03 Eylül 2013

Kahrolsun bağzı benzerlikler! Yaşasın hafızamız!

Türkiye’de sokak, cumhuriyet tarihimiz boyunca bazı istisnalar dışında genellikle sakin bir yer oldu. 1989-1991 İşçi Eylemleri ile 2013 Gezi Direnişi, hak taleplerinin aylar boyu kitlesel bir biçimde sokaklarda dile getirildiği belki de en önemli iki istisnayı teşkil eder. Bu kitlesel eylemler için modern Türkiye tarihinde yeni muhalefet etme biçimlerinin ipuçlarını ortaya çıkaran iki önemli milat diyebiliriz

Türkiye’de sokak, cumhuriyet tarihimiz boyunca bazı istisnalar dışında genellikle sakin bir yer oldu. 1989-1991 İşçi Eylemleri ile 2013 Gezi Direnişi, hak taleplerinin aylar boyu kitlesel bir biçimde sokaklarda dile getirildiği belki de en önemli iki istisnayı teşkil eder. Bu kitlesel eylemler için modern Türkiye tarihinde yeni muhalefet etme biçimlerinin ipuçlarını ortaya çıkaran iki önemli milat diyebiliriz.

1989-1991 İşçi Eylemleri, hak ve hukuk arayışlarına 12 Eylül 1980 darbesiyle set çekilmiş çalışanların yeniden sokaklara indiği ilk kitlesel ve daha da önemlisi kendiliğinden gösterilerdi.

2013 Gezi Direnişi ise ağırlıklı olarak modern orta sınıfın taleplerini temel alıyordu. Askeri vesayet rejimi geriletilmişti. Bu ortamda bu kesimler, iktidarların hükümet etme tarzlarıyla, üslubuyla büyük ihtilaflara düştüklerinde, artık “göreve çağıracakları” (!) bir “vasilerinin” bulunmadığını fark etmişlerdi. Modern orta sınıflar yaşam tarzlarına ve kentleriyle ilgili tasarruflarına yönelik müdahale ve kararlara itirazlarını dillendirmek istediklerinde sivil ve toplumsal bir muhalefetin tohumlarını bizzat atmak zorundaydılar. Onlar da öyle yaptılar.

Cumhuriyet tarihimizin bu iki önemli kitle eylemi arasında çeyrek yüzyıla yakın bir zaman dilimi var. Eylemlerin amaç ve kapsamı, yöneldiği hedefler ve kullanılan araçlar açısından benzemezlikler mevcut! Ancak çarpıcı benzerliklerin varlığı da yadsınamaz. Bu benzerliklerin ortaya konması, Ortadoğu’da savaş tamtamlarının dinmediği şu günlerde geçmişten ders çıkarmak ve buna uygun değerlendirmeler yapıp tutum almak için çok önemli.

\

 

İki farklı döneme ait bu kitle eylemleri arasındaki benzerlikleri ortaya koymadan önce, geçmişe dönüp ‘90’ların hemen başında bu ülkede neler olduğunu hatırlatmak istiyorum. Tabii bugünü hafızamızda tutmaya çalışarak. Sonra benzerliklerin neler olduğunu daha iyi görebiliriz.

1. 1989 baharında Türkiye’de yollar ve meydanlar, “Bahar Eylemleri” adı verilen direniş ve gösterilere tanık oldu. 12 Eylül sonrasının bu ilk büyük kitlesel hareketinde, başta işçiler olmak üzere toplumun değişik kesimleri sokaklara indi. İşçilerin talepleri, yıllar içindeki hak kayıpları ve ücretlerdeki reel gerilemeden kaynaklanıyordu. 1980 Darbesi’nin ardından ilk kez –dönemin aydınlarının yaptığı nitelemeyle- sanki “hava dönmüş”, yel “işçiden yana” eser gibiydi.

Türkiye sokaklarındaki bu yeni eylemlilik hali, 1990 yılına da sarktı. Ancak tam da o tarihlerde, bölgemizde beklenmedik bir gelişme oldu. Irak “tarihten gelen haklarını” gerekçe göstererek, 1990 yılının 2 Ağustos günü, Kuveyt’i işgal ediverdi.

2. 1980’li yıllarda Batı’nın bölgedeki müttefiki olarak görülen Irak lideri Saddam Hüseyin, Kuveyt işgalini ABD’nin gizli onayıyla gerçekleştirmişçesine rahattı ilk zamanlar. Gerçek böyle bile olsa, Irak lideri aslında bir fare kapanına sürüklenmişti. Olayı başta sadece kınamakla yetinen ABD ve müttefikleri, Basra Körfezi’ndeki bu küçük “krizde” büyük bir “fırsat” görmüştü. Washington yönetimi Saddam’ın elinde “dünyayı vuracak, kasıp kavuracak” bir “süper top” bulunduğu yalanıyla dünya medyasını manipüle etti. Ardından da, “tehdit önleyici müdahale” (preemptive strike) konsepti temelinde Körfez’de tarihin gördüğü en büyük askeri yığınağı yapmaya başladılar.

