22 Ağustos 2019

Melezliklerin beraberliği üzerine

Eski rasyonalitemiz artık Gaia’ya uymuyor

Melezlik kavramı son yirmi yıldır Anglo-Sakson sosyal bilimler literatüründe yer etmiş vaziyette. Heterojen birliktelikler gibi bir kavramı ifade etmekte; bu anlamda buna, belki, “birleşmeyen sentez” (Deleuze) denilebilir. Bugün sosyolojik araştırmalarda bu kavram çokça önümüze çıkmakta. 2000’li yıllara geldiğimizde Fransız bilim sosyoloğu veya kendi söylediği gibi “ampirik filozof”  Bruno Latour sıklıkla bu kavramı kullanmakta; sanırım Deleuze-Guattari etkisini burada görmek mümkün ve zaten Latour onlardan yaptığı  alıntılarını göstermekte; bir adım daha ileri götürdüğü melezlik kavramını insan merkezli olmaktan çıkardığında, ileri sürdüğü kavram “Nesneler Parlamentosu” olarak adlandırılmakta. Bu heterojen beraberlik doğada yaşayan tüm canlıları, insan ve insan- olmayanları kapsamaktadır. 

Buradan itibaren söyleyebiliriz ki, "Nesneler Parlamentosu" bilim ve siyaseti birleştirmektedir. Biz Hiç Modern Olmadık (çevirisi : Norgunk Yay. 2008)  kitabından itibaren  Ağ-aktör kavramı (insan ve insan-olmayanlar), bu anlamda, ele alınmaktadır. Bilimsel bilgi yeniden oluşturulmaya başlamıştır. Toplum ve doğa ayrımı üzerine kurulu olan bir sosyoloji arkada kalmıştır artık. Doğa ile toplumu birleştiren parlamento fikri bu anlamda yeni bir bilimsel bilgiye (Sciences Studies) doğru bizi götürmektedir.  Veya buna “antropolojik felsefe” adı da verilebilir. Burada insan ve insan- olmayanlar birlikte yeni bir politikayı kurmakla yükümlüler: Doğa Politikaları.

Dönem, melezliklerin (insan ve insan-olmayan canlılar) dönemidir : Nesnelerin parlamentosu insan ve insan olmayanların (hayvan, bitki, organik ve inorganik) temsili üzerine odaklanmaya başlamaktadır. İnsan ve doğanın geleceği birleşmektedir. Melez bir Forum düzenlenmek üzere uluslararası ekolojik camia hukuki olarak toprak, su, ormanlar, hava kirliliği ve okyanuslar üzerine düşünmeye yöneldi. İnsan ile bunlar arasındaki ilişki ilkel dönemleri yaşayan ve antropologların inceledikleri topluluklardaki ilişkilere benzemeye başlamakta. Amazonlar bunun en eski  örnekleri arasında; ama buna eklenen Avusturalya yerlileri de var; bunlara eklenen de Kuzey kutbu canlıları aynı sorunun (buzulların erimesi) içindeler. Animizm, totemizm ve natüralizme eklenen bir Analojizm kavramı Fransız  antropolog Philippe Descola tarafından önerilmiş vaziyette. Benzetme ilişkileri üzerine kurulu olan bu ilişkiler Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler kitabında Rönesans dönemi ile ilgili bir episteme içinde gösterdiği analoji kavramına benzemekte. Analoji, yani benzetme ilişkisi: Ayrı ayrı moleküler parçalardan oluşan bir canlının, bazı parçalarının diğer canlılarla olan benzerliği sayesinde, benzerliklerin aralarında kesişme alanları oluşturmasına bağlı olarak düşünülmektedir. Yani; insanın insana veya insanın hayvana veya bir kayaya benzemesi onların birbirlerinin aynısı olmasın bağlı değildir; tam tersine onların arasındaki tekilliklerdeki ayrılıklar arasındaki bazı öğelerin benzerliklerle işlemesi anlamına gelmektedir. Bir oluş düşüncesi. Hayvan ile bitki veya insanların benzerliği, o halde, biçimsel bir benzerlikten çok kalitelerindeki bazı özelliklerin ileriye dönük benzerliği demektir: Bakış benzerliği, davranış benzerliği veya yemek yeme benzerlikleri.

Bruno Latour bize, ilk olarak hümanizm döneminde, Parlamentoların işleme biçiminin vergilerin oylanması için gerçekleştirilmiş olduğunu hatırlatıyor. Temsili olarak  seçilmişlerin, seçenlerin adına, söz hakkına sahip oldukları Parlamentoların işleyişine gönderme yapıyor.  Bugün artık, Şeylerin Parlamentosu’nun da  zaten temsili olacağı vurgulanmaktadır. Ama bu sefer, yeni bilimsel  buluşların yapılıp yapılmayacağı ve doğayla ilişkilerimizi kimin belirleyeceği sorusu ortaya atılmıştır. Bu, artık bilim insanlarının ekspertizlerine bağlı olmayıp, bizim halk olarak oylayacağımız şeyler üzerine odaklanacağını önemsiyor. İnsan merkezli  çokültürcülüğe eklenen bir kavram çıktı : çokdoğacılık.

Doğa ile hukuki sözleşme (Michel Serres’in önerdiği) ikinci önemli hukuki yenilik: Sel baskınlarıyla sular altında kalan mümbit topraklardaki mülkiyetin sınırlarını, hukuki olarak, yeniden kuran toplumsal bir doğa yasası ihtiyacı. Ve, geometrik bölüşüm (demokrasi) yasası (belki de hukuk ve geometrinin doğuşu). İlk devletçi toplumlar doğaya saygılıydılar. Bu anlamda eski Mısır'da Maat kavramı: Hukuk, gerçek, ahlak, ölçü ve pay anlamına gelmekteydi (Maat-belki de matematik ?). Bu kavram hukuk bilimin doğmasına yardımcı olmaktaydı. Sözleşme; sadece ve sadece doğa ile sözleşme!

1980’li yıllarda Deleuze’ün derslerinden tanıdığım İsabelle Stengers ise 1960-70’li yıllarda tartışma konusu olarak ele alınan özne üzerine düşünmeye başlıyor ilk olarak.  Buradan itibaren “yansız özne” olarak kullanılan İngilizcede “one”  veya Fransızcada “on” üzerinde duruyor. Doğanın ve iklimin ekolojik krizinin bize ait olarak düşündüğünde, biz denileni  “yansız özne” olarak düşünmekte (insan ve insan-olmayanlar). Bu anlamda da, Gaia (Toprak) “ ortak bir şekilde yaşanılan, nefes alınan ve üretilen bir yer” olarak ele alınıyor. Stengers, bu yeri  her yer olarak düşündüğünde, politik olarak Kozmopolitik kavramına baş vuruyor (Kant’ın meşhur kozmopolit tanımı). İklim (küresel ısınma) krizi heryer ile ilgili olduğunda ise bu “bizi ilgilendirmeye başlıyor”.  Bu sorun bizim ortak sorunumuz haline geliyor. Doğa, tarihimizin bir parçası olarak adlandırmış olduğumuz bir yer olmaktan çıkıp, içinde “yaşanılan”  bir yer olmaya başlıyor; hepimizin birlikte yaşadığı  bir yer olarak düşünülüyor. Bunun “pragmatik ve klimatik (iklime ait) bir işlem” olduğunu söyleyebiliriz.  

“Yeşil Kapitalizm” üzerine düşünen James Lovelock’a göre, canlı bir varlık olarak Gaia’yı bu hale getiren (azdıran) bizim sorumluluğumuzdur; ve bu, kabul edelim ki reddedemeyeceğimiz kadar büyüktür: Büyüme, kalkınma ve gelişme olarak adlandırılan uluslararası kavramlar bizim eski sanayi toplumuna ait kalan bakışımızla ilgili kalmıştır. Ülkeler arasında gelişmiş ve gelişmemiş veya az gelişmiş kavramlarının kullanıldığı döne ait kavramlar bunlar. Uluslararası olarak yerleşmiş pozitivist bir düşünceye aittik ve bu düşünce ile yönetilmekteydik. O halde, sanayi toplumunun yaşam biçimi ve düşünce tarzı Gaia’yı azdıran ve doğayı imha etmeye yönelik bir sorumluluktan pay almak zorundadır:  Gelişmeyen ülkeler, bu dönemde, gelişmek zorunda, büyümeyen ekonomiler de büyümek zorundaydı. Tüketimin artışı mutluluk ölçülerini vermekteydi. Bugün ise, artık Amerikan sineması bile alkolik gibi tüketimkolik kavramını bir hastalık olarak kullanmakta.

Bizim kendi sosyolojimizde, Niyazi Berkes “Neden 200 yıldır bocalıyoruz?“ sorusunu sorduğunda, döneme ait duran büyüme ve kalkınma paradigmasında düşünmekteydi. Stefanos Yerasimos’un 1970’li yıllarda yayımlanan “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” (doktora tezidir) kitabında, yine sanayileşme paradigması içinden bakmaktaydı. İki yüz yıldır, “terakki” kavramı bizim anlayışımızı, dünyaya bakışımızı bilimsel olarak belirlemişti: Auguste Comte sosyolojisinden itibaren böyleydi.

