Geride bıraktığımız zamanlar içerisinde ortadan kalkmayan hatta tam tersine her seferinde biraz daha fazla artarak sürmekte olan kadına yönelik şiddet olgusu konusunda ortaya çıkan rakamlar, bu can alıcı konu üzerine daha fazla durulması gerektiğini ortaya koyuyor. 2020 yılının Ocak ayı içerisinde 27 kadın, eril şiddetin kurbanı olurken 2012 yılından bu yana her yıl bir önceki yıldan daha fazla kadının öldürüldüğü ve geçen yıl bu rakamın 474’e ulaştığı görülmüştür. Dört Yüz Yetmiş Dört kadın bir yıl içerisinde ülkemizin her ilinde cinayete kurban verilerek aramızdan alındılar.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun 2019 yılı raporuna1 göre; Öldürülen 474 kadının 152’sinin kim tarafından öldürüldüğü tespit edilememiştir. Buna karşın 134’ü kocaları, 25’i eski kocaları, 51’i birlikte oldukları erkeklerce, 8’i eskiden birlikte oldukları erkekler tarafından, 29’u amca-enişte-kayınpeder vb. akrabalar tarafından, 19’u tanıdıklarınca, 15’i kendi babası tarafından, 13’ü abisi-erkek kardeşince, 25’i oğlu-komşusu vb. kişilerce, 3’ü de tanımadığı kişiler tarafından öldürülmüştür. Anthony Giddens Sosyoloji2 isimli çalışmasında aile ve mahrem ilişkileri anlatırken tam da yaşadığımız soruna ilişkin çok önemli bir noktayı gözler önüne serer. "Ev içi şiddet kadınlara karşı işlenen suçların en sık rastlananı olup kadınların, kendi ailelerindeki erkeklerin ya da yakın tanıdıklarının şiddetine uğrama riski, yabancıların şiddetine uğrama riskinden daha büyüktür". Britanya’da kadınlar, eşlerinin, birlikte yaşadıkları erkeklerin şiddetine maruz kalıyorlar ve belirleyici olan unsur şiddetin dışarıdan değil içeriden/yakından gelmekte oluşu. Rapora göre kadınların 292’si evinde öldürülmüştür, bu rakam yüzde 61’lik bir orana karşılık gelmektedir. 52’si sokak ortasında, 9’u arabada, 3’ü dükkanda, 2’si eğlence mekanında, 2’si hastanede, 6’sı işyerinde, 1’i kafede, 1’i okulda, 5’i otelde, 5’i parkta, 1’i ise diğer bir kamusal alanda öldürülmüştür. Ülkemizdeki rakamlara bakıldığında da kadınlar açısından evin içi ve yakın çevresinde yaşananlar, sokakta şiddete maruz kalma ihtimalinden çok daha fazla.
Kadınların uğradığı şiddet çemberinin birinci halkasında eşleri/kocaları veya eski eşleri/eski kocaları yer alıyor. Erkek egemen şiddetin ev içerisinde başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere her daim kendisini hissettirmesi sorunu, kadınların veya çocukların dövülmesinin ötesine geçerek öldürmeye kadar uzanabiliyor. Evliliği erkeğin sahipliği olarak görme düşüncesi beraberinde ataerkil ideolojik kodları hem güçlendiriyor hem de buna yönelik ayrımları daha da keskinleştiriyor. Söz konusu ayrımları erkek ve kız çocukların eğitimlerinden, hayatlarını sürdürme şekillerine ve hatta mirastan pay almaya kadar uzanan bir çizgide net bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. Burada ister eş isterse eski eş olsun durum değişmiyor ve kadını, erkeğinin yanında ve daima ona bağımlı olarak kodlamayı sürdürüyoruz. Geleneksel alışkanlıklar ve sosyalizasyon süreçleri de bu durumu destekliyor. Buna karşın kentte yaşama oranları arttıkça kadınların çalışma hayatı içerisinde daha fazla yer almaları ise aile içerisindeki alışıldık dengelerin sarsılmasına ve bilinen o kodların tartışılmasına da yol açıyor. Aslında kentsel hayat erkek egemen değer yargılarını ve geleneğin getirdiklerini sarstığı gibi kadının, toplumsal hayat içerisindeki rolünü ve etkisini de arttırıyor. Bu ise şiddet kültürüyle hemhal olan bir ülkede üstüne hukuksal norm ve yasaların da eksikliği eklendiğinde kadınların ölümlerini tetikleyen bir ortamın doğmasına olanak sağlıyor.
