Bundan tam 36 yıl önce bugünlerde, “Burhan Felek, “Türkiye’yi şimdiye kadar Allah korumuş ve bu işi ordumuzun omuzlarına yüklemiştir,” diye yazmıştı.
Felek bu cümleyi Maraş Katliamı’ndan 4-5 gün sonra, “kanlı bir çatışmadan ülkemizi kurtarmak için ordudan hizmet beklediğini” ifade ettiği köşe yazısında kurmuştu. Yazı “Orduya Selam” başlığıyla Milliyet gazetesinin ikinci sayfasında 30 Aralık 1978 tarihinde yer alıyordu.
“Şeyh-ül Muharririnimiz”, Alevileri Maraş’ta “Allah için” kıtır kıtır kesmeye çağıranların bu “koruma” görevinden pek de haberdar olmadıklarını muhtemelen bilmiyordu. Ordumuzun “omuzlarındaki bu yükü” nasıl “paylaştığı” da adeta bir “mezbahaya” dönmüş şehre katliam tamamlandıktan sonra girmesinden belliydi.
Olaylar merkez medyamızda “çirkin provokasyon” olarak sunulduğu için halkın büyük bir kesimi için katliamı, arkasındaki katilleri ve azmettirici “zinde güçleri” görebilmek pek mümkün değildi. Maraş’ta neler olup bittiğini ancak görgü tanıkları vasıtasıyla öğrenebiliyorduk.
Daha 2-3 aylık taze bir üniversite öğrencisi olarak olup bitenleri olayların önemli bir kısmına tanıklık etmiş Maraşlı bir arkadaşımdan dinlemiştim. Daha siyasi fikirleri şekillenmemiş, elinde vicdanından başka pusulası olmayan bir genç olarak duyduklarım kanımı dondurmaya yetiyordu. Bu ülkede Alevi komşularını “Allah için” kör bıçaklarla, baltalarla doğramaya davet eden insan müsveddeleri vardı.
Benim için bir kırılma anıydı...
Dönemin puslu havasında işlenen siyasi cinayetlerden ötürü öğrenime kapanan üniversitemize 1979’un şubatında yeniden döndüğümde kendimi ilk kez bir protesto yürüyüşünde buldum. Hayatımdaki ilk siyasi talebimi ilk kez katıldığım yürüyüş sırasında Maçka’dan Beşiktaş’a inen sokaklarda bazen gözlerimde yaşlarla dillendiriyordum:
“Maraş’ın Hesabı Sorulacak!”
Ne düşündüm bilmiyorum. Muhtemelen bu ülkenin hukuk adamları olan bitenlerin içyüzünü tıpkı benim gibi öğrenecekler ve bu hesabı soracaklardı. Böyle düşünmüş, böyle ummuş olmalıyım. Ama ne kadar bir zaman biçtim kafamda bu hesap için, hatırlamıyorum.
***
Aradan yaklaşık 30 yıl geçti.... Bir gün kendimi bir kez daha bir sokak yürüyüşünde buldum. Bu ülkede aynı havayı soluduğum için ancak iftihar edebileceğim bir insan, Hrant Dink bir suikast sonucu artık yoktu! İnsanın kendisini çaresiz, beyhude ve utanç içinde hissetmesi nasıl bir şeydir, bunu bilecek yaştaydım artık. Muhtemelen bu yüzden gözlerimde eskiye göre daha fazla yaş birikiyordu.
Dink ailesi Agos’un önünden Yenikapı’ya doğru yapılacak yürüyüş sırasında slogan atılmamasını özellikle rica etmişti. Ancak bazı gruplar ailenin bu çağrısına uymuyorlardı. Hoş değildi. Ama işin doğrusu öyle anlarda benim de bağırasım geliyordu. Fakat ne diyeceğimi, ne diye bağıracağımı bilmiyordum! Aklıma otuz küsur yıl önce kalakaldığım yerden devam etmek dışında bir şey gelmiyordu. İçimde dışıma taşamayan, ses olamayan tanıdık bir çığlığın yükseldiğini hissediyordum:
“Maraş’ın Hesabı Sorulacak!”
Ben orada kalmıştım. Zira aradan otuz yıl geçmiş olmasına rağmen, adaletin ülke tarihinin en kanlı katliamlarından birine yönelik hesabı hâlâ açıktı. Katliamın faillerinden bunca yıl hukukun önünde hesap sorulmadığı gibi Maraş’ın üstüne “çirkin provokasyon” diye sunulan başka cinayetler, katliamlar da binmişti.
Ne çok hesap birikmişti. Bağıra bağıra haykırasım vardı. Ama bulabildiğim kelimeler sadece içimden yükseliyordu:
“Maraş’ın Hesabı Sorulacak!”
***
Bugün “Orduya Selam” çakan “münevverlerimiz”, darbe çağrısı yapan “muharrirlerimiz” yok çok şükür. “Milli İradeye” selam çakanların ağırlığını hissediyoruz yoğun bir biçimde ama gel gör ki, hukuksuzluk hâlâ iktidarda bu ülkede. Hiç bir siyasi cinayet aydınlatılabilmiş, hiç bir hesap görülebilmiş değil! 2015’e girerken katliamlar, linçler değil, onları anma etkinlikleri yasak bu ülkede! Ve içinde CHP’ye laf çakma imkanı olmayan katliamlar hatırlanmıyor bile.
2015’te çıkacak bilmem kaç ayaklı ve bilmem kaçıncı “demokratikleşme paket”ini bir lütuf gibi beklememizi isteyenlerin iktidarda olduğu bir ülke burası. 2014 Türkiye’sinde Diyarbakır’da, Cizre’de “çirkin provokasyon” tezgahlayabilenlerin!
Hak, hukuk, adalet yerine, onların “süreçlerini” sevenlerin, hukuku sürecinden ekmek yemeye yarayan bir laf cambazlığı vesilesi sayanların ülkesi!
Katili görenlerin, teşhis edip ipliğini pazara çıkaranların ülkesi değil, katili adaletten kaçırıp, üzerine bir de maktulün ailesiyle alay edebilenlerin ülkesi. Hrant Dink, Ethem Sarısülük, Berkin Elvan ve Ali İsmail Korkmaz davalarında da görüyoruz bunların örneklerini.
Biz görüyoruz. Ama onlar, adaletin terazisini ellerinde tutanlar katliamı, katliamları 36 yıl önce olduğu gibi bugün de göremiyor. Çünkü adalet tanrıçasının gözlerine perde, “hassas” gözbebekleri ışıktan ve gerçeklerden etkilenmesin diye çekiliyor bizim ülkemizde. Eldeki verileri sadece hukukun süzgecinden geçirsin, başka şeylerden etkilenmesin diye değil!
Gözlerimizde o perdeyle geze geze, ıslık çala çala geldiğimiz yer bir uçurumun kıyısı; buradan öte yol yok! Buradan ötesi kimlikler üzerinde yükselen toplu barbarlık histerisi!
Asgari müşterekler temelinde bir araya gelmiş ve hukuku hakim kılabilmiş bir toplum olabilmek için önce çaldığımız o pervasız ıslığı kesmemiz, üzerinde tepindiğimiz coğrafyayı koca bir “mezarlığa” çevirdiğimizi hatırlamamız lazım.
Ümidim az ama 2015 umarım birbirimizin acısını hissedebildiğimiz, yasını tutabildiğimiz, zulme ortak körlüğümüzle vedalaşabildiğimiz, cellatları günışığında çırıl çıplak görebildiğimiz bir yıl olur.
twitter: @akdoganozkan