Son günlerde; Türkiye’de sosyal medya haberlerine baktığımızda, bilhassa Kazdağları’nın ormansızlaşmasıyla birlikte, maden ve altın arayıcılığının doğal felaketi tetikleyici etkilerini ve aynı zamanda kuruyan gölleri okumaktayız. Türkiye’nin Batısından Doğusuna, Kuzeyinden Güneyine kadar etki altına alınmış olan bu yerlere ait haberler bizim iklim değişikliğine maruz kaldığımızı göstermekte. Suların eksikliğini duyacağımızı işitmekteyiz; bilim adamlarına, coğrafyacılara, jeologlara, iklim uzmanları ve deprem uzmanlarına göre, nefes alma imkanlarımız kısıtlanmış bir durumda yaşamaya başladık. İnsan eliyle doğa zapturapta alınmaya başlandığı bir dönemden (19.yüzyıl), yani buhar makinasının icadıyla birlikte başlayan sanayileşmeden bugüne, dünyamızın doğasındaki jeolojik zaman birimi değişmeye başladı. Holosen’den Antroposen’e doğru yol alan bir insanlığın parçası olmaya başladık uzun zamandan beri; ama özellikle buna dikkat çekenlerin sayısı 2000’li yıllarla birlikte artmakta. Biz de artan sorunlarıyla bu dönemin şahitleri olmaya başladık.
Dünya Kapitalist Sistemi’nin daha önce Güney Amerika ve Afrika’da başlattığı toprak ve insan sömürüsü bugün bizim topraklarımızı hedef almış görünüyor: Bu yerleri saymaya başladığımızda; Yassıada, Uzungöl, Bodrum, Kirazlı, Sinop, Cerattepe, Finike, Saros, Kazdağları, Fatsa ormansızlaşmanın (binlerce ağaç kesimi), maden ve altın çıkarmanın belirgin yerleri olarak geçmekte.
Başka bir döneme girmeye başladık: Jeologlara göre, buzul çağının bitmesinden itibaren Holosen adlı bir döneme girilmişti. Bu dönem yeni bir iklimin oluşmaya başladığı bir dönem olarak bazı canlıların yok oldukları bir zamana tekabül etmekteydi, çünkü küresel ısınmayla birlikte mamutlar, dinozorlar gibi soğuk iklime, buzullara dayanıklı olan canlıların neslinin tükendiği bir zaman geride kalmaya başlıyordu. Çocukluğumuzda, Resimli Ansiklopedilerde, bize 1960lı yıllarda öğretilmiş olduğu şekliyle, ancak resimlerini görebildiğimiz dinozorlar ve mamutlar, dünyada artık ancak hayal gücümüzü süslemekteler. Son yirmi yıl içinde Jurassic Park filmleriyle tekrar gündeme gelen dinozorlar bugün bilim kurgu ve korku filmleri ve dizilerinden çocukların oyuncaklarına kadar yansıdı. Neden acaba? sorusunu sorduğumuz zaman verebileceğimiz cevap herhalde, yeni jeolojik bir doğal çağa doğru girmekte olduğumuzdan dolayı olabilecektir. Yeni çağ ise bilim adamları tarafından verilen yeni kavramsal adıyla Antroposen olarak adlandırılmakta.
Pleistosen dönemi dünyanın jeolojik buzul çağına verilen isimdi ve bu dönem ancak bu iklime dayanabilen canlıların zamanıydı. Holosen ise dünyanın ikliminin bizim yaşadığımız dünyanın ikliminin, iddia edildiğine göre en müsaidiydi; ama bu demek değildi ki, bugün bizim anne ve babalarımızın yani sanayi toplumuna ait olan neslimizin (kapitalosen) yaşadığı iklimdi. Mesela biliyoruz ki, Afrika’da ortaya çıkan insan daha sonra göçlerle Asya’ya, Avustralya’ya, Avrupa’ya ve daha sonra da Amerika’ya doğru yol almıştı ( Bugün iklim değişiminden başlayan göçlerin sayısı artmaya başladı ve daha da artacak gibi görünüyor ). Holosenin mükemmel olarak nitelendirilen ikliminde insanlaşma dünyası ortaya çıktı: Neolitik dönemi.
Simon Lewis ve Mark Maslin gibi İngiliz coğrafyacıları Antroposen döneminin, buhar devriminden çok daha önce Amerika kıtasının keşfiyle başlamış olduğunu yazmaktalar. 2015 yılında Nature dergisinde yazdıkları “Antroposeni Tanımlamak” adlı ünlü makaleleri ile bu iddiaları eski dünya ile yeni dünyaya ait hayvan ve bitki türlerinin birbirlerine geçmeleriyle, mikropların kıtalar arası yolculuğuyla, dünyanın tarım, botanik, zoolojik haritası küreselleşmeye başlamasıyla alakalıdır. Biyolojik küreselleşme adını verdikleri bu dönemde birbirinden değişik yaşamlar ve canlılar birbirleriyle iç içe girdiler. Ve de bilhassa Amerikalı yerlilerin yaşadığı Amerika’nın keşfi sırasında, bu yerlilerin katledilmeleriyle birlikte onların nüfuslarındaki azalma, ormanlaşmayı geri getirdi ve tarım arazilerinin yerine ormanlaşmayı yeniden imkanlı kıldı. Bu büyük kıyım ve felaket sırasında, 60 milyon yerliden geriye 6 milyon yerli insan kalmıştı. Bu demografik çöküşle birlikte, dünya 1450 ile 1800 arasında yine soğuk bir dönem yaşadı. Sanayileşmeye kadar bu soğuk sürdü. Sonra yeniden insan merkezli bir dünya ile birlikte doğa katli başladı bugüne kadar gelen şekliyle.
Ama en büyük yıkım, Antroposen ile birlikte 16 Temmuz 1945 sonrasına rastlamakta: Nevada çölünde deneme olarak atılan atom bombası. Ve daha sonra nükleer araştırmalar ve denemeler). Nüfus artışı, sanayileşme ile birlikte kapitalist yaşam tarzında ve üretim biçimindeki zenginleşmeye katkı sağladı: Yabancı sermaye yatırımlarının dünyasal artışı, akarsulara, göllere yapılan barajlar, su tüketimindeki artışla birlikte su krizine doğru bizi sürükleyecek bir harcama modeli (musluklardan akan sularla arabaların yıkanması, çimlerin sulanması vb.) , gübre tüketimi, şehirleşme ve tarım toplumundan uzaklaşmayla birlikte yiyecek modellerinin değişmesi, yemek tüketiminde artışı ile birlikte kardiyo-vasküler rahatsızlıkların, hipertansiyonun artması, kağıt tüketimindeki artış (sadece kitaplaşma ve gazetelerle birlikte medya toplumunda, kamu oyu ve modern kamusal alanın oluşumu), Mc Donaldlaşma olarak adlandırılan hızlı ve kötü beslenme (obezleşmenin artması) , motorlu taşıtların artışı (şehirlerde betonlaşma, otobanların zift ve asfaltları vb.), telefon sistemleri, ve özellikle dünya çapında küreselleşen turizm (oteller ve buralardaki tüketim harcamaları).
Bu yaşam biçiminin beraberinde getirdikleri ise şunlar: Atmosferdeki karbondiyoksitin artması, ozon tabakasının yırtılması ve sert güneş etkisiyle birlikte sera etkisi yapan gaz emisyonları, Kuzey yarıkürede yüzölçümüne göre ısının artması, suların taşmasıyla sellerin baş göstermesi, okyanuslarda ekosistemin bozulması, biyolojik çeşitliliğin azalmasıyla türleri yok olan deniz mahsulleri ve balıklar, kıyılardaki biyokimyasalın etkileriyle kirlenme, ormanların yok edilmesi, oksijen eksikliğinin baş göstermesi.
Bütün bu saydıklarımız son yetmiş senelik bir hikaye; yani, düşünebiliyor musunuz ? Bütün bunları gören insanlar hala yaşamaktalar yeryüzümüzde. Bugün 70 yaşındaki bir insan bu yıkımı her gün ve her yıl izleye izleye yaşadı! Balıkların yok edilmesi, boğazlardan geçen Karadeniz’in balık türlerinin yok olması ve ender bir besin olarak pahalılaşması, denize girilen şehirlerde bu imkanların ya yok olması ya da kısıtlanması. Ekmeğin bile kalitesinin düşürülmesi ( glüten sorunlarının ve alerjilerin çoğalması).
Felsefenin icadı Atina’da gerçekleşti. Bir ortam, burada ortaya çıktı ve bilge dostu olan düşünür (filozof) ortaya çıktı. En bilinen diyaloglarından birinde, Platon, Gorgias adlı diyalogda, Sokrates’i Kallikles ile konuşturmaktaydı. Bu fikir tartışmasında iki unsur belirgin olmuştu: Doğal yaslara göre yönetmek ile insanın aklına dayanarak kurduğu yasalar üzerine olan diyalog. Akıl ile doğa arasında bir tartışmayı meydana çıkarmaktaydı. Ancak, Kallikles’in doğadan kastı, hükümdarın kendi gücüne ve zevkine göre halkını yönetmesindeki doğallıktı. Sokrates buna karşı çıkarak başkalarını akılla iyi yönetmenin önce kendisini iyi yönetebilen birisini olması gerektiği ve diğer insanları ancak bu şekilde iyi yönetebileceğiydi. Akıl ve doğa kuvveti arasındaki bu diyalogdan bugün geldiğimizde, Sokrates ile Kallikles’i yan yana koymak durumunda kalıyoruz sanki ? Akıl hem insana karşı hem de doğaya karşı kullanılması gereken bir fakülte (yeti). İnsan ve doğa iyi yönetilemezse yukarıda saymış olduğumuz felaketler ortaya çıkmakta ve bu durumun sorunluları ise sonuçta, kapitalizmin iç mantığı içinde kalarak sosyal devlet mekanizmalarının dışına çıkan neo-liberal ekonominin yol açtığı ve daha da açacağı tahribatlar çıkıyor karşımıza: Kapitalosen.
Hangi siyasi yönde olursa olsun, ülkelerin yöneticilerinin bunu dikkate almaları artık şart olarak durmakta. En azından “Paris Şartı” ile başlayan süreç daha da ileri götürülmesi gereken bir şart. Bunun bilincinde olmalı değil miyiz ?