Birlik ve beraberlik ifadelerine olan vurgunun bir hayli eskilere uzanan bir geçmişi vardır bu topraklarda. Buna karşın bir olma üzerinde durabileceğimiz her özel günde ise bu ifadeler ne yazık ki yerli yerine bir türlü oturtulamazlar. Söz konusu olan ister dini bayramlar olsun isterse de içinde yaşadığımız devletin kuruluşundan bugüne getirdiği resmi günlere işaret etsin durum değişmemektedir. Kendinize uygun olan bakış açısı ve yakın olduğunuz ideolojik perspektif üzerinden hayatı kurgulamaya başladığınızda beraberinde bu günlerin yanı sıra hayatı anlamlı kılan bütün nesneleri de bu doğrultuda kodlamaya başlıyorsunuz. İşte asıl mesele de burada cereyan etmek suretiyle hepimizi ilgilendiren bir duruma dönüşüyor.
29 Ekim’in üzerinden çok kısa bir zaman geçti ve gündemde bu anlamlı günün kendisinden çok ‘cumhuriyet kadınının kim olduğu’ tartışması yer aldı. Hatta ekranlarda kadınların olmadığı programlarda bu durum enine boyuna tartışılır gibi yapıldı! Oysa cumhuriyet kadınını değil cumhuriyetin erkeğini tartışmamız gerekiyordu. Çünkü yaşadıklarımız ve yaşamak zorunda bırakıldıklarımız cumhuriyetin kadınlarının değil erkeklerinin dayatmasıydı. Ve burada başta kılık kıyafet olmak üzere kadın bedeni üzerinden temize çekilen bir zihniyet algısının var olduğu gerçeğini, olan bitene taraf olduğunu düşünen her iki kesim de yine kendi şablonları üzerinden pay biçiyorlardı.
Dilek İmamoğlu’nu gerçek cumhuriyet kadını olarak gösterenler karşısında başörtülü, çarşaflı Latife hanım, Zübeyde hanım fotoğraflarını paylaşanlar veya cepheye mermi taşıyan Anadolu kadınlarını örnek gösterenlerde aslında kendi parçalarından ibaret olan bir anlayışı öne çıkartıyorlardı. Halbuki her iki taraftaki kadın ve kadınlarda bu toprakların birer parçasını oluşturmaktadırlar. Ve birbirlerini dışlamak yerine birbirlerini içerirler tıpkı yine çok konuşulan sosyal medya görüntülerindeki Metro’da onuncu yıl marşını okuyanlarla birlikte seyahat eden sakallı, sarıklı erkeğin yanı başındaki elinde Atatürk resmi tutan erkek gibi.
Her birimiz kendi doğrularımızı yaşamayı ve bu doğrultuda hayatlarımızı sürdürebilmeyi istiyoruz. Bunun karşısında hepimizi bağlayan resmi kuralları ve toplumsal normları da mümkün olduğunca ‘bizden’ yana olarak diğerlerine dayatmayı arzu ediyoruz. İşte bu noktada hepimizin hayatlarını yaşanamaz hale dönüştüren güç zehirlenmesinin tuzağına düştüğümüzü ve birbirimizi sevmek zorunda olmadığımızı ancak saygı duymak durumunda olduğumuz gerçeğini ise kaçırıyoruz. Kendi yaşam alanlarımızdaki minik iktidar odaklarımız çerçevesinde bizden olan ve olmayanları kodlamak suretiyle hayatlarımızı kendi ellerimizle birer hapishaneye çeviriyoruz.
Buna uygun mekânsal paylaşımlarla başlayan ayrışma süreci, gidilen lokantalar, takip edilen gözde tatil beldeleri ve alışveriş merkezlerine kadar sirayet ediyor. Kendisini hor görmeyen parça içerisinde var olmanın hazzını yaşarken bir anda hiç görmek istemediği mini etekli bir kadınla veya sarıklı bir erkekle aynı ulaşım aracında seyahat etmek gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliyorlar. İşte bu noktada geçtiğimiz günlerde çok konuşulan görüntüler üzerinden yine herkes kendi tarafını seçerken bu ülkede hala vicdan sahibi ve aklıselim insanların da olduğunu görmek, insanı biraz olsun rahatlatıyor.
Farklı geçmişlerden gelmemiz ve birbirimizle benzer olmayan sosyalleşme süreçleri yaşamış olmamız durumlarında bile bir arada yaşayabilmeyi başarabilmek durumundayız. Bunun için ise kendimiz dışındakilerin de özel ve kendilerine has nitelikler taşıdıklarını kabullenerek işe başlamalıyız. Kılık kıyafetinden başlayarak, alışkanlıkları, tercihleri, inançları velhasıl kelam kişinin kendi kişisel tercihlerini sorgulamak ve bunlar üzerinden değer yargıları üretmek suretiyle bir yerlere oturtmak hiç birimizin işi değildir. Bir zamanlar bu ülkede bir kısım insanımızı Moskova’ya yollamayı seçiyorduk daha sonra bu kez başka bir kısmı için Arabistan’a gitsinler ifadeleri kullanıldı. Oysa hiç kimsenin görüşlerinden, kılığından kıyafetinden, ideolojisinden ötürü bir diğerini bir yerlere yollamaya hakkı bulunmamaktadır. Herkes bu vatanın asli sahibidir ve bu toprakları ne kadar sevip sevmediğini göstermeyi ispatlamak zorunda da değildir.
Farklı parçaların olduğu gerçeğini kabul etmediğinizde, bu parçaların bir araya gelip bir bütün oluşturabilme ümidini de ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Oysa farklılıklar temelinde buna karşın herkesi bağlayan kurallar bütününde bir arada bulunabilmek mümkündür. Yeter ki tarihten getirdiğimiz ve yıllar içerisinde bilediğimiz karşıtlıklarımızı konuşmayı becerebilelim. Birbirimize sadece ve sadece bizden olmadığı için düşman gözüyle bakmamayı öğrenebilelim. Yapılanların hepsini toptan yanlış veya toptan doğru olarak kabul etmekten vazgeçebilelim. Kimliğimizi şekillendiren ve bizi biz yaptığını düşündüğümüz değer yargılarımızdan ve ideolojilerimizden önce insan olduğumuzun farkına varabilelim.
Tarihsel olaylar ve tarihi şahsiyetler içinde yaşanılan ülkenin birer parçasıdırlar. Siz onları nereye doğru çekerseniz oraya doğru gidebilecek olan bir esnekliğe sahip değildirler. Bu yüzden de geçmişi bugünün anlayışı içerisinde ne yargılayabilir ne de orada olup bitenler üzerinden kendinizi temize çekebilirsiniz. Bütün milletlerin tarihlerinde doğru yaptıkları kadar yanlış yaptıkları olaylar yer alır ancak bunların karşısında yapmanız gereken içeriye değil dışarıya dönük bir yaklaşımı hayata geçirmektir. Bunun yolu ise farklılıkları yok etmek değil tam tersine farklılıklarla bir arada olabilmekten geçmektedir. Biz kendimizi nasıl tanıtırsak tanıtalım bir de dünyanın bizi nasıl gördüğü meselesi olduğunu unutmamak durumundayız.
İmparatorluk bakiye olan ve tarihsel açıdan iz bırakan bir yerde bulunuyor olduğumuzu aklımızdan çıkartmamalıyız. Yine bu kadim toprakların paylaşımını bütün yokluklara karşın ortadan kaldırdığımızı da daima hatırlamalıyız. Ve bunu gerçekleştirirken büyük yokluklar içerisinde bir ülkenin yoktan var edildiği gerçeğini, bugün kendi parçalarını diğerinden üstün gören her kesimin bir kez daha idrak etmesi gerekiyor. Karalamak, yok farz etmek ve küçültmek çok kolay buna karşın değerini bilmek, önem arz etmek ve gerçek yerine oturtmak ise çok daha önemli.
Kurtuluş savaşından başlayarak, cumhuriyete, devrimlere, yapılan düzenlemelere, darbelere, darbe girişimlerine, anayasalara, getirilen yeni kurumlara, tarihsel şahsiyetlere, şairlere, romancılara, aydınlara, sanatçılara, sporculara, başı açık ve başı kapalı kadınlara, sarıklı-cüppeli ve kravatlı-döğmeli erkeklere velhasıl kelam bu ülkenin insanlarına ve insanlarının yaratmış olduğu bütün durumlara ilişkin tartışmalarımızın hiç ama hiç bitmediği gerçeği, içerisinde yaşadığımız dönemin çok daha yakıcı bir hale bürünmesine yol açıyor. Lütfen buraya yazdığım veyahut yazmadığım olaylara ilişkin örnekleri şöyle bir gözden geçirin. Üzerinde uzlaşılan kişi ve durumların son derece az hatta neredeyse hiçe yakın olduğunu göreceksiniz! Böylesi bir durumda bütünde nasıl bir araya gelebileceğimiz ve karşı karşıya olduğumuz yakıcı sorunlar karşısında nasıl mücadele edebileceğimiz sorunu, işte bu anda çok daha problemli bir hale dönüşmektedir.
Geçmişte de sıkıntılar yaşıyorduk ancak içinden geçmekte olduğumuz süreçteki kadar birbirimizi yok farz etmiyorduk. Son beş altı yıldır yaşadıklarımıza bu açıdan yakından baktığımızda yaşanan her olay karşısında söz konusu edinilen tepkilerin ve bu doğrultuda algıyla gerçeklik arasındaki bağın da koparıldığına tanıklık edeceksiniz. Olmayan medyaya baktığınızda bile bu durum öylesine aşikar olarak orta yerde duruyor ki: A Haber, ATV, TRT seyredenlerin gördüğü Türkiye ile Fox TV, Halk TV, Tele 1 seyredenlerin gördüğü Türkiye aynı mı gerçekten? Ya da sosyal medya üzerinden sık sık gündeme gelen ‘yedirmeyiz’ başlıklarını şöyle bir gözünüzün önüne getirin, herkesin kendi çapında taraf olduğu ve ne olursa olsun savunma durumunda bulunduğu bir anlayışın iliklerinize dek ortalığı sardığını göreceksiniz.
Aynı dili konuşup bu kadar uzak olmak ve yaşananlar karşısında daha baştan birbirine güvenmeme temelinde yükselen bir anlayışı hayata sokmak gibi bir büyük sorunumuz bulunuyor. Başka türlü bir Türkiye’nin mümkün olduğuna sadece inanmak yetmiyor aynı zamanda bunu hayata geçirmek için ön yargılarımızı ve bakış açılarımızı da değiştirmek zorundayız. Aksi halde hepimiz aynı gemideyiz lafını daha çok kullanıp daha çok itirazlarla mücadele etmek durumunda kalırız.