3. Körfez’deki bu hareketlilik aylarca devam etti. Başta her şey bir şov gibiydi. Savaş çıkacağına pek ihtimal verilmiyordu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bu kriz vesilesiyle “1 koyup 3 almak”tan söz ediyor, “AB üyeliği kucağımıza düşecek” şeklinde özetlediği “vizyonuyla”, doludizgin savaştan yana tavır koyuyordu. Tarih 15 Ocak’tan 16 Ocak’a (1991) dönerken, Amerikan savaş uçakları Suudi Arabistan’daki üslerinden kalkarak Irak’ı vurmaya başladı. Türkiye güney sınırında bir anda binlerce mülteci buluverdi.

4. Savaş öncesinde Irak’la milyarlarca dolarlık ticareti olan Türkiye, 1. Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç almak” bir yana, kuru bir “teşekkür” bile alamıyordu. Savaşla Irak’ın elinden kurtarılan Kuveyt, “USA Today” gazetesinde harekata katkı veren 30 ülkeye şükranlarını sunarken, göze batacak denli “fırsatçı” bulduğu Türkiye’yi es geçmişti.

5. Savaş öncesinde Türkiye’de toplumsal mücadeleler tarihi açısından pek çok “ilk” yaşanıyordu. 48 bin işçi için Türk-İş’e bağlı Genel Maden İş sendikası ile işveren arasında sürdürülen toplu sözleşme görüşmeleri sonuçsuz kalınca, greve gitme kararı alındı. 
Ve ülke 30 Kasım 1990 ile 6 Şubat 1991 arasında, Türkiye işçi sınıfı tarihinde görülen en büyük direnişlerden birine sahne oldu. İşçiler ilk kez o dönemde toplu olarak işe gelmedi. İlk kez 600 bin işçi aynı günde greve gitme kararı aldı, yüzbinlerce işçi aynı günde toplu viziteye çıkma eylemi yaptı. Ve ilk kez bir şehir (Zonguldak) Ankara’ya doğru yürüyüşe geçti. Yollar, sokaklar yeniden ısınıyordu.

6. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, savunduğu ekonomik politikalar ve grevlere karşı tutumu nedeniyle bu mitinglerde kısa süre içinde işçilerin başlıca hedefi haline geldi. Sokaklar, “Çankaya’nın Şişmanı İşçi Düşmanı” sloganıyla çınlıyordu.

7. Dış politika hararetlendikçe ülke içindeki direnişe karşı da sertleşme emareleri görüldü. Körfez’deki savaşın başlamasından yaklaşık 10 gün önce, 4 Ocak 1991’de grevdeki işçileri Ankara’ya götürecek olan otobüslerin Zonguldak’a girmeleri güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine Genel Maden İş Sendikası’nın Genel Başkanı Şemsi Denizer önderliğindeki 70 bin işçi, kar-kış demeden Zonguldak’tan Ankara’ya yürüme kararı aldı. Dağ-bayır aşarak yürüyen işçilerin yolları 6 Ocak’ta dozerlerle kesildi. Geceyi dağlarla çevrili açık arazide geçiren binlerce işçi, ateş yakarak ısınmaya çalıştı. 7 Ocak’ta barikata yakın noktadaki 200 kadar işçi gözaltına alındı. 112 kilometrelik yürüyüşlerine Ankara yolu kavşağına 8 km kala son vermek zorunda kalan işçiler Zonguldak’a dönerek greve devam ettiler. 


8. O dönemde Özal, ABD’yi ve “Prezidan Buş”u Körfez’de Irak’a karşı bir askeri harekata ikna etmek için epey çaba gösterdi. Çabalarının dayanakları ve sonuçlarından en son Türkiye’de yaşayan bizler haberdar oluyorduk. Türkiye, 16 Ocak’ta başlayan harekatla birlikte aslında savaşa girdiğini hükümet üyelerinden değil, CNN International’dan öğreniyordu. Irak Adana’daki İncirlik üssünden kalkan Amerikan uçaklarıyla yoğun bir şekilde vuruluyordu. Üssü ABD’ye kullandırma yetkisinin Meclis’te mi, Savunma Bakanlığı’nda mı, yoksa Genelkurmay’da mı olduğu konusunda trajikomik diyaloglar sahneleniyordu. Aslında bu 3 kurum da devre dışıydı. TRT, CNN’den aldığı görüntülerde laf İncirlik’e ve oradan kalkan uçaklara gelince yayını anında kesiyordu. Temsilcileri, vekilleri karar alma sürecinin dışında tutulan halk, bilgilenme hakkından da mahrum kılınmıştı. Türkiye’nin savaşı naklen yayınlanmıyordu.

