sahip olması.
Belki teknik olarak veya şeklen bu Anayasaya aslında yeni TC'nin değil Osmanlı devletinin Anayasası demek bile doğru olabilir. Ama esasta ise bu Anayasa'nın yeni devletin kuruluş nüvesini teşkil ettiğinde kuşku yok.
Nitekim yeni Anayasa'nın egemenliği açıkça ve doğrudan padişahtan alıp halka vermesi de aslında henüz önceki devletin yıkıldığı ve yerine yeni bir devlet kurulduğu anlamına gelmiyor. İngiltere gibi zamanın birçok Avrupa devletindeki meşruti monarşi sistemi ile bağdaşan ve padişahın yürütme erkini ve devlet başkanlığını temsil eden salt sembolik bir konuma indirgenmesi henüz daha mümkün.
Öyle anlaşılıyor ki bu Anayasayı yapan "ilk meclis" üyelerinin bir bölümünün ("2. Grup") düşüncesi de zaten bu yönde. Yani savaş bitip zafer kazanılıp ülke işgalden kurtarıldığında, kurtarılabilen Osmanlı toprakları üzerinde Osmanlı Devleti İngiltere'deki gibi "meşruti monarşi" olarak devam edecek. Ama tabii ki Padişah artık Avrupa'daki "kralların" konumuna yani "sembolik devlet başkanı" konumuna indirgenecek. Ülkeyi artık esas olarak Parlamento ve onun doğrudan yetki verdiği başbakan ve bakanlar kurulu yönetecek.
Bilindiği üzere olaylar böyle gelişmiyor ve savaş kazanılınca Atatürk'ün devrimci özelliği üstün gelerek, eski devlet yerine bütünüyle yeni bir devlet inşa edilerek Ekim 1923'te Cumhuriyet kuruluyor. Bu arada yeni Cumhuriyeti ilan eden de yine Parlamento. Ama 1921 Anayasası'nı kabul eden aynı Parlamento değil. Arada yeni seçimler yapılıyor ve yeni Parlamentoda, Atatürk'ün de etkisiyle, Osmanlı yerine yepyeni bir devlet kurulmasını tercih edenler çoğunlukta.
Esas yanıtını tarihçilerle bırakmakla birlikte, şu soruyu sormak sanırım ilginç:
Savaş kazanılıp taşlar yerine oturmaya başlayınca, mesela 1923 yılında, Atatürk, zamanın TBMM'sine Avrupa'daki örneklerine benzer bir meşruti monarşik sistem önerseydi ve TBMM, mevcut Kanunu Esasi'yi daha da revize ederek, Padişah'a ve hanedanına, İngiltere'deki gibi tamamen sembolik bir devlet başkanlığı seçeneğine razı olma şartıyla, Osmanlı devletinin devamının bu şartla mümkün olacağını öngörseydi, Padişah'ın tutumu ne olurdu?
Sanırım, başka seçeneği olmadığını da görünce, güle oynaya kabul ederdi.
Daha mı iyi olurdu? Ayrı konu. Bence daha iyi olmazdı.
Yani böyle bir olası oylamanın yapılacağı ilk mecliste üye olsaydınız ve şu kritik oylamada bulunsaydınız, oyunuz ne yönde olurdu? Osmanlı devleti, padişahın salt sembolik devlet başkanı olduğu meşruti monarşi olarak devam mı etsin? Yoksa yerine tamamen yeni bir devlet (Cumhuriyet) mi kurulsun?
Sanırım benim oyum yeni devletten (Cumhuriyet'ten) yana olurdu.
Devrimin, yani mevcut kurulu sistemi tamamen yıkıp yerine tamamen yeni bir sistem kurmanın her zaman ve her koşulda eskisine göre çok daha iyi olacağına illa inandığımdan değil. Ruhen "mutlak devrimci" bir yapıda olduğumu söyleyemem. Normal şartlarda, bozuk olan şeyin "devrimsel" değil "evrimsel" yolla çözümü, yani (biraz karikatürize edersek) "devrimci sosyalist" değil (revizyonistlikle suçlanma pahasına) "sosyal demokrat" anlayışa daha yakınım.
Ama o günleri yaşamamakla birlikte anladığım o ki, Osmanlı devleti ve sistemi artık o derece çürümüştü ki ve idari, yargısal, kurumsal, kültürel, sosyolojik tüm yapısı o kadar iflah olmaz bir noktaya ulaşmıştı ki, Büyük İskender'in artık çözülemez hale gelmiş kördüğümü (Gordion) bir kılıç darbesiyle kesip atması gibi, sisteme bütünüyle son verip, küllerinden sıfırdan yeni bir bina inşa etmek dışında bir çözüm realist ve rasyonel olmayacaktı.
Kaldı ki aksi durumda, gerek Hilafet'in kaldırılmasının güçlüğü, gerekse ilerideki daha hırslı, güç ve iktidar yanlısı padişahların kendilerine çizilen "sembolik" çerçeveye sığmayarak, sistemi sürekli olarak zorlama riski de cabası.
Dolayısıyla, mutlak otoriteye itaat etmeye yapı olarak müsait biri olmamama karşın, "İlk Meclis'te" olsaydım sanırım yine de "1. grupta", yani Atatürk tarafında olurdum.
Yerele özerklik abartılı mıydı?
