Bugün 17 Şubat 2020. Bundan asırlar önce, 17 Şubat 1600’de, büyük düşünür, astronom Giordano Bruno (1548-1600) yakılarak öldürülmüştü. Rivayete göre, odunların üzerinde bağlı bir şekilde yakılmadan önce kendisine uzatılan haça (Hıristiyan hayırseverliği gereği!) kafasını çevirmiş ve cezasını duyduğunda ünlü cümlesini telaffuz etmişti: "Kararınız karşısında, yapmakta olduğunuzu biliyorsunuz ve şu anda benden daha çok korkmaktasınız". Hayatını, Avrupa içinde, birçok yerde geçirip dersler verdikten sonra Roma’ya sürülerek orada tutuklanmış, yedi sene hapisten sonra, yakılmıştır. Davayı Venedik Arşivleri’nde bulup okumak mümkün olduğu halde, Vatikan Arşivleri’nin davanın hâlâ okumaya kapalı olduğu yazılmaktadır. 19. yüzyılın başına kadar, iki yüzyıl boyunca, Schelling’in 1802 yılında onun üzerine yazdığı esere (Bruno veya Şeylerin Doğal ve İlahi İlkeleri) kadar hemen hemen unutulmuştur. Bugün Roma’da tam yakıldığı odun yığının yerinde (Campo Fiori) heykeli dikilmiştir. "Evrenin sonsuzluğu" ve "dünyaların sonsuz sayısı" onu bilim dünyasına yapıştırmayı bilmiştir. Belki bu "sonsuz mümkün dünyalar" düşüncesi Leibniz’in aklını biraz çelmiş olsa bile, Bruno üzerinde durulmamıştır. O ise, Orta Çağ’a hakim olan Aristoteles düşüncesine karşı çıkmasını bilmiş ve düşüncenin Kartezyen haline doğru gitmesinde, tahminen küçük de olsa bir rol oynamıştır. Kozmolojiyi ciddiye alması bilim dünyasına ışık tutmuştur. Grek düşüncesinin "dünya merkezli" anlayışına "güneş merkezli" anlayışı yerleştirmiştir: Evren "sonsuzcasına sonsuz ve sürekli mutasyon halinde sonsuzcasına değişkendir". Her şeye rağmen, döneminin adamıdır ve bilimsel olmaktan çok hermetik ve gnostiktir. Bazı düşünceleri ise bugüne taşınabilecek kadar güncel ve moderndir.
Bugün, talihsiz bir dönemde yaşamaktayız. Yaşam biçimlerinin kurgusu, bazı insanları çekingen, kendine güvensiz ve korkak olarak yaşamaya doğru itti. Başka bir "köle ruhunu" genelleştirdi. Yahut bu ruh bayalığa teslim oldu. Hukukun ve adaletin hakim olması gereken bir çağa girdiğimize inandığımızdan beri, cesaretle ilerlemek isteyen insanların varlığından bahsedilirdi. Bunların kimisi buluş yapan veya bilimsel yeni icatlar gerçekleştiren, kimisi ise hukuken ve sivil olarak eserler verenlerdi. Ama, öyle bir zaman birimine girdik ki, buluş veya icat değil, insanlardan yine itaat beklenir oldu. Yandaşlığın hüküm sürülmesi doğru bulundu ve cesaret kırıcı bir yaşam haline gelmeye başlayan bir hayat öne sürüldü.
İtalyan dünyasında eski dönemlerde sivil ile politik aynı anlama gelmekteydi. 19. yüzyıl felsefesi, bize bunu unutturdu. Devlet ve sivil toplum birbirlerinden ayırıldı. Ve bu ayrım 18. yüzyıl Aydınlanması'nı taşımaktaydı. Aile ise sanki diğer ikisinin ilkel haliydi. Aileye ve eve ait olan ekonomik olanın belirlendiği yer olarak tanımlanmaktaydı. Ancak; daha eskiye doğru bakıldığında, eski Yunan ve Roma’ya doğru ve bilhassa Rönesans’a doğru giden sanatlar ve sivil eylem biçimleri kahramanlık kavramıyla yüceltilmekteydi. Fakat bu kavram bugün kullandığımız anlamda kullanılmıyordu. Eylemlerle ve savaşlarla kahramanlık mertebesine erişenlerden çok uzak bir şekilde kullanılmaktaydı. Eski Grek tragedyaları bize kahramanları yarı-tanrı olarak sunmuşlardı tabii, ancak bu yarı-tanrı efsanelerinde babalar veya anneler zaten tanrılardan gelmekteydi. Bu anlamda, insan formundan çok daha başka formlarda ve kuvvetlerde teşekkül eden kahramanlar vardı. Ve bunların öfkesinden korkulurdu. Öfke, sinir ve kuvvetin birleştirdiği bir korkunçluk nöbetinde ortaya çıkmaktaydı. Ama sivil bir kuvvet değildi bu! Rönesans ile birlikte, sivil kuvvet fikri bilge düşüncesiyle birleştirilmeye başlandı. Tıpkı daha önce, Orta Çağ’da, şövalye turnuvalarında, kahramanların önce kargısını ve kalkanını kılıcıyla birlikte iyi kullanan şövalyenin yerini, daha sonra 12. yüzyıldan itibaren "bilgisini" kullanan adamlara şövalye unvanını bırakmış olduğu gibi, tarihte savaşçı ve dövüşçü kahramanların yerlerini bilge kahramanlara terk ettiğini görmekteyiz.
Rönesans da, böylece, kahramanlarını büyücü-bilgelere terk etmekteydi. Bu anlatılardan en çok anılan, Kilise’nin kabul ettiği bir dogma olarak bilginin sonluluk değil de, bilimsel bir şekilde, sonsuzluk olduğunu savunarak Copernicus’un buluşunu ispatlamaya uğraşan Giordano Bruno’nun düşüncesiydi. Bruno "alt tabakanın düşündüğü gibi başka yaratıkların ve hatta başka gezegenlerin olmadığını düşünmek aptalcadır" demekteydi. Bilgimizin bizim pencerelerimizden bakıp da gördüğümüzün çok üstünde olması gerektiğini öngörmekteydi. Bunların, sadece olasılıkların bir aynası olabileceğini hissediyordu. Bireyin biricikliğini, genelleştirilmesine karşı savunuyordu; çünkü her bireyin bağları başka türlü bağlardan oluşmaktaydı.
Rönesans’ın Marsilio Ficino ve Mirandola’dan sonra en ilginç düşünürlerinden birisi olan Giordano Bruno’nun sivillik anlayışı, kanımca, bugün tekrar düşünülmesi gereken bir yerde durmakta; çünkü önerisinin altında yatan kavramın kendisi sivillik yani medeni bir şekilde siyaset yapmak anlamını taşımakta. Dünyanın çok yerinde unuttuğumuz bir kavram: Sivillik, medenilik ! Şövalye ahlakının getirdiği yiğitlik ile onur, yan yana sevgiyle bütünleşmekteydi. Vinculis (Bağlar) adlı eserinde olsun veya Büyü (Magie) üzerine olan eserinde olsun, Bruno, Rönesans düşüncesini yükseltmeye çalışan ve bu uğurda 1600 yılının Şubat ayında Engizisyona bedenini terk eden bir düşünürdü.
Bruno’nun düşüncesinin bugüne gelmeye kalkmasında yatan en kuvvetli noktalardan birisi "bağlar ve ilişkiler" üzerinden insanlığı düşünmesi değil midir ? Eserine başlarken şöyle yazmaktadır: "Bağlayan, evrene, Tanrı’dır, Şeytan’dır, tindir, canlıdır (Animus). Canlı olmak demek doğa'ır ve neticede kaderdir, şanstır, alın yazısıdır. Bu bağ, tek bir isimle anılamaz ve sadece bedensel bağ değildir, ne de bedensel bir anlamdır(...) Kuvvet onlarda vardır ve onlardan ortaya çıkar". Hepimiz birden çok bağlardan oluşmaktayız; çünkü "iyiliğin ve güzelliğin nüansları bir’den çoktur. İnsanda merkezi olarak durmakta olan; iyilik, güzellik, doğallık, uyum, çeşitli duygulanımlar, hep çokludur ve bunlar birbirlerinden ayrıdırlar". Olur ki, insan tek bir nesneye bağlı kalırsa bir gün, bu onun "akıllı olmasından dolayı değil", tersine "budalalığındandır, her türlü düzene körlüğündendir ve tek bir bağa ait olan şiddetli davranışlarından dolayıdır". Anlam kaymasından "anlayamamanın getirdiği saçmalığındandır". "Bir çocuğun bağlılığıyla bir ergenin veya bir bilgenin bağlılığı bir değildir; aralarında yaş ve hiyerarşi farkları vardır". İnsan karakteri değiştikçe bağları da değişime uğramaktadır; başka bağlara bağlanmaktadır.
Bruno, Platon’dan beri, bağların iyi ve güzel ile ilişkili olduğunun altını çizmekteydi. İnsanı diğer insanlara ve evrene ve ilahi olana bağlayan bir ilişki düşüncesi söz konusuydu. İnsan, her türlü yaratının takipçisi ve eyleyicisi olduğuna göre, ilahi yaratıcılık ile insanın yaratıcılığı da birbirlerine bağlanmaktaydı. İnsanlar, diğer bazı hayvanlarla ilişki halindedir. Balıkçı balıklarla ve deniz mahsulleriyle, avcı avladığı hayvanlarla, kuşçu yakaladığı kuşlar ve onların beslenmesiyle, arıcılar arılarla ilişki halinde değil midir? İnsanlar kurmuş oldukları bağlarla hem kendilerini hem de başkalarını değişime sokmaktadırlar. Bruno’ya göre, "tıpkı şairlerin ifade ettikleri gibi Protée, yani Türkçesi "tek omurgalı mağara semenderi" olarak geçen bir "deniz şeytanı ve bu varlık dönüşerek aslan, yılan ve yaban domuzu haline geliyor". Veya Poseidon’un oğlu olarak bilinen Akhelous, yani "nehir tanrısı dönüşerek bir boğa veya ejderha haline geliyor". Bunlar gibi, madde (insan veya hayvan veya bitki veya taş) bir başka forma dönüşmektedir, göç etmektedir, iltica etmektedir. Formları değişen insanların her zaman dönüşüm geçirme imkanları vardır. Adetlerini ve yaşam biçimleriyle birlikte inanç şekillerini de böylece değiştirip düzletmekte ve yeniden kurmaktadırlar. Bu değişimin ve dönüşümün gerçekleşmesi için ise "aracılara" ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu düşünce, günümüzde sanatlarda da sosyolojide de kullanılmakta olan bir kavrama bağlı durmaktadır: Sosyolog Bruno Latour’un "aktör-ağlar" üzerine geliştirdiği sosyoloji olsun, sanat eleştirmeni ve teorisyeni Nicolas Bourriaud’nun "ilişkisel estetik" çalışması olsun veya daha da geriye gidersek K. Marx’ın ve Marksistlerin kullandığı "üretim ilişkileri" olsun, hepsi ilişkiler ve bağlar üzerinden işlemekte değil midir? İnsan sattığı malları önce diğer mallarla ve daha sonra kıymetli taşlar ve parayla takas etmemiş midir? Kapitalizm, bugün bu ilişikleri maddi olmayan (imateryel) üzerinden kurmaya başladığından beri, insanlar arası ilişkiler "havadan" geçmekte! Maddesiz değişim ve borçlanma ekonomisi içine girildi. İlişkilerin, bu şekilde, maddi olmayan ilişkiler haline girdiğinden beri (neredeyse son kırk yıldır) insanların birbirleriyle ilişkileri de maddi olmaktan çıkarak bencilleştirdi onları. Toplumlar ve gruplar birbirlerine saygı duyan ve alış veriş yaparak aynı zamanda evlenmek için kız değiş tokuşunu da genelleştiren (antropolojideki dış evlenme ve kadın dolaşımı) armağan ekonomisiyle işlemekteydi. Bu ilişkiler insanları birbirlerine dost ve hısım yapmaktaydı. Saygı ve mesafeli nezaket bu ilişkilerin belli başlı kuralları arasındaydı. Maddi olmayan emek ve maddi olmayan değiş tokuş ve değişim ilişkileri insanları sadece yalnızlaştırmadı, aynı zamanda saygısızlaştırdı ve bayağılaştırdı. Hayatından ve yaptığı işten memnun olmayan, sinir küpü ve sosyallik dışı yaratıklar ortaya çıkmaya başladı. Birbirlerine saygı ve sevgi değil husumet besleyen varlıklar, bu anlamda, insan-hayvan şeklinde yaşamaya başladılar. Bu; bir yandan ilginç bir şekilde sivillik siyasetine gönderme yapmakta (hayvanlıktan insanlığa doğru dönüşenler), diğer yandan ise hayvan-oluş kavramıyla (dönüşüm ve oluş düşüncesiyle) ilişkilenmektedir. Yani; Makyavelli Prens adlı eserinde insanın hayvanı kullanma biçimini bilmesini öngörmekteydi veya Hobbes’un devlet teorisi için kullandığı Leviathan adı bir "deniz canavarının" adı olarak durmaktaydı. Mesela Fransız filozof Jacques Derrida’nın derslerinde, onun bu metni ele alış şekliyle "hukuki olanı yerleştiren ve kanunu kuranın hayvan olduğunu" söylemektedir. "Bir hayvan olarak Leviathan yasayı kurmaktadır". Bruno’nun "aracılar" kavramına gelirsek bu sefer Gilles Deleuze’ün "aracılar" veya başka bir şekilde söylersek "geçiriciler" kavramına yakınlaşmaktayız. Deleuze’e göre, her şey "aradan, ortadan, ortamdan geçmektedir". Giordano Bruno ile diğer modern düşünürler arasındaki yakın bağlar, bizi belki, tekrar dönüp onun eserlerine bakmaya doğru yönlendirmekte midir?
Sivillik ilişkimizi, siyasi olarak, tekrar düzeltmek üzere geriye doğru bakmak, bizi başka türlü düşünmeye, yaşamaya ve davranmaya ve ilişkiler kurmaya doğru sürüklemez mi acaba? Bağlarımızın herkesle ve her şeyle (insan, hayvan, bitki organik ve inorganik) ve birden çok olmaya başlaması bir temenni olarak mı kalacaktır sadece? Hasımların hısım olduğu ortak-dostluk dünyasına dönüş olabilecek midir? Kibarlık ve nezaket dünyasının akıl ve hakikat üzerine kurulu ışığına doğru artık yola koyulamaz mı?