9. Özal’ın “tek adam” tutumu aslında kendisini içerde başta fark edemediği bir “derin yalnızlık” içine itiyordu. Cumhurbaşkanı güçlü yetkilerle donanmış bir “Başkan” gibi davranıyordu. Körfez’de büyük bir savaşın eşiğine gelinirken Türkiye’de sadece Genelkurmay ve yasama değil, yürütme de devre dışıydı. En başta da Dışişleri Bakanlığı. Tek bir adam her şeye karar veriyordu. Dışişleri Bakanı Ali Bozer, Özal’ın Washington’da Başkan George Bush ile yaptığı ve mevkidaşı James Baker’ın da hazır bulunduğu görüşmeye alınmayınca 12 Ekim 1990’da istifa eti. Bozer’in yerine göreve getirilen Ahmet Kurtcebe Alptemoçin, 22 ülkenin imzaladığı Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’na (AKKA) dahi imza atamamış, devre dışı bırakılmış tek “Avrupa”lı Dışişleri Bakanı oldu. İmza atmak için monşerlere ihtiyaç duyacak değildik! Mesut Yılmaz’ı 2 yılda, Ali Bozer’i 8 ayda devre dışı bırakan Özal, Alptemoçin’i de 1,5 ayda “pasif” bir konuma itiverdi. Baker’ın Türkiye’ye yapacağı ziyaretin ertelenme haberi bile kamuoyuna Dışişleri yerine Cumhurbaşkanlığı sözcüsü tarafından iletiliyordu.

Dönemin en önemli özelliği, “Cumhurbaşkanı Özal tarafından bilgilendirilmek” idi. Türkiye ABD’ye “stratejik işbirliği” öneriyor, ancak Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Murat Sungar, gazetecilere konu hakkında bilgi sahibi olmadıklarını açıklıyordu. Dışişleri “Cumhurbaşkanı’nın ABD ziyareti sonrasında bilgilenecekti.”

Cumhurbaşkanı’nın “tek adam” şeklindeki bu devlet anlayışından rahatsız olan sadece Dışişleri değildi. Savunma Bakanı Safa Giray 18 Ekim 1990’da, Giray’dan boşalan göreve getirilen Hüsnü Doğan 22 Şubat 1991’de, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ise 3 Aralık 1990’da istifa ettiler. Türkiye Körfez Savaşı’nın son haftasını –pratik olarak savaşta olan bir ülke için inanılmaz bir şekilde- bir savunma bakanından yoksun olarak geçirdi. NATO karargahındaki askeri yetkililer 7 yılda 6 kez değişen savunma bakanlarımıza yaptıkları tanışma-nezaket ziyaretlerinden “yorgun düştüklerini” gülümseyerek ifade ediyorlardı.

10. ABD ve müttefiklerinin “Çöl Fırtınası Harekatı” adını verdikleri savaş başladığında, Türk hükümeti için meselenin sadece bir dış politika meselesi olmadığı anlaşıldı. Hükümet “krizi” kısa bir süre içinde “iç mihraklara” karşı mücadelede “fırsat” olarak görüverdi. 25 Ocak’ta Körfez Krizi nedeniyle ülkedeki tüm grevler 60 gün süreyle ertelendi. 48 bin maden işçisini kapsayan toplu sözleşme, 6 Şubat 1991’de hükümetin teklif edip sendikaların reddettiği rakamlar üzerinden imzalandı. Körfez’deki savaş gerekçe gösterilip grevlerin yasaklanması, özellikle Ankara’ya yürüyüşlerini kesip direnişlerini Zonguldak’ta sürdürme kararı alan işçiler için büyük bir darbe oldu.

Öte yandan, SHP öncülüğünde düzenlenen ve bir süre sonra iktidarın boy hedefi haline gelen “Savaşa Hayır” mitingleri savaşla birlikte bıçak gibi kesildi. Okuduğu lisenin duvarına “savaşa hayır” yazılı bir karton asan 16 yaşındaki bir genç, 75 gün süreyle tutuklu kaldı. Silahlar konuşmaya başladığında hak ve barış talebi içinde olan yığınların sesi bir anda kesiliyordu. Türkiye topyekûn bir savaşın içinde olmasa da, Türk askeri tek bir kurşun atmasa da, demokratik hakları baskılamak, sokakların yeniden hareketlendiği bir dönemde kazanımları geriletmek için eşsiz bir fırsat ele geçirilmişti. Gereği neyse yapıldı!

Hatta fazlası da... Malum, Körfez Savaşı’yla birlikte Kürtler Irak’ın kuzeyinde özerkleşme olanağı bulunca, bölgede “1 koyup 3 almayı” bekleyen Türkiye bundan “rahatsız oldu” ve kendi Kürt kökenli vatandaşlarına karşı tarihin en kirli savaşlarından birini uygulamaya koydu. Bu kez “fırsat”ları “olağanüstü hal” ile kendi savaşımızda yarattık: 17 bin faili meçhul, ölüm kuyuları ve nicesi...

\

 

Bu uzun tarih yolculuğunun ve hatırlatmaların ardından şimdi 1989-1991 İşçi Eylemleri ile 2013 Gezi Direnişi arasındaki benzerlikleri temellendirebiliriz:

  1. Her iki kitle eylemi de uzun bir suskunluk dönemi ardından gelen, halk hareketleridir.
  2. Her iki eylem de merkezi bir otoritenin önderliği olmadan başlamış, kendiliğinden hareketlerdir. Ve kolay sönümlenmemişlerdir.
  3. Her iki eylemde de iktidarda Türkiye’yi görece refaha ulaştırdığı varsayımını taşıyan siyasal kadrolar vardır. Ve bu kadrolar her iki eyleme de hazırlıksız yakalanmış, büyük hatalar yapmış, daha sonra da bu hataların bedelini kitlelere ödetme yoluna gitmişlerdir.
  4. Her iki kitle hareketi de Türkiye’nin dış politika alanında yeni aktif “serüvenlere” (!) yöneldiği bir dönemde gerçekleşmiştir.
  5. Her iki kitle eylemi sırasında Türkiye neredeyse tek bir kişinin otoriter devlet anlayışına maruz kalmış, yasama her daim, yürütme ve Genelkurmay ise yer yer devletin karar mekanizmalarından dışlanmıştır.
  6. Her iki eylemde de kitlelerin bu otoriter kişilikle olan sorunları bir süre sonra gösterilerde öncelikli yeri işgal eder hale gelmiştir.
  7. 1989-1991 eylemleri Türkiye’yi 1. Körfez Savaşı ortamına sürükleyen otorite tarafından bu savaş durumu bahane edilerek ezilmiş, iç politikanın harareti dış politikanın yüksek alevleri içinde eritilmiştir. Türkiye’de 2013 Gezi Direnişi ile filizlenen yeni toplumsal muhalefet ise çok sert karşılık gördü. Ancak bölgemiz yeni bir savaşa doğru sürüklenmek isteniyor. Muhalefetin olası bir savaş hali uygulama ve gerekçeleriyle daha sert şekilde ezilip ezilmeyeceğini ise zaman gösterecek. Dolayısıyla 1989-1991 işçi eylemleri ile 2013 Gezi Direnişi arasında bu şekilde bir yedinci benzerliğin kurulup kurulamayacağını şimdilik bilemiyoruz.

Yukarıda sıraladığım benzerliklerden doğru dersleri çıkarmalıyız. Tarihin -7. maddede dile getirdiğim- böyle bir benzerliği de kayıt düşmemesi için, bundan çeyrek yüzyıl önce bir savaşa nasıl gidildiğini ve o savaştan nasıl “çıkıldığını” iyi hatırlamak lazım.  Akıbetini o dönem pek öngöremediğimiz 1. Körfez Savaşı’nın burada yer veremediğim başka vahim sonuçları da oldu. Ancak bundan sonra sürükleneceğimiz yeni serüvenlerin bizleri nasıl bir bölge ikliminin içine iteceğini öngörmek için kahin olmak gerekmiyor.

Dolayısıyla, aklı ve vicdanı olan kesimler iktidarın olası bir savaşı iç sorunlarını “çözmenin” (!) bir aracı olarak da görmesine ve bu ülkeye daha büyük bedeller ödetmesine engel olmak durumundadır. Gezi Direnişi ile filizlenen yeni toplumsal muhalefetin geçmişteki gibi ezilmemesi için “barışı” gündeminin merkezine yerleştirmesi artık pratik bir zorunluluktur.

Savaş tarihteki epeyce örneğin gösterdiği gibi, birileri için ürkülen bir “kriz” değil, koz, kart, denklem, masa gibi sözcüklerin arasından sırıtarak işaret edilen bir “fırsattır” (!). Bu ülke bize savaşın “fırsat” olduğunu haykıran fırsatçıların çiğ vizyonlarıyla işaret ettikleri istikametin peşinden gitmenin bedellerini ödüyor yıllardır!  (Onların bazı sonuçlarıyla doğru dürüst yüzleşebilmiş bile değiliz!) O yüzden, kahrolsun bağzı fırsatçılar ve kahrolsun bağzı benzerlikler!

Yaşasın Hafızamız!

Twitter: @akdoganozkan

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"