Bugün gelişmeci ve büyümeci bakış sorgulanır vaziyete girmiş bulunmaktadır. Büyüme ve gelişme üzerine düşünülecek olan artık ekonomi-politik değil, ekoloji-politiktir. Bilimsel alanda  “doğru pozisyonlara” doğru yönelmek demek doğru politikalara doğru insanlığı götürmek demektir. Bazı mühendisler ve bilhassa yüksek maden mühendisleri hala büyüme ve sanayileşme terimleriyle konuşmaya devem etmekteler ve eko-sistemi kale bile almamaktalar. Bunların bakışları ülkelerin kendi ekonomilerini nasıl yükselteceği üzerine odaklanmaktan öteye gidememekte. Halbuki bugün sorun, dünyasal bir şekilde birleşmiş vaziyettedir: Kozmopolitik. Soru, hangi ülkenin daha zengin veya daha gelişmiş olduğunu göstermekten çok bütün ülkelerin hükümet politikalarının nasıl düzenleneceğidir. Soru, eko-sitemi yıkmadan hükümetlerin kendi politikalarına küresel iklim politikalarını nasıl  uygulayabilecekleri ve bunlarla kesiştirebilecekleri sorusudur. 

Bugün dünyayı istila etmeye başlayan Gaia, artık büyüme ve gelişme üzerine kurulu bir kapitalizmden uzaklaşmak zorundadır. Sanki bilinçli bir varlık gibi hareket eden toprak ana, Gaia bize yeni sorumluluklar yüklemekte: Kolektif olarak küresel ısınmaya karşı çıkma, ortak olarak nefes alan ve yaşayan varlıklar olarak su kullanabilme ve içebilme hakları. Bunun için ormanları korumak zorundayız. Hiç bir kazanç bu kazançtan daha önemli durmamakta bugün ! “Sürdürebilir eko-politikalar” bile yetersiz durmakta.  Vektörlerin değişmiş olduğunu   yazdık durduk sürekli. Artık kapitalizmin sanayi üretim ve tüketim modelleriyle yaşamamız mümkün durmamakta. Doğaya karşı fazlasıyla borçlandık. Kredi vermekte, bugün artık doğa bizlere. Banka kredileriyle ev almak veya ikinci ev yaptırmak değil, kredi, yaşam kredisinin kendisi haline gelmiş vaziyette!

Gaia ile bulaşmak veya doğa ile bütünleşmek ekonomisi içinde, doğa bize gelecek nesiller için ev apartman değil, yaşama alanlarını borç vermekte. Bu son kalan imkanlarla toprağı nadas ile tarıma çevirmek zorundayız. Biyolojik çeşitliliği toprakta korumak şart oldu. Zihniyetler ve vicdani tavır değişmek zorunda. Beslenme biçimlerimizi monokültür üzerine kurulu bir tarım politikasına bırakamayız. Ormanlardaki suları kirletemeyiz, zehirleyemeyiz. Şansımız kalmadı ! “Ya istiklal ya ölüm” değil bir ülke için sarf edilen slogan, bugün kozmopolitik olarak “ya yaşam ya da yaşamsızlık”  (hastalıklarla yaşam)  olmaya başlamakta. Yoksa hem sosyal hem de ekolojik felakete doğru sürükleneceğiz. 

Eski rasyonalitemiz artık Gaia’ya uymuyor. Bizi bu şekilde kaldırmaktan yorulmuş bir toprak üzerinde yaşamaya başladık. Bekleyip de göreceğimiz bir zaman kalmadı.  Her canlı artık ortak ve melez. Hemen, acilen hareket etmek zorundayız, hep birlikte dünyasal ölçekte.  Yoksa sadece doğaya, ağaçlara, hayvanlara ve bitkilere karşı değil, insanlığa karşı da sorumlu olacağız! Hep beraber kozmopolitik bir doğa siyasetine doğru: İnsan doğa- hayvan-bitki, hepimiz canlı türleri olarak birleşelim! Yoksa yeni doğan çocuklar bize soracaklar: “Hayatımızı neye çevirdiniz? Neden böyle yaptınız? Nasıl oldu da felaketi öngöremediniz?” Küçük Greta biz bu soruları sormaya başladı bile. Bize kalan ise sanki; bu soruları soran genç zihniyetleri, yeni nesilleri  politik olarak izlemek olacak.    

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır