Ülkemizin son 50 yıllık siyasi tarihini futbol jargonundan ödünç alacağımız bir ifadeyle özetleyecek olsaydık, “Türkiye umutlarını bir sonraki karşılaşmaya taşıdı”dan daha uygun düşen çok az ifade bulabilirdik sanırım.
Malum, UEFA kupası elemelerinde olsun, Dünya Kupası-Avrupa eleme grubu karşılaşmalarında olsun, futbolda en sık tanık olduğumuz gerçeklik “ümitlerimizi son maça taşıma” gerçekliği oluyor son yıllarda. Türk takımları turnuvalarda grup maçlarına iyi başlıyor, sonra işleri zora sokuyor, son karşılaşmalar yaklaştıkça taraftarlarını aritmetik bir takım hesaplara gark edip diğer takımların kendi arasındaki maç sonuçlarını takibe mecbur bırakıyor. Falanca takım öbürünü yenerse, filanca da deplasmanda 3 puan alırsa, biz de son iki maçımızı kazanırsak vs. ihtimaller dilden dile telaffuz ediliyor.
İşin duygu cephesi de şöyle gelişiyor: Kritik karşılaşmaları sabırsızlıkla bekliyor, büyük bir heyecan içinde izliyor, yüzümüzde ekşi bir ifadeyle de tamamlıyoruz. Medyamız maçın sonucunu “umutlarımızı bir sonraki karşılaşmaya taşıdığımız” şeklinde ifade ediyor, “gruptan çıkabilme” hayalimizi gerçekleştirebilmenin ihtimal hesaplarına ayrıntılı şekilde yer veriyor.
Bir zamanlar, Fethi Naci, “Türkiye'de ne kadar futbol varsa o kadar roman vardır" demiş ve şiddetli bir tartışmanın fitilini ateşlemişti. Naci o cümleyi kurduğunda, sanıyorum futbolda “şerefli mağlubiyetler” döneminden “gruptan çıkma” hayalini bir sonraki maça bıraktığımız bir döneme giriyorduk. Yine de o tarihlerden sonra elde edilen dünya üçüncülüğü ile Avrupa dördüncülüğü gibi istisnai başarıları hariç tutarsak, epeydir ümitlerimizin hep bir sonraki maça ve nihayetinde en son maça taşındığı karşılaşmalar izliyoruz. Sona doğru ince aritmetik hesaplar devreye giriyor ve çoğunda da ümitler o son maçta tükeniyor. Sahaya çıkmadan ve böylesi hesaplara gömülmeden önce yapmamız, yüzleşmemiz gereken bir sürü şey var ve bunları yapmıyoruz çünkü.
Neyse... Varmak istediğim yere geleyim... 2000’li yıllar için belki şöyle bir analoji yapmak mümkün: Türkiye’de ne kadar futbol varsa – aynı zamanda- o kadar da “siyaset” var. Siyasette durum futboldan pek farklı değil çünkü. Bir sürü sorunumuzla yüzleşir gibi yapıyoruz. Hukukun üstünlüğü, siyasal özgürleşme, demokratikleşme, Kürt sorunu, yapısal reformlar, şunlar bunlar… Türkiye bu en temel meselelerinde yıllardır çakılıp kaldığı o “gruptan çıkmak” işinde bir türlü ilerleme kat edemiyor. En fazla “umutlarını bir üst tura taşıyor.”
Bir anlamda, Türkiye “süreçler” ülkesi… Bizde bir çabanın ilerlemesi, ilerletilmesi pek söz konusu olmuyor… “Süreç” adı altında bir sigorta (!) tıpası var. Ece Ayhan yaşasaydı, “süreçlerimiz devamlıdır abiler” gibi bir özlü söz de kazandırabilirdi siyasi literatürümüze. Her adımında “hassas vatandaş”ına hassasiyetlerden hassasiyet sunan Ulu Babamız için en geçerli ifade “süreç devam ediyor” ifadesi oluyor. Bitmiyor bizde süreçler. Bitmesi, tamamına ermesi için değil sürmesi için var bütün “süreçler” çünkü. Dünyanın her yerinde ilerleme ya da müzakere denen şeylere süreç deriz mesela biz. Çözümü değil “çözüm sürecini” konuşabiliriz en fazla -ki o da, ağır ağır yol alışıyla sorunun bir parçası olmaktan öte geçmez.
2001 Ekonomik Krizi’nin ardından iflas etmiş bir ekonominin direksiyonuna geçen Kemal Derviş, bankacılık sisteminin sabit kur rejimine uyumsuzluğu yüzünden patlak veren bunalımı aşmak için yapısal reformların hızla yapılmasından yana olduğunu söylediğinde, Devlet Bahçeli, “devlet işleri aceleye gelmez” demişti.
Bizim devletimizin yaklaşımı senelerdir değişmiyor. Hiçbir işini “aceleye getirmiyor.” Mesela, 7 Mayıs 1995 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetinde Başbakan Tansu Çiller’in, "iddia ediyorum ki Türkiye en geç 3 yıl içinde AB'ye tam üye olacaktır" şeklinde demeci vardı. 1998’de girecektik yani AB’ye. Öyle demişti büyüklerimiz. Ama acelemiz yok. 20 yılı aşkın bir süre sonunda Türkiye gire gire Suriye’ye giriyor, Suriyeliler de sınır kapılarından bize!
Türkiye’ye 12 Eylül 1980 Darbesi’nin bir hediyesi olan yüzde 10 seçim barajı da bir başka “sürecimiz” oldu. ‘90’larda Kürt partilerinin önünü kesme işlevi gördü bu baraj. Ama bilen bilir, daha o zamanlarda bunun değişebileceği, değişmesi gerektiğini söylüyordu büyüklerimiz.
Bu baraj yüzünden 2002'de oyların yüzde 45'i çöpe gitmişti. Ardından baraj düşürülsün dendi. Ve AKP, 2005’de seçim barajını düşüreceğini söyledi. “Çalışmalar” başladı. Sonraki her seçim ve referandumda barajın kaldırılacağı ya da düşürüleceği vaatlerini duyduk. Her seçim sonrasında gazetelerde mutlaka bir “Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim sistemi reformu için düğmeye bastı,” haberleri yer aldı. Ama işte o düğme de bir “süreç” bizde. Öyle böyle bu kutlu barajımız kalkmadı ve bugün neredeyse 40 yaşına girdi.
AKP 17 yıldır iktidarda… Bundan beş yıl önce bir yazı kaleme almış ve İnsani Gelişmişlik Endeksi’nden tutun da, Küresel Rekabet Endeksi ile Küresel İnovasyon Endeksi’ne, 21. Yüzyılın Eğitim Becerileri Sahipliği’nden Demokrasi Endeksi’ne, Hukukun Üstünlüğü’nden Yolsuzluk Algı Endeksi’ne pek çok kategoride hangi noktada olduğumuza bakmıştım. Türkiye’nin 18 Kasım 2002’den 2014’e kadar kat ettiği mesafeyi, sübjektif yorumlara sıkışmadan, uluslararası kriterler temelinde yapılmış olan ölçüm ve değerlendirmeleri baz alarak görelim istemiştim. Sonunda hemen her konuda Türkiye’nin gerilediği ortaya çıkmıştı. Aradan 5 yıl daha geçti… Bir çok kategoride biz geriye, daha geriye gitmekle meşgulüz.
2016 öyle kanlı, acılı ve kötü geçti ve tarih öylesine tatsız ilerledi ki, sonrasında ruh halimiz de değişti ve “gruptan çıkar mıyız acaba” sorusunu soramaz olduk. 2019’un sonuna doğru İslamcısı, milliyetçisi ve ulusalcısı ile birlik ve bütünlük içinde Türkiye -bir kez daha- savaşta. 40 yıldır bir türlü dindiremediği “güvenlik” kaygılarını bu kez dindireceği ve 40 kere sınır aşıp kazıyamadığı “terörün kökünü” bu sefer kazıyacağı düşüncesiyle… Biz bunca yıl futbolda “gruptan çıkma ihtimalimizi” dert eder, siyaset yoluyla çocuklarımıza onurlu bir gelecek perspektifi bırakıp bırakmayacağımızı düşünürken, “Türkiye umutlarını bir sonraki karşılaşmaya taşıyacak mı acaba” derken, konu gelip sürüklendiğimiz Orta Doğu bataklığından çıkma ihtimalimize kilitlenmek üzere. Terörü bilemem ama bu geçen süre zarfında Türkiye hukukun kökünü kazıdı. Onu nasıl yeniden yeşertip eksiksiz her bir vatandaşımızın ve geleceğinin güvencesi yapmaya odaklanmadan da saplanacağımız hiçbir bataktan çıkmamız da mümkün olmayacak galiba.