Türkiye, cumhuriyet tarihinde çok sık tanık olmadığımız bir dönemden geçiyor. Yolu “bir hitabet sanatı” (!) olarak öfkeyle, “kininin davacısı bir gençlik” yetiştirme emelleriyle, “evlerinde zor tutulan kitleler” ile döşenmiş, yalan, kışkırtma ve tehditler ile beslenmiş bir nefret iklimi hakim oluyor Türkiye’ye.
Bu ülke aslında çok uzun yıllar muhafazakar iktidarların egemenliğinde kaldı. Ancak bir nefret ikliminin muhafaza ve müdafaasında bugünkü gibi bir ısrarı daha önce hiç bu kadar yakıcı hissetmemiştik.
Keşke mesele sadece bir kişinin ve ona bağlı bir aygıtın yüklendiği öfke ve nefret ile sınırlı olsaydı. Bugün o noktanın çok uzağındayız. Toplumun geçmişte birbirine büyük bir hoşgörüyle olmasa da tahammülle ve az çok nezaketle yaklaşmış kesimleri bugün birbirinden nefret eder bir halde.
Bugün herhangi bir topluluğa söyleyecekleriniz arasında sadece hakikati arayacak ve bu arayışı önyargısız bir şekilde gerçekleştirebilecek insan neredeyse hiç kalmadı. İnsanlar önce karşısındakinin “neci” olduğunu bilmek ve ona göre pozisyon almak, sonra da o ölçüde kırıcı/incitici olmak istiyor.
Bu bir anlamda ‘70’lerin sonlarındaki çatışmacı iklime benziyor. Ancak o dönemlerde nefret toplumun geniş kesimlerini içine alan bir karşıtlık ya da çelişkiden beslenmiyordu. Oysa bugün birbirinden nefret eden milyonlar var. Ve bu nefretin ardında aslında temel bir sağ/sol karşıtlığı da yok. Toplumun siyasete ve ekonomiye egemen güçleri kendilerine muhalefet anlamına gelecek farklı seslere karşı şiddetli bir tahammülsüzlük içinde. Muhalefeti neredeyse “haram” telakki ediyorlar. Gerçekler bazen böyle bir nefretin yersiz olduğunu haykırsa da, ihtiyaç duyulunca o gerçekler de eğilip bükülüyor, nefret bir şekilde canlı tutuluyor.
Buna karşılık toplumun laik/modern kesimlerinin önemli bir bölümü de iktidarın muhafazakarlık/din anlayışına yakın duran ve geleceğe yönelik endişelerini pekiştiren dindarlardan nefret ediyor. Bunların her ikisi de yerin gelince demokratik özerklik peşinde olan Kürtlerden nefret edebiliyor.
Bir ümitle ülkenin acı mağduriyetler tarihinde bir sürü paydaşlıkları olan sol ve demokrat çevrelere bakıyorsunuz. Ancak orada da yan yana duramayan, aksine aralarındaki mesafeyi gün geçtikçe büyüten, duygudaşlığı hızla eriten acı bir dil egemen oluyor. CHP, HDP ve BHH’den birbirlerine yönelik olarak dozu giderek artan sert suçlamalar geliyor. Bu gidişle seçim sürecinin sonlarına doğru onlar da aralarındaki eski duygudaşlığı nefrete çevirebileceklermiş gibi bir görüntü veriyorlar.
Böyle bir anlayışla hareket etmeyenler ise bertaraf olma seçeneğiyle karşı karşıya kalıyor.
Kuşkusuz nefret, yaşadığımız dönemin temel çelişkisi değil, o sadece olan bitenin bir sonucu, yansıması. Ama o kadar yoğun ki, karşısındaki her şeyi buharlaştırabiliyor. Biliyoruz ki, nefretin önü bu şekilde ardına kadar açılırsa, onun harekete geçireceklerinin önünde ne sol ve demokrat duruşu bir ahlaki, vicdani seçim olarak telakki edenler durabilir, ne de dinini istisnai bir ahlaki olgunluk olarak yaşama gayreti içinde olanlar. Yakın coğrafyamızda yaşananlar bunun en yakıcı kanıtıdır.
Çünkü eğer bir ülkede sağlam bir nefret iklimi varsa, gerisi teferruattır (!) Sonrasında o standart sopalar, kör bıçaklar vd. konuşur. Örselenmiş ruhlara “kış ortasında çilek bulmuş” gibi hissettiren, sahte ama sağaltıcı bir vaadi var çünkü nefretin; kişiyi bir adalet yürüyüşünde olduğu yanılsamasına sürükleyebiliyor.
İddia ediyorum, bugün adalet duygusu iyice zedelenmiş insanların ülkesi olarak Türkiye’nin en büyük sorunu bizleri direncimizi teslim alan derin bir uykuya yatırıp kendi ikliminin failleri haline getiren nefrettir, nefret kültürüdür. Bugün Türkiye bir Nefret Çağı’nın eşiğinde durmaktadır.
Bu nefret dinamosunu beslemekte ne kadar usta bir devlet aygıtına sahip olduğumuzu geçmişteki acı deneyimlerden gayet iyi biliyoruz. Unutmayalım ki, kendisini bu devletin gerçek sahipleri olarak görenlerin en büyük mahareti Kürt, Türk, Ermeni, Çerkez, Gürcü, Ezidi, Sünni, Alevi, Ortodoks, Katolik, Yahudi toplumlar arasındaki ihtilaf ya da gerilimleri ustaca kullanması ve beslediği nefret dinamosuyla korkunç suçlar organize edebilmesi, bunları faillerine işletebilmiş olmasıdır.
1914’te Foça’da komşusunu öldürüp evini yağmalayanlar da, 1915’te eşine rastlanmamış bir barbarlıkla tehcir konvoylarına saldırıp dereleri kana boyayanlar da, 1978’te Allah için komşusunu öldürdüğünü sananlar da başka bir takım makro planların failleri olsalar da, eylemlerini besleyen nefretleriyle kendilerince adalete (!) yaklaştıklarını düşünüyorlardı.
Tüm bu sebeplerle, bu gerçeklerin ülkenin vicdan cenahı içinde yer alan tüm kesimlere yüklediği bir sorumluluk var: Bu nefret ateşine artık bir tane bile ekstra odun taşımamak ve yeniden Türkiyelileşebilmek!
Bugün kimse Türkiyelileşme meselesini sadece HDP’nin önünde duran bir bahismiş gibi göstermeye kalkışmasın. Yakın geçmişte ektiğimiz nefret tohumları ve aralarımıza ördüğümüz duvarlar yüzünden bugün ülkedeki tüm siyasi partiler değişik ölçülerle de olsa Türkiyeliliklerini yitirmiştir. Ve bir şekilde bu sıvayı yeniden karmak, yeniden Türkiyelileşmek durumundadırlar.
Umberto Eco, muhteşem eseri Gülün Adı’nda aslında Avrupa’ya Rönesans iklimini taşıyanın arka planda “kahkahanın keşfi” olduğunu ortaya koymuştu. Türkiye’de bizi yeniden asgari müşterekler etrafında bir araya gelebilen bir toplum yapacak olan siyasi kadrolar ve liderler, her şeyden önce kalplerimize çöreklenmiş hoyratlık ve nefreti silmeye, “uzlaşma kültürünün keşfi” ile kendi Rönesans’ımızı gerçekleştirmeye aday olanlar arasından çıkabilecektir.
Türkiye’nin demokratik bir anayasaya ihtiyacı bâkidir, ama sözünü ettiğimiz misyonun anayasa yapmakla da bir ilgisi yoktur. Hatta yeri gelmişken ilave edelim. Müzakerelerde bir büyük barışın temel omurgası olarak görülerek kamuoyuna ilan edilen 10 başlığa belki 11.sini bir öneri olarak şu şekilde ilave etmek lazım:
11. Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümlere eşlik edebilecek şekilde, ama onlara da pek ihtiyaç duymadan, bu ülke insanlarının kalplerinde ötekine yönelik öfke ve nefreti silip, uzlaşma kültürünü, uzlaşma dilini ve dayanışmayı yeşertebilecek yeni bir iklim tesis edilmelidir. (Çünkü bilinmelidir ki, uzlaşma kültürü tesis edilmeden kalıcı bir barış oluşturulamaz.)
Böyle bir iklimin tesisi misyonuna soyunacak kadrolar ihtiyaç duyacakları kaynak ve enstrümanları isterlerse bizi geçmişte bir toplum yapan insani değerler heybesinden bulabilirler.
@akdoganozkan