Kadınlar yaşananlar karşısında geçmişte olduğu kadar sessiz ve kabullenir durumda değiller. Artık daha fazla kadının öldürülmesini, şiddet görmesini ve mağdur edilmesini görmek istemiyorlar. Bunun karşısında ne yazık ki erkekler hâlâ yaşananlar karşısında olup bitenlere yarım ağızla bakmayı ve yaşananların toplumsal bir sorunun parçası olduğu gerçeğini kabullenmek istemiyorlar. Çünkü yaşananların arkasındaki asıl sorumlu kendileri ve sorunu çözmek için adım attıklarında kendi iktidar alanlarını da sınırlamak durumunda olacaklarının farkındalar.
Şiddet olgusunun toplumsal yaşamımızı hızla kemiriyor olması, kutsallık atfettiğimiz aile kurumunu da sarsıyor. Göz bebeği olarak nitelediğimiz aile yapımızda olup bitenlerin nerelere kadar uzanabildiğini geçtiğimiz yıl ekranlarda çok tartışılan Müge Anlı’nın programındaki Palu ailesi üzerinden gördük. Fakat açıklanan rakamlar veya birkaç gün ara ile haber bültenlerine konu olan kadın cinayetleri durumun gördüklerimizden çok daha yakıcı ve bir o kadar da karmaşık olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü modern hayat bir taraftan bireyselliği hepimizin önüne giderek daha fazla koyarken öte taraftan evlilik kurumunu veya onun farklı yansımalarını beraberinde getiriyor. Kadınların şiddete maruz kalmaları ve hayatlarını kaybetmeleri fiziksel şiddetin son noktası olarak medyaya yansıyanları ortaya koyuyor. Buna karşın sözel ve psikolojik şiddet düzeyinde olup bitenler her zaman medyaya konu olmuyorlar. Bu yüzden de bu iki şiddet türüne maruz bırakılan kadınlar, çocuklar çok daha uzun süreler boyunca hayatlarını korku ile sürdürmek durumunda kalabiliyorlar.
Kadınların şiddete uğramaları ve hayatlarını kaybetmelerinin ardından yaşananların özellikle geride kalan aileler, çocuklar açısından çok daha yıkıcı olabileceği gerçeğini bir kez daha hatırlamakta fayda var. Hiçbir mazeret yitirilen bir canın önüne geçirilemez ve katledenler mazur gösterilemez. Bu açıdan ülkemiz insanlarının kadınların giyimleri, kuşamları, sokağa çıkış saatlerini değil kaybolan hayatları, ortadan kaldırılan hayalleri konuşması gerekiyor. Benzer şekilde ülkenin hukuksal norm ve yasalarının da kadınların karşı karşıya kaldığı vahşetin karşısında çok daha koruyucu bir görünüme kavuşması icap ediyor. Şiddetin eril ideolojik kodları dolaşıma soktuğu kadar toplumsal hayatı giderek daha fazla içerisinden çıkılmaz bir görünüme büründürdüğü gerçeğini de görmek durumundayız. Azgelişmiş yapılarda şiddeti şiddetle bastırma anlayışı egemendir ve ne yazık ki bu yaklaşım şiddetin normalleştirilmesinde ve sıradanlaştırılmasında etkilidir. Toplumsal hayatın rutin içerisinde sürdürülmesi düşüncesi beraberinde eyyamcılığı getirmektedir. Eyyamcılık ise bu ülke içerisinde çok sevilen ve her daim kullanılan ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ özdeyişinin ete kemiğe büründürülmesinde etkilidir. Dikkatle bakıldığında kadınlara yönelik şiddetin medyaya yansıtılma biçimlerinde bile benzer bir tehlikenin izleri rahatça görülebilecektir. Türkiye’de mağduru bir kez daha mağdur etme anlayışına sahip bir medya yaklaşımı söz konusudur ve bu anlayış erkek egemen şiddetin dolaşıma sokulmasına her vesile ile destek vermeyi sürdürmektedir.
1) http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2889/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-2019-raporu
2) Anthony Giddens, Sosyoloji, Yay. Haz. Cemal Güzel, 2008, s.262, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul