“17 Aralık Krizi” denilen devletteki altüst oluş sonrasında çeşitli çevrelerde kimi tespitler yapılır oldu. Bunlar arasında öne çıkan dördünü ve gerçeklikle ilişkilerini şöyle sıralayabiliriz:
a. “Ortada ucu tepelere kadar uzanan ve üzerine gidilmesi gereken bir yolsuzluk, çürümüşlük var,” seçeneğini işaretleyenler doğru söylüyor.
b. “Yolsuzluk bahane, ortada iktidarı hedef alan ve çok açık, seçik görülebilen bir komplo var,” seçeneğini işaretleyen de doğru söylüyor.
c. “Bu komploysa, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla milli orduya kurulan da bir komplodur, kumpastır,” diyenler doğruyu söylüyor.
d. “İktidar bir darbeyle yargıyı ele geçirmeye yönelik girişimlerini meşrulaştırmak için ‘milli orduya da kumpas kuruldu’ tezinden yarar umuyor,” diyenler de doğruyu söylüyor.
Evet, dört tespit, dördü de doğru! Ama her biri yalnız başına ifade edildiğinde, gerçekliğin epeyce bir kısmını dışarda bıraktığı için, eksik tespitler bunlar.
O yüzden 4 doğruyu bir araya getirdiğimizde aslında 1 yanlışa ulaşıyoruz.
O koca 1 yanlışa da Türkiye diyoruz.
Burası 4 doğrunun 1 yanlış edebildiği bir ülke.
Şu yaşadığımız gayrı-nizami harp (!) benzeri koşullarda bir takım eşitlikler birbiriyle giderek daha özdeş hale geldiği için, aslında “4 yanlışın 1 doğru edebildiği ülke” de diyebiliriz. Ama o 1 doğruyu (!) başka bir yazıya bırakalım. Zira bu yazıdaki niyetim dört doğruyla ulaştığımız o “1 yanlışın” üzerinde durmak.
Giderek daha belirgin bir şekilde görülüyor ki, bu yanlışın temelinde siyaset anlayışımıza ilke merkezli bir bakışı yeterince yansıtamamak yatıyor.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında da bu toplum böyle bir bakışın sınandığı çok sayıda sınavdan geçmişti. Örneklerle uzatmayım, o tarihlerde de en ciddi “sivil” sınavlarımızda ilke merkezli bakışımızın pek olgunlaşmadığını görmüştük.
Siyaset sahnemizdeki iktidarlarını 1980 sonrasında iyice pekiştiren güçler -özellikle de 1982’de yapılan anayasa referandumu öncesinde- bazı muhalif sesler duyduklarında, “12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz” diye çıkışarak yüksek perdeden ayar verirlerdi.
12 Eylül’ün en büyük başarısının bu cümleyi birilerine büyük bir rahatlık ve özgüvenle kurdurabilmek olduğunu düşünmüşümdür.
Ak Parti iktidarı da benzer bir “başarı” ve özgüveni 2010 sonrasında kendi hanesine yazdırmak istedi. Bu kez eksi gerçekçiliğin kurnazlığıyla...
Vesayet sistemini gerileteceği iddiası taşıyan 2010 yılı anayasa referandumunu –ironik bir şekilde- 12 Eylül tarihine getirmesi ve 1980 darbesiyle hesaplaşacakmış gibi, o zihniyetin devlet aygıtları içindeki uzantılarını tümüyle kazıyacakmış gibi yapması, bu “başarının” yolunu açmada epeyce etkili oldu.
Referandum sonucunda Adalet Bakanlığı’nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu (HSYK) denetleme yetkisi şeklen de olsa elinden alınıyor, böylece kurula “bağımsız” bir işlerlik kazandırıldığı ilan ediliyordu. İktidar ve çevresinin “devrim” diye nitelediği bu düzenlemeler temelde kurulun üye sayısı ve atanma şekillerini değiştirmiş oluyor, bu da yargıya iktidar bloğunun adamlarının atanmasını kolaylaştırıyordu.
İktidar yanlısı çevrelere göre, 12 Eylül eskisini tarihe gömen yeni bir milattı ve bizler artık “yeni bir ülkede yaşıyorduk”. Dolayısıyla bu referandum ile onaylanan “devrim kazanımlarına” muhalefet edilmemeliydi. Edenler karşılarında “12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz” diyenleri bulacaktı.
Ancak Türkiye ilginç bir ülke. “12 Eylül öncesine dönme” talebini dillendirip bunu aksiyona da çeviren politik özne, siyaset hayatında ilk büyük ciddi sınavına çıkan iktidar partisi oldu. Çünkü, iktidar partisi bu “devrimle” oyuna getirilmiş, “aldatılmış” ve kötü niyetli bir “kumpasa maruz kalmıştı”. Devlet içinde meğer başka bir devlet oluşmuştu. Bunu “17 Aralık Krizi” ile anlamıştı.
Bu (paralel) devleti sonlandırmak isteyen iktidar partisi daha önce “bağımsız” olması gerektiğini düşündüğü HSYK’yı tamamen kendi denetimine alacak, hatta onu Adalet Bakanlığı’nın bir tür şube müdürlüğü düzeyine indirecek bir çalışmanın hazırlıklarına başladı.
Aslında 12 Eylül (2010) referandumu ile en az doksan yıllık bir vesayetçilik geleneği bir tekelci aktörden alınarak kendisine yeni siyasi tekel rolü biçen bir başka aktöre veriliyordu. Olan buydu. Direksiyondaki sürücünün değişimini “devrim” olarak niteleyenleri –bu düşüncelerine katılmasak da- anlayabilmemiz mümkündü. Neticede siyasetteki değer ve ilkelerinden hareketle böyle düşünebiliyorlardı.
Ancak bu iktidarın halk oyuna sunduğu anayasa değişiklikleriyle gelen “yeniliklere” ve “HSYK’nın bağımsızlığına” bakıp o gün bunu “devrim” diye bağrına basanların, iki yıl sonra aynı iktidarın o “devrim kazanımlarını” tersine çevirme girişimlerine alkış tutmalarını anlamak pek kolay olmuyor.
Zira insan, 12 Eylül referandumu sonrasında bizleri artık yeni bir ülkede yaşadığımıza inandırmaya çalışanların olup bitenlere bakıp “n’oluyoruz yahu, 12 Eylül öncesine mi dönüyoruz” şeklinde bir tepki göstereceğini umabiliyor.
Ancak bu çevrelerden böyle bir tepki gelmiyor. İktidar yanlısı çevreler Ak Parti’nin başına geleni fitne, fücur, kumpas, darbe, komplo gibi kavramlarla açıklamayı tercih ediyor, ama çarenin yargıda toplumun denetimine, hatta katılımına açık, şeffaf bir alan yaratılmasından geçtiğini dillendirmiyorlar.
Aksine devlet ve yargı üzerinde yeni bir siyasi tekel oluşturma çabasına kalkışanların 12 Eylül öncesini dahi özletecek bir “örfi idare kumandanlığı” oluşturma çabasına alkış tutuyorlar.
Bu aynı zamanda bu toplumun yüzyıllık adalet özlem ve taleplerini karşılıksız bırakmayacak, onun sesi olacak, ona destek verecek demokratların kendileri olmadığının, olmayacağının açık, seçik itirafıdır.
Bu toplum siyasi tutum ve pozisyonlarını oportünist siyaset kültürünün dinamiklerine havale etmeyenlerin çoğalmasından çok şey kazanabilirdi oysa.
Yazık!
Twitter: @akdoganozkan