03 Mart 2022

Savaş: Kadınlar ve medeniyet

“Avrupa’da savaş medeniyet dışı bir hareket olarak nasıl mümkün oldu?” sorusunun ardında yatanın, son yirmi yıldır değerlerin siyasete yansıdığı kadarıyla, medeniyet karşıtlığı olduğu düşünülebilir.

“Avrupa’da savaş medeniyet dışı bir hareket olarak nasıl mümkün oldu?” sorusunun ardında yatanın, son yirmi yıldır değerlerin siyasete yansıdığı kadarıyla, medeniyet karşıtlığı olduğu düşünülebilir. Demokrasi eksikliği olarak görülen, sadece siyasi alanda değil, aynı zamanda sivil haklar alanında demokratik mücadele vermeye çalışan ama zorlanan grupların mevcudiyetidir. Demokratik olarak da; iki ayrı kuvvetin mücadelesi olarak duran bu karşıtlığın yarattığı mücadele alanı, Maçoluk ile feminist kadın hareketlerinin karşı karşıya gelmesi olarak gözükmektedir. Siyasete yansıyan Maçoluk, erkek hakimiyetini ve erkeksi değerleri ön planda tutmaya başladığında, medeniyet karşıtlığının öne çıktığı ve siyaseten liberal görüşlerin arkada kaldığı bir “toplum ilişkileri” ortaya çıkmaktadır. Bu durum uzun amandan beri “cinnet toplumu” hallerini toplumsal yüzeye çıkarmaktaydı.

Bugün feminist hareketleri kendilerine muhalif güç olarak gören ve karşı güç olan erkeklerin hakimiyetinin belirlemeye başladığı siyaset (saldırı, şiddet ve öldürme vakalarının dünyada yaygın bir hal almaya başlaması) 1970’li yılların özgürlük yanlısı “karşı-kültür” değerlerini bertaraf etmeyi başardı. Karşı-kültür üzerine filmler, sanat eserleri, kadın sanatçıların artmaya başlaması gibi eşitlikçi değerlerin yerine ekonomik olarak hakkaniyet (equity) kelimesi liberalizmin ekonomisine yerleştirildi. Kant’çı bir hakkaniyet kavramı liberalizmin hukuki değeri olarak eşitliliğin yerine yerleşti (J. Rawls).

1960’ların ve 1970’lerin “cinsel devrim” söylemi ve özgürleşme pratikleri de, 1980’lerden itibaren hem sol kanatta hem de sağ ve aşırı sağ kanatlarda unutturuldu ve kendisine devam edecek bir yol bulamadı. 1970’lerin devrimci hareketleri; işçi sınıfını öne çıkarırken, temsiliyetini bıyıklı ve kolları kuvvetli erkeklerin ellerindeki makine tamir aletleriyle sembolleştirdiğinde, işçiler zincirlerini koparan kuvvetli eller ile gösterildiğinde, mücadele öne konulmaktaydı belki, ama bu görüntüler erkek egemenliğinin temsilini de aşamıyordu.

Devrimci hareket ile erkek işçi sömürüsünün karşısına yerleşen kapitalist patron tiplemeleri de yine “şişko erkeklerin” göbekli zenginliklerinin ufka yerleşmesiyle temsil edildi. Kadınlar ise hem “devrimci” temsillerinde hem de “Kurtuluş Savaşı” temsillerinde “erkeklere yardım etmek üzere” kağnı arabalarında mermi taşıyarak, ağırlıkların altına giren kadınların ezilmişliğiyle tasavvur ve tasvir edilmekte  ve çizilmekteydi.

Türkiye’de, 12 Eylül 1980 darbesinin sonrasında daha görünür hale gelen Feminist kadın hareketlerinin Özal’ın neo-liberal ekonomisiyle birlikte ortaya çıkması ise belki de tesadüf olarak gözükmemelidir. Batı Avrupa’da da devrimci hareketlerin 1960 ve 70’li yıllardaki temsiliyeti erkek işçiler üzerinden gerçekleşmekteyken, kadına ait değerlerin değişmesi ise liberal sağdan gelmekteydi. Kapitalizm bir sömürü aygıtı olarak medeniyet söylemiyle birlikte ilerlemekte ve kadınların cinselliklerinin temsiliyetini ele alarak iş hayatını örgütlemekteydi.