1921 Anayasası'nın içeriğindeki, yukarıda değinilen ve egemenliği padişahtan alıp halka vermesi dışındaki en orijinal yön, yerel idarelere (vilayet ve nahiye) ciddi bir idari özerklik tanıması.
Gerçi Kürt milliyetçileri genelde 1921 Anayasası'nı bir tür federal sistem öngördüğü düşüncesiyle yüceltmeyi pek severler.
Gerçekte ise öngörülen "siyasi" ademi merkeziyet, yani federal sistem değil. Salt "idari" ademi merkeziyet. Yani "yer yönünden yerinden yönetim. Çünkü Anayasa, bu yerel özerkliğin TBMM'nin (yani merkezi otoritenin) kanunları "mucibince" olmasını zorunlu tutuyor. Bunun da anlamı yerel özerkliğin merkezi otoritenin kontrolü ve denetimi altında olacağı. Özellikle yasama erkinin kısmen de olsa yerele devri söz konusu değil.
Federal sistemde ise "sübsidiarite" ilkesi geçerli olup, yerel özerkliğin belirlenmesi ve uygulanmasında (kısmi yasama yetkileri dahil) asli yetki yerel makamlardadır ve merkezi otoritenin yetkisi "tamamlayıcı", hatta ikincildir.
Kürt milliyetçileri için üzgünüm. 1921 Anayasası teknik olarak federal sistem öngörmüyordu. Ama şimdiye kadar bile hiç olmayan derecede geniş ve yoğun bir idari ademi merkeziyet öngörüyordu. Örneğin Anayasa bizzat yüksek öğrenim, ilk ve orta öğretim, sağlık, bayındırlık, ticaret, tarım ve sosyal yardım işlerini açıkça yerele veriyordu. Ama savaş koşullarında bu yerel özerklik uygulama olanağı bulamadı. Savaşın bitiminde de 1923 sonunda Cumhuriyet kuruldu ve sistemin ademi merkeziyetçi hükümleri kaldırılarak tam merkeziyetçi bir sistem benimsendi.
Sonrasında 1961 ve 82 Anayasalarında merkeziyetçi sistem yanında ademi merkeziyetçi sistem de benimsenmesine karşın, 1921 yoğunluğu ve derecesine hiç ulaşmadı.
1921'de niçin yerel özerklik öngörüldü? Sonrasında niçin vazgeçildi?
Bir görüş, 1921'deki yerel özerkliğin salt bir siyasi taktik gereği olduğu, Atatürk'ün aslında ademi merkeziyeti gerçekte hiç düşünmediği ama savaşı kazanabilmek için bu yerel özerkliği meşruti monarşi, komünizm ve yerel müdafai hukuk dernekleri (yerel kongre iktidarları) yanlıları ile Kürtleri birlikte mücadeleye ikna taktiği olarak kullandığı; savaş bitince de böylesine geniş bir ittifaka ihtiyacı kalmadığı için bu sisteme hemen son verdiği yönündedir.
Alternatif görüş ise Atatürk'ün baştan aslında gerçekten yerel özerklikte samimi olduğu; eski köhnemiş Osmanlı idari sisteminin çürümesinin asli sebeplerinden biri olarak aşırı merkeziyetçiliği gördüğü; gerek kurtuluş savaşı öncesinde ve kurtuluş döneminde çok etkili olan yerel bazdaki halk girişimlerinden (müdafai hukuk dernekleri, yerel kongre iktidarları) gerekse 1915 Rus Devrimi'ndeki "Sovyetler"den (yerel şuralar) etkilenerek, bu şekilde tabandan halktan kaynaklanan yeni bir idari anlayışı denemek istediği; fakat sonrasında özellikle Doğu-Güneydoğu'daki Kürt isyanlarını görünce bu sistem ile yeni bir "milli devlet" inşasının güç olacağını gördüğünden, realist ve pragmatik bir yaklaşımla bu sistemden vazgeçip merkeziyetçiliğe geçtiği şeklindedir. Örneğin Bülent Tanör benim de paylaştığım bu görüşe yakındır.
Bu konuda günümüzü de ilgilendiren soru ise şu:
Anayasal sistemin değiştirilerek bölgelere geniş idari özerklik tanınması (idari ademi merkeziyet) ve bunun fiilen de uygulamaya konulması, tek başına etnik ayrılıkçılığa ve bölünmeye sebebiyet verir mi?
Konu daha ayrıntılı değerlendirmeleri gerektiriyor. Ama şu kadarını söylemek isterim ki, gerek Belçika (Valonya), gerek İspanya (Katalonya ve Bask) gerek Fransa (Korsika, Bask, Brötanya) örnekleri gösteriyor ki, salt anayasal sistem ve hukuksal değişiklik etnik sorunların artışında da çözümünde de tek başına etkili bir faktör değil. Etnik sorunların kaynağı hukuksal değil, sosyolojik ve siyasi. Çözümü de salt hukuksal değişiklikte aramak yanlış. Ancak hukuk kurallarının çözüme katkı sağlayabileceği de bir gerçek.
Örneğin Fransa'da, tıpkı bizim 1921 Anayasası'nda öngörüldüğü gibi, idari ademi merkeziyetin genişletilerek yerel idarelerin yetkilerinin daha da artırılması, günümüzde bazı bölgelerdeki etnik ayrılıkçılık sorunlarını artırmak yerine tam tersine frenleyici etki yapmış durumda.