19 Ağustos 2019

Felsefi Antroposen

Dünya ve toprak ile ilişkilerimiz yeniden düşünülmek zorunda!

Antroposen adı verilen fenomenin, 19.yüzyılda, bilimsel olarak başlatıldığını birçok kez yazdık. Ve daha öncesi için ise, bazıları tarafından bu kavramın Amerika kıtasının keşfiyle başlatıldığının da altını çizdik.  Doğanın insan eliyle zapturapta alınması ve doğanın bir bilimsel nesne olarak kabulü üzerine kurulu bu anlayış, antropolojinin başlamasıyladır. Antropos, yani insan denilen varlığın merkeze gelmesiyle birlikte, doğanın  öznelliği ikinci plana itilmeye başlanmıştır. Bugün bu yüzden antropoloji, artık başlangıcında olduğu şekliyle insan merkezli bakışından uzaklaşmaktadır. Bitkiler, hayvanlar ve insanların birer sosyal topluluklar olarak ele alınmış olduğu yaban toplumlara örnek göndermeler yapmaktadır. Bu canlılar arasındaki analojizmlere (benzerliklere) bakılmaktadır.

Aslında, başka türlü bir giriş yapmaya kalkarsak, diyebiliriz ki, Tanrı merkezli bir dünyadan insan merkezli bir dünyaya geçmeye başladığımızda, Foucault’nun çalışmalarında da görülebileceği gibi, insan, merkezi bir varlık olarak ön plana alınmıştır. Antropolojinin öne   alınmaya başladığı bu dönem, yine Foucault’ya göre, Doğa Bilimlerinin yerini İnsan Bilimlerinin almaya başladığı dönemdir.

Kant’ın Antropolojisi bu anlamda, felsefe alanında bir dönüm noktası olarak düşünülmektedir. 1959 ve 1960 yıllarında Foucault’nun kendi araştırma alanına  giren bu ek doktora  çalışması “Pragmatik Bakış Açısına Göre Antropoloji” adıyla daha sonra yayınlanmıştır (2008 yılında); çünkü daha sonra yayınlanan bu çalışma, 1966 yılında yayımlanan Kelimeler ve Şeyler adlı kitabının da ana konusunu aydınlatmaktadır. Yani, Foucault’nun “insanın sonu” temasını ele almış olduğu bu kitap, aynı zamanda Kant’ın antropolojisi kitabıyla birlikte “insanın düşünce tarihi olarak”  merkezde ele alınmaya başlandığı döneme tekabül etmektedir. İnsan artık doğayı ele geçirmeye ve üzerinde hegemonya kurmaya başlamıştır.

Kant için antropoloji ve eleştiri yan yana durmaktadır (homo criticus) Yani, Foucault’ya göre, eleştirel bakış içinde, doğa ve insan ilişkisi, yahut insanın doğaya nazaran merkeze gelmesi Kant ile başlamaktadır.  İnsana bakışta bir değişim ortaya çıkmaktadır: İnsan merkezci bir bakış.  Ve bu yeni bakış, Doğa Tarihi adlı bir çalışma alanından Biyoloji olarak adlandırılan başka bir bilimsel disiplininin ortaya çıkması ve bu bilimin merkeze alınmasıyla alakalıdır 18.yüzyılın sonunda, konuşan (dilbilim), çalışarak üreten (ekonomi politik)  ve canlı olarak yaşayan (biyoloji) ampirik ve transandantal insan figürünün ortaya çıkmasıyla başlayan yeni bir dönemdir bu.   Kritik refleksiyonun ve antropolojik  düşüncenin başlaması, insan merkezli bir dünya geçildiğini gösterir. Bu da elbette, tahmin edilebileceği gibi, Kant’ın düşüncesi ile çakışmaktadır. Yani, “transandantal yanılsama” ile “antropolojik yanılsama” birbirlerini tamamlamaktadır. Bu sayede, İnsan Bilimleri a priori olarak varsayılan, kımıldamaz olan nesnelerden uzaklaşmaya başlar. Deneysel olanla birlikte,  hareket ve dinlenme halinde olan nesneler üzerinde düşünce ön plana çıkmıştır. Bundan dolayı, siyaset ekonomi ağırlıklı olarak düşünülmeye başlanmıştır; çünkü dili ile konuşan ve emeği ile çalışan insanın doğadan uzaklaşmaya başlamış olduğu farz edilmektedir (Hegel ve Marx’ta meşhur yabancılaşma sorunu).

İnsan merkezli dünya içinde; bilim, doğayı ancak insan tarafından incelenecek ve ehlileştirilecek bir nesne olarak düşünmeye başlar. Böylece tüm İnsan Bilimleri için bilimsel bir dönem açılmaya başlamıştır. Pozitivizm de (terakki fikri)  bu döneme ait olarak dallanır, budak salar.  İnsan merkezli dünya Tanrı merkezliliği hala sürdüren 17. yüzyıl düşüncesinden uzaklaşmaya başlamıştır; çünkü Spinoza veya Leibniz hala Tanrı merkezli bir düşünce içinde düşünmektedirler; isterse Spinoza Tanrı ve Doğa arasında bir benzerlik kurmuş olsun. Bu düşüncesinin Tanrı merkezli bir ateizme doğru gittiği ret edilemeyecektir. Halbuki Kant ile birlikte başka bir bilimsel döneme geçilmeye başlanmıştır. Bu anlamda,  başlangıcında olan bir Aydınlanma felsefesiyle birlikte antropoloji insan merkezli dünyanın, belki de, kurucusudur. İnsan, doğa ile ilişkilerinde belirleyici olmaya başlayacaktır. İnsan, terakki düşüncesiyle, doğanın efendisi olmaktadır artık.

Bu arada, Foucault’nun Aydınlanma’nın başlangıcı için yer verdiği Kant’ın “doğa” ve “astronomi” üzerine olan çalışmaları 18. yüzyılın ikinci yarısında önemli bir yere sahiptir.  1754 ve 1794 yılları arasındaki çalışmalarında Kant, toprak fiziğine, astronomik fenomenlere ait onlarca makale yazmıştır. Dünya eksenin rotasyonu, ateşin doğası ve yayılması, depremlerin kökeni (jeolojik oluşumlar) meteorlar, geçici ay çekimi fenomenleri, iklim ve meteorolojik  şartlar üzerine yazıları vardır.  Belirli bir eksenin doğrultusundaki rotasyonunda güneş sisteminin gazlardan teşekkül ettiğini ve bu şekilde de yıldızlarının etrafında gezegenlerin oluştuğunu ortaya çıkaranın yine Kant olduğu söylenmektedir; ve kendisi bu şekilde anılmaktadır: Laplace-Kant hipotezi. Yine, eksenindeki rotasyon yüzünden, med-cezir sayesinde dünyanın rotasyonunda yavaşlama kaydettiğini ilk olarak ileri süren Kant olmuştur. O halde, Kant’ın doğa bilimleri için özel bir merakı olduğunu ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bir yandan doğa bilimleriyle birlikte dünyanın ve evrenin evrensel yasaları diğer yandan ise, o halde, insan merkezli dünyaya doğru bizi yönelten yine Kant olacaktır.

Galileo ve Newton, metinlerinde bize “doğa felsefesinden” söz etmekteydiler. Bu dallar Felsefe Fakülteleri’nde okutulmaktaydı (Kant, kendi şehri Königsberg’de, dogmatik ve teorik fizik dersleri ile deneysel fizik dersleri almıştı). Üniversitede, Newton’un Doğal felsefenin Matematiksel İlkeleri -Optik  kitabı okutulmaktaydı. Kant’ın Doğa Biliminin Metafizik İlkeleri kitabında Newton zikredilmektedir.  Hatta, Kant, nerdeyse otuz yıl boyunca, Lojik ve Metafizik kürsüsünde fizik dersleri vermeye devam etmiştir.

Bu açılardan baktığımızda Kant, doğayı formel bir şekilde ele almaktadır; yani, bir nesnenin varlığı, nesnenin   ilk iç ilkelerini (özelliklerini) ifade etmektedir.  Doğa maddi bir varlıktır. Metafizik bir varlık değildir. Ve bu açıdan, doğa, önce bizim duyularımızın sonra da deneylerimizin nesnesi olarak var olmaktadır. Duyusal dünyamızı oluşturmaktadır. Doğa hislerimizi belirler: Bunların bazıları “dış duyularımız” bazıları ise “iç duyularımızdır”. Yani; Kant’a göre, ikili doğa doktrinine sahibizdir: “Beden doktrini (uzamın doğası)  ve ruh doktrini (düşünen doğa)”. Bütün bu doktrinler bir sistem olduğunda, yani ilkelerine göre düzenli bir bilgi olarak ele alındığında, buna Kant tarafından bilim adı verilmektedir.  Böylece, doğa bir bilim olarak, yani bir bilim nesnesi (rasyonel ve ampirik)  olarak ele alınmaya başlanmış olur: Tarihi ve rasyonel bilim doğa araştırmalarının alanına girmektedir. Bu şekilde, doğanın tarihi doktrini (a priori sistematik olarak düzenli doğal nesnelerin olgusu)  ile doğa bilimi ( deney yasaları) ikiliği ortaya çıkarılır. İkincisi, sadece ampirik olduğundan dolayı tek başına bilim adını alması zordur; çünkü, bu sadece bir bilgi olarak kabul edilmektedir. Ve , sadece birincisi bilim adına layıktır; çünkü sistematik olarak tüm bilgiler sıralanmıştır; bu yüzen buna rasyonel bilim adı verilir

Görülebileceği gibi, rasyonel olarak ele alınacak olan doğa nesnelerinin felsefi-bilimsel zapturaptı bu şekilde başlamış olur. Felsefi düşünce ile antroposen bu anlamda, belki de Kant’ın felsefesiyle başlamıştır. Bugün ise, bu düşüncenin sonuna geldiğimiz, bilimin nesnesi olarak doğanın insan merkezli dünyasının sonuna gelindiğimizden söz edilmektedir. İnsan diğer toplumsal varlıklar ile organik ve inorganiklerle, bitkilerle ve hayvanlarla birlikte hiyerarşisiz bir şekilde yaşamaya başlamıştır. Doğa ile ilişkisi özne-nesne ilişkisinden uzaklaşmaktadır. Doğa eskisi gibi insanın bilimsel nesnesi değildir; ama artık hayvanlar, diğer  doğal varlıklar ve bitkilerle birlikte, bunlar insanın toplumsal komşularıdır.

Bugün; birçok nedenin dışında, felsefi olarak da yeni düşünme tarzlarına doğru gitmekteyiz. Gaia’da (toprak); sel ve su baskınlarıyla, suların yükselmesiyle, binlerce canlı türünün yok olmasıyla, karbondiyoksit oranlarının artmasının yarattığı sera etkisiyle, küresel ısınmayla, bahar fırtınalarının artmasıyla, okyanuslardaki asitlerin yükselmesiyle, ekolojik krizi yaşamaktayız artık. Buna eklenecek yeni sorunları (maden ve siyanürlü altın arama) yaşayamayız. Hatta bunun ötesine geçen bir düşünceye doğru yol almayı öğrenmeliyiz. Felsefe, doğayı başka türlü düşünmeye başladı bile: Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi’ne doğa ile sözleşme fikri eklendi uzun zamandan beri (Michel Serres).

Ekolojik kriz geçecek gibi  durmuyor bugün artık. Bu krizi düşünmek zorundayız. Burada hem felsefeye, hem bilim dünyasına ve uzmanlarına, hem de siyasilere çok önemli roller düşmekte. Mutasyona uğrayan doğada Kapitalosen’i yaşamaktan çıkmak zorundayız.  Dünya ve toprak ile ilişkilerimiz yeniden düşünülmek zorunda! Bu hepimizi ilgilendiriyor artık. Olgular değil ilgiler yaşanmakta; çünkü, hepimiz canlılar olarak önce nefes almak ve sonra yemek yemek, su içmek zorundayız.

Yazarın Diğer Yazıları

Vardın mı?

Toplumsal alanın içindeki cins kimlikleri arası anlaşmazlıkların aşılması ve barışın vurgulanması için 25 Kasım’ın duyurulması ve yaygınlaştırılması ehemmiyetli gözükmekte

Kriz nerede?

Sıkışan ve sayıca azalan hâkim bir burjuvazi ile orta üst sınıfların, eski devlet memurlarının ve de daha sonra “orta direk” olarak ortaya çıkanların ekonomik krizden kuvvetli bir şekilde etkilendiğini gözlemlemekteyiz. Alt diye adlandırılan sınıfların ise, maaşlı, emekli, işsiz vb. “açlık sınırında” olduğu belirtiliyor: Kriz!

Lizbon’da sanat haftası

Bu sene şehrin üç önemli müzesi Lisbon Art Weekend’in LAW’ın organizasyonunun içine girmiş bulunmakta: Gulbenkian Müzesi, MAAT Sanat, Mimari ve Teknoloji Müzesi ve de koleksiyonunda Picasso, Duchamp, Miro, Ernst, Bacon, Bourgeois, Judd gibi uluslararası sanat tarihi ustalarını bulunduran MAC/CCB. Bu müzelerde dünyanın önemli çağdaş sanatçıları sergilenmekte

"
"