Mesela 1960 ve 70’lerde, Fransa’da soldan çok liberal sağ Partiler kadın sorunlarını siyasi alana taşımış ve kadınların temsil gücünü arttırmıştı. Fransız Cumhurbaşkanı olan Giscard d’Estaing gibi “1968 karşıtı” siyasi bir lider, kadınların ve gençlerin lehine kanunlar çıkartmaya başlamıştı. Kürtaj yasası bu sırada, 1974 yılındaki söyleviyle Sağlık Bakanı Simone Veil tarafından kamuya açıklanmıştı; hemen 1975 başında çıkan yasa Fransız kadınlarının hayatını değiştirdi. Oy kullanma yaşı 18 yaşına çekildi. Sosyolog Luc Boltanski’nin yazdığı gibi, Fransa’da sol hala Fransız filmlerindeki erkeksi davranış biçimlerini (Jean Gabin) kendisine sembol olarak seçmekteyken, kadın dergileri “modern kadın cinselliğini” öne sürerek, “Hristiyan kadın komplekslerini” bir kenara bırakmaya başlamıştı. Bu kadın dergileri tam da “metalaştırılan kadın figürleri” ortaya koyduğu için eleştirilmekteydi. Oysa kadınların erkeklerden farklı bir cinselliğinin olduğunu yine bu kadın dergileri öne sürmekteydi. Ve, sağcı dini değerlere bağlı “anne kadın” ve solun “bacı kadın” figürlerinden uzaklaştırmaktaydı. Bilhassa medeniyet söylemi, bu alanlarda, cinselliği ön plana çıkarmaktaydı. 1976 yılında yayınlanan Foucault’nun “Cinselliğin Tarihi” kitabı bu ortamda güncelleşmişti. Medeniyet kavramı sadece kadın değerlerini değil aynı zamanda, eşcinselliği ve  ikili-cinselliği de yola koymaktaydı. Moda, tasarım, sanat dünyası, bilhassa da film dünyası değerleri değişen bir dünyanın tahayyülünde işlemekteydi. Plastik sanatlar da, bunlara benzer bir şekilde, cinselliği ön plana çıkarmaya başlamış (Warhol), kadını acı çeken (G. Pane) doğurgan bir varlık olmaktan çıkarıp (Orlan), cinselliğini özgürce yaşayan bir birey olarak göstermekteydi. 1980’lerin hemen başında AIDS furyasına kadar bu medeni tavır olarak sürdürüldü ve temsil edildi.

1980’lerin ikinci yarısında içe kapanan insanlar, cinsel özgürlüğü bir kenara bırakıp, tek eşliliğinin sabitlenmeye başladığı bir yaşam biçimine doğru gittiler. 1980’de ABD’de başlatılan “House music” tam da bu kapanmaya cevap vermekteydi. Geleceğe kapılarını kapatan İngiliz Punk hareketinin (No Future) aynı anda aşırı sağ Nazi işaretleriyle kendisini ortaya çıkarmasının ardında İngiltere neo-liberal ekonomiyi yaşamaya başlayacaktı: Thatcher’in “toplumun sonunu” ve hatta ölümünü” ilan etmesini bu şekilde okumak mümkün olacaktır. Bireyleşme süreci özgürleşen kolektif kamu alanının da arka plana atılmasını beraberinde getirmekteydi. Amerika’da ise Reagan “eski bir kovboy” olarak ABD başkanı olmuştu. Değerler maçolaşmaya doğru gitmekteydi. O kadar ki, Arjantin’e savaş açan (Malouines adaları) bir lider olarak M. Thatcher için Fransız şarkıcı Renaud “soykırımı erkekler yapmıştır, her kadın savaşa karşıdır Madam Thatcher hariç” diye bir şarkı bile bestelemişti (Miss Maggie).

O günden bugünlere giden değerler daha az demokratik, daha aşırı sağcı ve yabancı düşmanlığını ön plana çıkardı. Sert sözler çoğaldı. Ne kadın ne de doğa bunların altından kalkabildi. Her ne kadar ekoloji en önemli sorunları ön plana koymaya başlamış olsa bile, yine de maden araştırmalarının ve binaların inşaat siyasetinden vaz geçme söz konusu olmadığı gibi, karşı çıkanlara karşı şiddet erkeksi değerleri göstermeye devam etmektedir.

Bu süreçlerden geçerek bugün artık değerler maço değerlerini de aşarak medeniyetlerin reddettiği, sanki artık hiç olmayacakmış gibi düşünülen savaşçı değerleri son yirmi yıldır hâkim kıldı. Savaş ne yazık ki   haberlerde takip edip durduğumuz olaylardan en önemlisi haline girdi tekrar: Irak’tan Libya’ya, Bosna’dan Suriye’ye, Mali’ye, Aden Körfezi’ne ve sonunda da Ukrayna’ya kadar geldi. Komşu topraklara silahlı ve askeri saldırganlık hukuki olarak uluslararası anlaşmaları da tanımaz bir şekilde uygulanmaya başlandı. Bu tip saldırgan hareketler meşruluk zeminlerini sosyal medyalarda yaratmaya çalışarak bunu başardılar.

İnsanlar, bugün savaşlar üzerine taraf tutmaya, kimin daha haklı olduğu hakkında yorumlar yapmaya başladığında artık medeni bakışın değerlerini arkada bırakmıyor muyuz?

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta