Her geçen gün ardından benzer şekilde şaşırmak ve ‘yok artık bu kadar da olmaz’ demek bile yaşananları açıklamakta yetersiz kalmaya başladı.
Ülke olarak olağanüstü bir dönemden geçtiğimizi ve bunun gündelik hayatımızdaki yansımalarını içimize sindiremezken, bir de referandum süreci ile karşı karşıya kaldık.
Eşit olması gereken buna karşın böyle olmayan bir gidiş söz konusu ve bu durum ülkemizin hiç olmaması gereken bir şekilde gerginleşmesine yol açıyor. Yapılan açıklamalar, kendi pozisyonunu göstermek için yarış edenler ve arkasından gelen tepkilerle birlikte her geçen gün biraz daha fazla kutuplaşan bir Türkiye.
Futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen ile başlayan kampanyaya rektörlerden, kaymakamlara hatta imamlara kadar uzanan bir çizgide katılım oldu. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi siyasal tercih sahibi olmakla bunu bu şekilde göstermeye kalkmak ve karşınızdaki kişileri zan altında bırakmak siyasal özgürlük değildir.
Ya da özel televizyon ve radyoların istediklerini ekranlara çıkartabilmeleri istemediklerine kapıyı gösterebilme hakları da özgürlük olarak adlandırılamaz. Benzer şekilde tarafsız yayıncılık ilkeleri adı altında kendi siyasal tercihini beyan eden bir kişinin görevine son vermek buna karşın daha önce kendi köşesinde bunu belirten bir yazarı ise es geçmek de kamu vicdanını yaralar.
Böylesi şirin gözükme numaralarını kimse yutmaz ama her nedense bir medya grubumuz kendisini bu şekilde konumlandırmak suretiyle zevahiri kurtarabileceğini zannediyor!
Medya kelimesini kullandığımızdan bu yana ülkemizdeki bu kuruluşların verdikleri sınavın her defasında kırık notla bitiyor olması tesadüf olmasa gerektir. Burada suçu sadece medya kurum ve kuruluşlarına ya da onların patronlarına yükleyerek işin içinden sıyrılamayız.
Biz hiçbir zaman gerçek anlamda özgür bir medyaya sahip olalım ve dördüncü kuvvet olarak hizmet etsin yanlısı olmadık. Devlet-vatandaş arasındaki ilişkide medyanın her daim devletin tarafında bulunacak şekilde bir pozisyon almasını ve siyasal işleyiş üzerinden nemalanmasını görmezden gelerek olan biteni idare etmeyi seçtik. Bizden yana olan ve olmayan ayrımı ile yaşadıklarımızı hep bu minval üzerinden görmeyi tercih etmek suretiyle medyayı da buna şartlandırdık. Ya da tersi şekilde medyanın bu doğrultudaki şartlandırmasını ses çıkartmadan kabullendik.
Böylesi bir yapılanma sayesinde aslında hiçbir zaman normalleşecek adımları atacak bir demokrasimiz olmasını istemedik ve medyamız da bunun üzerinden yayınlar gerçekleştirerek hem bizi hem de kendisini onore etti. Yapılan haberlerde kullanılan dil hep bu çizgideki bir anlayışı gözetecek, ülke olarak bulunduğumuz pozisyonu yüceltecek şekilde konumlandırdı. Yanlışa yanlış diyemediğimiz için medyamız da buna uygun bir yayın anlayışı ile olan biteni bambaşka bir pencereden aktarma yolunu tercih etti. İstenenlere uygun program formatları, diziler, Reality Showlar hatta bir dönem ana haber bültenleri tasarlandı. Uzun bir süre haber adı altında haber dışında her şeyden haberdar olmamız sağlandı. Zaman içerisinde yandaş medyadan havuz medyasına doğru bir geçiş yaptık ancak bu süreçte ekranlardaki yüzlerin değişmesi kadar program formatları da değişiklik göstermeye başladı.
Bir zamanlar gerçekten tartışmaların olduğu programlardan kayıkçı kavgası türündeki programlara geçiş yapıldı. Siyasetin yoksunluğu gündelik hayatın içerisindeki kutuplaşmanın önünü ardına kadar açtıktan sonra medyanın yeri ve önemi de daha da pekişmiş oldu. Kendi konumunu net bir biçimde ortaya koyanlar kadar arada idare etmek suretiyle durumunu muhafaza etmeye çalışanları da görmüş olduk. Bir ülkede asıl zararı konumlarını net bir biçimde ortaya koyanlar değil idare etmeye çalışanlar verirler.
Çünkü son derece kaygan bir zemin içerisinde eyyamcılık yapmak suretiyle hayatı geçiştirirler. Eyyamcılık şiddeti beslediği gibi, yaşananların normalleştirilmesi önündeki blokajı da arttırır. İdareyi maslahatçılar tarih boyunca hep olmuşlar ve olmaya devam edeceklerdir. Ancak onlara güvenenlerin yüzleri de her defasında toprağı öpmek zorunda kalacaktır. Normal zamanlarda idare ediciler çok fazla göze çarpmazlar arada kaynayıp giderler. Buna karşın olağan üstü zamanlarda olağan üstü koşullarla birlikte yaptıkları daha fazla göze çarpar ve daha fazla nefreti üzerine çeker. Bir dönemin yıldızı pozisyonuna erişebilen idare ediciler için olağan üstü zamanlar gerçekten de zor zamanlardır. Çünkü artık ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmektedirler. Bir zamanlar çok sevdikleri aslında hiç uygulamadıkları tarafsızlık lafının arkasına sığınmak istediklerinde bile yakayı ele verirler. Aslında onlar ve onlar gibiler normalleşmenin en büyük engelleridir. Çünkü kendi ikballeri uğruna, kendileri dışındaki her şeyi gözden çıkartabileceklerdir.
Normalleşme önündeki bir diğer engel ise hiç kuşkusuz gerçekten söylediklerine kendilerinin de inanmakta zorlandığı cümleleri kuran siyasilerin, kanaat önderlerinin ifadeleridir. Evet’i ya da Hayır’ı savunmak yerine kendi pozisyonunuzu anlatsanız işler çok daha az rencide edici olacak.
Lütfen söylediklerinizin insanlarımızı kutuplaştırmasına olanak sağlayacak şekil almasının önüne geçebilecek bir anlayışı hayata sokun. Bireylerin tercihlerini etiketlemek hiç kimseye yarar sağlamayacağı gibi yaşadığımız gerginliği ortadan da kaldırmaz tam tersine daha da arttırır. 1987 yılındaki yasakların kaldırılması sırasında evet oyu vereceklerin kullanacağı mavi renk nedeniyle dönemin başbakanı tarafından ‘Yunancı bunlar Yunancı’ ifadesini kullanmıştı. Bugün de benzer şekilde verilecek olan oyun rengine göre ‘vatan hainliği’ suçlamaları yapılıyor. Hatta işin cami içerisinde propaganda yapmaya kadar gitmesi kadar tuhaf halleri yaşıyoruz.
Eski Meclis Başkanımız oy talebini anlatırken, sanki bu aşamaya gelmiş olan kişiler oraya başka bir yanıt vermek için oturuyorlarmış gibi nikah masasındaki durumumuzu örnek verebiliyor. Hiçbirimizin bir diğerinin düşmanı olmadığını ve ne sonuç çıkarsa çıksın bu topraklar üzerinde yaşamayı sürdüreceğimiz gerçeğini unutmadan hareket etmek durumundayız. 16 Nisan tarihinde sonuç ne olursa olsun, normalleşemediğimiz her an bundan hepimiz ve ülkemiz zararlı çıkacaktır.