18 Ağustos 2019

Şarkı yazarı olarak yazar: Bruce Springsteen

İngilizce'de 'song writer' diye bir kavram var. Şarkısında sözlerin, sözel olarak anlatılanın önde, öncelikli olduğu besteciler için kullanılıyor daha çok. Bruce Springsteen tam bir 'song writer' ya da daha ötesi, 'writer'. Yazar. Ben de 'ozan'dan çok 'yazar' demek isterim Bruce'a…

Bugün Darkness on the Edge of Town'ı ('Şehrin Kıyısındaki Karanlık': Springsteen'in 1978'de çıkan albümü) dinlediğimde, Bruce Springsteen'in müziğinin hayatımın üzerindeki etkisinin ne kadar güçlü olduğunu hatırlıyorum.

1978 yılı benim için önemli bir yıldı. Belki ülkemin tarihinde de önemli bir yıl. Gençliğin isyan ve protestoları 1978'de doruk noktasına ulaşmıştı ve sonunda 1980'deki askeri darbeye gelindi.

Darkness'in çıktığı yıl ben de kendimi sol hareketin bir sempatizanı ve Bruce Springsteen'in bir hayranı olarak tanımlamaya başlamıştım ki, bu iki şey hayatımda bugün de geçerliliğini sürdürüyor.

1978'de ben Türkiye'nin en ayrıcalıklı okullarından birini, Avusturya Lisesi'ni bitiriyordum, okulun korumacı ve disiplinli sistemini terk ediyordum ve sokaklara adım atıyordum.

Okulu bitirmiştim ve Darkness on the Edge of Town yeni çıkmıştı.

'Badlands' kulaklarımda bir marş gibi yankılanırken, hayatımın ilk siyasi yürüyüşüne katılıyordum. Şehrim İstanbul'un kıyısında gerçekleşen bu yürüyüşün duygusu o gün hayatıma kök saldı. Bruce da. Bruce Springsteen'in şarkıları hayatımın ilmekleridir.

Her hayat hikâyesinin bir melodisi var

Yukarıdaki yazıyı Lawrence Kirsch Communications tarafından Kanada'da Bruce Springsteen'in 1978 tarihli 'Darkness on the Edge of Town' albümü ve takip eden turnesine ilişkin olarak hazırlanan bir derleme için yayıncı Kirsch'in isteği üzerine yazdım ve 'The Light in Darkness' adıyla 2009 yılında yayımlanan kitabın 74'üncü sayfasında yer aldı.

İşte 'Hayatımın İlmekleri' başlığını koyduğum bu yazı da beni yine otobiyografik bir şeyler yazmaya yöneltmişti. Nasıl oluyordu da, Amerikan taşrası diyebileceğimiz New Jersey'den şarkılar söyleyen bir adam her defasında beni kendi hayatımı anlatmaya, düşünmeye itiyordu?

Ben her hayat hikâyesinin bir müzikalitesi olduğuna inanırım. Bir melodisi olduğuna. Ben kendi hayatımın melodisini bazen şehrin o koca gürültüsü içinde bile duyarım, gizli gizli dinlerim. Belki de zaten şehrin gürültüsü dediğim şey benim melodime hemşehrilerimin tuttuğu ritimdir. Bu yüzden romanlarımın, öykülerimin kahramanlarının hayat hikâyelerini anlatırken de müzikal olmasına çabalarım.

Bunun yanı sıra herkesin anılarını çağıran, sevdiği şarkılar da vardır. Ya da şarkı zaten anı çağırmalar ya da anılarla özdeşleşmelerle işler. Şarkı budur hayatımızda yani. Ama bu başka bir şey.

40 yıl dinledikten sonra elbette bende de Bruce'un hemen her şarkısı bir anımı, bazen birden çok anımı çağırır, zaman denilen mekânda oradan oraya savurur.

Şarkıdaki öykü meselesi

Ancak Bruce Springsteen şarkılarının beni her defasında otobiyografik bir şeyler yazmaya itmesinin sebebi şarkının melodisinin beraberinde getirdiği anımdan çok şarkıda anlatılan sözel öyküdür.

Şarkıdaki o hem çok uzak hem de çok yakın kahramanın öyküsüne kulak kesilmemle dünyadaki varoluşumuzun trajedisini hissetmem bir olur ve ben de kendi hayatıma bakarım. İkili bir refleksiyon işler o anda. Springsteen'in kahramanının gölgesi yoluma yoldaş olur ve ben de ona anlatırmışçasına kendi hayatıma dair bir refleksiyona başlarım. Şarkısını dinlerken.

Şarkıda öykü meselesi önemli. İngilizce'de 'song writer' diye bir kavram var. Şarkısında sözlerin, sözel olarak anlatılanın önde, öncelikli olduğu besteciler için kullanılıyor daha çok. Bruce Springsteen tam bir song writer ya da daha ötesi, writer. Yazar. Ben de 'ozan'dan çok 'yazar' demek isterim Bruce'a.

Ölümünden birkaç ay önce Philip Roth ile New York Times Book Review için bir söyleşi yapan Charles McGrath, yazara son zamanlarda neler okuduğunu soruyor. Roth birkaç yazarın adını saydıktan sonra şöyle devam ediyor:

"Bütün bunların arasında Bruce Springsteen'in 'Born To Run' adlı otobiyografisini okumaya başlamama ve okurken de keyif almama neyin sebep olduğunu açıklamak için tek söyleyebileceğim, yoluma çıkan her şeyi okuyabilecek kadar çok boş zamanımın olmasının verdiği zevkin bir parçası da önceden planlanmamış sürprizler hazırlamasıdır."

Philip Roth elbette Bruce Springsteen'i tanıyordu, Bruce Springsteen de onu. Sürpriz olmamış olmalı ikisi için de. İkisi de New Jersey'nin sanayi bölgesinden geliyordu. 2000'li yılların başında Bruce Springsteen'e bir esin kaynağı olarak yaşayan hangi Amerikalı'yı gördüğü sorulduğunda şöyle diyecekti:

"Söyleyeyim, Philip Roth'un şu son üç kitabı dibimi düşürdü. Altmış yaşından sonra hâlâ bu kadar güçlü, aşka ve duygusal acıya dair bu kadar ufuk açıcı eserler vermek, sanatçı olarak hayatını böyle yaşamalısın işte. Sürdürmek, sürdürmek, sürdürmek."

Sol siyasi angajmanı hâlâ sürdürüyor

Bruce Springsteen ise bugün kendisi de altmışlarını tamamlamak üzere. 69 yaşında ve hâlâ şahane şarkılar yazıyor, saatlerce sahnede kalıyor ve bir kere seyrettiğinde bir daha bu kadar iyisini göremeyeceğine inandığın konserler veriyor ve sol siyasi angajmanını her geçen gün yükseltiyor. "Sürdürmek, sürdürmek, sürdürmek" yani.

Bruce Springsteen'in bu 'sürdürmek' tutkusu, kaygısı, kararlılığı ve özlemi tam bir yazar tavrıdır, yazarlık istencidir. Bu istenç yazarın açıkça kalıcılık, gizlice ölümsüzlük arzusu ile ilintili değil sadece. Düzyazı yazarının eyleminin de ürünüdür bu arzu. Düzyazı yazarının işi ve tekniği yazıyı ve öykülemeyi sürdürmektir. Sürdüğü kadar, hayat müsaade ettiği kadar. Kurgulama ve öyküleme bir sürdürme tekniğidir. Bruce Springsteen, bunu Philip Roth'da gördüğünde hayran kalıyor ama kendisi de zaten bunu yapıyor. Şarkılarında yarım asrın deneyimleri, yaşantıları; kesmediği yerde ise tuğla gibi bir otobiyografiyle. Bir kez daha: Sürdürmek, sürdürmek, sürdürmek.

"Taşralı bir hıyar" olsa ne olur?

Bruce Springsteen'in bir şarkı yazarı olarak öykücülüğünü Derya Bengi ile yaptığımız ve Roll dergisinin Aralık 2007 sayısında yayımlanan söyleşide etraflıca konuşmuştuk. Söyleşimizden bir alıntı yapmak isterim burada:

D.B: Serdar Turgut senin için şöyle yazmıştı: "Bir insan sadece kaba bir taşralı hıyardan ibaret olan Bruce Springsteen'i nasıl olup da bu kadar sever, anlayamıyorum."

A.T.: Çoğu insan böyle düşünüyor, ama bilmemekten kaynaklanıyor. Tam tersine entelektüel bir adam. Ayrıca "taşralı bir hıyar" olsa ne olur? İnternette, Bruce Springsteen'in hangi romanlardan, hangi edebiyatçılardan etkilendiğini tespit etme yarışması açıldı, dünya çapında katılım oldu. Amerika'da bir üniversitede, Bruce Springsteen ile edebiyat ilişkisi üzerine büyük bir sempozyum düzenlendi… (…)

D.B.: Tırnak içinde "taşralı hıyar" olsun olmasın şarkılarında sıradan insanların hikâyelerini çok iyi anlattığı açık değil mi?

A.T.: Hiçbir şarkısında derinliksiz bir şey anlattığına denk gelmedim. Anlattığı insanlar her zaman trajedileri olan, hikâyesi olan insanlar. '90'ların ortasından, 'The Ghost of Tom Joad' albümünden itibaren şarkılarındaki sofistikasyon daha da arttı. Bu ikinci dönemde, kişisel hikâyeler anlatıyormuş gibi yapıp daha toplumsal bir söyleme yöneldi. Hele 'Devils and Dust'la birlikte Amerikalıdan çok Avrupalı -hatta Türkiyeli- sanatçıları hatırlatıyor bana. Avrupalı edebiyatçıların bir kısmında var olan bir duygudur bu: Senin ülkendir, seversin, ayrılamazsın, ama bir yandan da uzak durmak, terketmek istersin. Kızıl Ordu Fraksiyonu'yla ilgili bir belgeselde ("Deutschland im Herbst", 1978), Wolf Biermann'ın bir şarkısı var: "Hem en çok burada kalmak istiyorum, hem en çok buradan gitmek." Bruce Springsteen'de bu duygu artık daha çok var. Son "Magic" albümü, bütün müzikal serüveninde siyasi bir kopuşun göstergesi. "Long Walk Home" bir manifesto gibi. Bu şarkıda Amerika'nın artık başka bir ülke olduğunu itiraf ediyor, orada kendini evinde hissetmiyor, "beni bekleme güzelim, eve giden yol uzun" diyor… Rolling Stone'daki son röportajında "10 tane Bush bile gelse, hâlâ Amerika'da bir şeyler kalacaktır" diyor, ama babasının ona anlattığı Amerika'ya, Amerikan imgesinin bir şeyler ifade ettiği döneme geri dönülmeyeceğini biliyor.

D.B.: Banu Güven geçen ayki Roll'da, Springsteen'i önemsemesine rağmen pek dinleyemediğini, çünkü fazla Amerikalı bulduğunu söylemişti.

A.T.: Yaşadığı toplumla çok derin bağları olmayan bir sanatçıyla zaten ilgilenmem. Edebiyat ve müzikte anonim bir dil benim için bir şey ifade etmiyor. Thomas Bernhard ömrü boyunca Avusturya'ya kin kustu, ama günlük hayatında Avusturya milli kıyafetleriyle dolaşır, most dedikleri bozaya benzer içeceği içer, bir Avusturya köylüsü gibi yaşardı. Ben böyle yazarları seviyorum. "Hem yerel hem evrensel olmak" bir klişe gibi düşünülür, ama bu insanlıkça sınanmış bir gerçekliktir, aksi takdirde plastik, suni bir şey çıkar ortaya: Mesela Jean Michel Jarre, Alan Parsons Project her yerde olabilir!.. Benim için Bruce Springsteen'i dinlemek, Amerika'nın öngördüğü dünyaya, Amerika'nın önerdiği yaşam biçimine tepkiyi ve eleştiriyi güçlendiren bir şey. Bruce Springsteen'i dinlemeseydim, elbette bir sosyalist olduğum için yine Amerikan emperyalizmine ve kapitalizme karşı olacaktım, ama kapitalizmin insanı nasıl tükettiğini Bruce Springsteen kadar iyi anlatan yok ve tam da bunu anlatması için çok Amerikalı olması lazım… Banu, eğer onu müzikal olarak fazla Amerikan buluyorsa, zaten rock'n'roll bu! Bence rock'n'roll kültür emperyalizmiyle açıklanacak bir şey de değil. Amerikan toplumunda bu müziği melez kültür yarattı. Bizim ülkemizin de melez kültürü var, ama keşke onun yaşamasına izin verilse.

Ahmet Kaya ile bir karşılaştırma

Söyleşimizin bir yerinde Derya'nın sorularıyla Ahmet Kaya ile Bruce Springsteen'i karşılaştırmak durumunda kalmıştım. Benim için benzeşmelerinin sebebi ikisinin de şarkılarında hikâyeler anlatıyor olmasıydı.

Ahmet Kaya'yı, şarkılarını severim, şarkılarının kahramanları, kahramanlarının öyküsü bana, benim kuşağıma tanıdıktır. Ancak Ahmet Kaya şarkılarındaki öykülerde kahramanlar sol siyasetin ideolojik deterjanıyla sterilize edilmiştir. Bruce Springsteen ise 'Amerikan rüyakırıklığı' içindeki kahramanlarını sterilize etmez, oldukları gibi şefkat duyar. Kahramana duyulan şefkat benim için de öyküde, romanda öncelikli bir tutumdur.

Bruce Springsteen söyleşilerinde müzisyenlerden çok ya da en azından müzisyenler kadar edebiyatçılardan, müzikten çok ya da en azından müzik kadar edebiyattan bahseder.

Bruce Springsteen albüm çıkardığı, turneye çıktığı dönemlerde ABD'nin en çok para kazanan sanatçıları listesinde hemen zirvede bir yere oturur. Servetini ölçmek zor olsa gerek. Ama yine de Amerikan işçi sınıfıyla, yoksullarla, mültecilerle ve bu refah ülkesinin bütün ezilenleriyle ve dolayısıyla Amerikan entelijansiyasıyla da en derin bağı kurmuş rockçı günümüzde Springsteen. Bütün zenginliğine rağmen şarkılarındaki samimiyet, sahnedeki içtenliği aşikâr.

John Steinbeck'in 'Gazap Üzümleri' adlı romanının kahramanı Tom Joad'a atfen yazdığı 'The Ghost of Tom Joad' şarkısı ve aynı isimli albümü (1995) çıktığında, yaşamının problematiğinden bahsetmişti. Yoksulları nasıl hissedecek, ezilenlerle nasıl empati kuracaktı, bunca servet ve ikbalin içindeyken?

Octavio Paz, bir denemesinde (essay) şöyle der: "Edebiyatçılığın özgünlüğü, onun sürekli bir yaratım olması ve bizi böylece bizim kendimizden dışarı sürmesi, bizi bizden kovması ve bizi bizim en ileri imkânlarımıza götürmesidir."

Bruce Springsteen kendi durumunda en ileri, en uzak imkânı olan yoksullarla empati kurma imkânına edebiyat ile kavuşuyor olmalı. Edebiyat ile kavuşuyor. Edebiyat okurluğu ve de yazarlığı empatinin en üst iki basamağıdır. Bruce Springsteen bu iki basamağı da çıkmış bir rock müzisyeni olarak çağdaşı müzisyenlerin epey ilerisinde, bir şarkı yazarı olarak edebiyatçıların hemen yanında, hatta arasında duruyor.


(Bu yazı ilk kez Notos dergisinin Ağustos-Eylül 2018 sayısında yayımlanmıştır)

Yazarın Diğer Yazıları

Çiçek almak

Çiçek alanların çiçek alırken yüzlerine bir bakın. O çiçekleri kime aldıklarından ya da birine mi, kendilerine mi aldıklarından bağımsız olarak bir özgüven, bir kendinden, hayatından memnuniyet ifadesi olur bu çehrelerde

1949’da, müziğin ve aşkın bir gecesinde

Zemin tahta, masalar tahta, iskemleler tahta. Plastiğin mekan düzenlemelerini amansız bir hastalık gibi sarmadığı bir dönem bu. Duvarlar ahşap lambriyle kapalı. Ahşap lambri ile amerikan barın birbirini çağrıştıracağı dönemin başında dekore edilmiş olmalı kulüp

Kulübün yayıncı kuruluş boykotu

CHP'nin adalet dediği şey, bu haliyle devletin kurucu partisi olarak kendisinin dokunulmazlığının dost düşman herkes tarafından ve her durumda kalıcı olması kabulüdür