19 Aralık 2017

İşte budur halim, intihalim

Boğaziçi Üniversitesi'nin araştırmasına göre, 2007-2016 yılları arasında yazılmış 600 yüksek lisans ve doktora tezinin yüzde 36'sı yüksek oranda intihalli

Lisansüstü çalışmalarda ve akademik yayınlardaki intihal sorunu Türkiye’de genelde es geçilen veyahut yeterince tartışılmayan ve büyütülmemesi gereken bir durum şeklinde kalıverir. Oysa burası ülkemizin bilimsel anlamda yapılan bütün yayınların bilimsel etik ilkelerine ve kurallarına uygun olarak yapılması gereken yerdir. Eğitim alanımızın her alanı alarm verirken üniversitelerimizin ve oradan toplumsal hayatımıza yapılan katkıların bu durumdan muaf olabilmesi mümkün değildir.

Hatta son dönemde üniversitelerde ortaya çıkan gelişmeler üzerinden de ülkenin gidişatını okuyabilmek mümkün bir hale dönüşmüştür bile diyebiliriz. Üniversite sayısını arttırmanın eğitim kalitesini ve donanımlı işgücü sayısını yükseltebileceğini düşünen politik erkin, saplanıp kaldığı nokta bir yandan eğitimin taşralaşması iken öte taraftan ise buradaki hem eğitim profilinin aşağıya düşmesi hem de liyakatı göz ardı eden bir yaklaşımın egemen olmasının önünün açılmasıdır.

Akademinin kendi içinde yaşadığı süreç ile hedeflenen Bologna prosedürü adı altında evrensel değerlere sahip olan bir yapıyı hayata geçirmekti. Buna karşın sadece şeklen buna uydurulan ancak başta akademik özgürlük olmak üzere seçim mekanizmalarını bile işletemeyen bir üniversite modeli ile yola devam etmeye başladık. Niyet ile akıbetin bir türlü denk getirilemediği üniversite yaklaşımı ile birlikte suni gündemleri tartışırken asıl meselemizi ıskaladık!

Her geçen yıl biraz daha fazla oynanılan yönetmelikler, yönergeler çıkartıldı ve misyonu ile vizyonu ile üniversite ve onun içerisindeki hem akademik personel hem de idari personelin nasıl olması gerektiği daha en başından sınırlandırılmış oldu. Oysa her şeyi rakamlara indirgeme ve bütün bilim dallarını bir pota içerisinde eritmenin yarattığı problemleri görmekten imtina eden bir yaklaşım sadece çeki düzen verebilirdi. Belki de istenen zaten buydu ve öncelikler de tam bu minval üzerinden işletilmek suretiyle bilimsellik başta olmak üzere üniversiteye dair her şey değer kaybetmeye başladı.

Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (BEPAM)geçtiğimiz yıl yayınladığı raporunda 2007-2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tezin incelenmesinin sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmıştı.

“Bu tezlerin 477’si kamu, 123’ü vakıf üniversitelerinde yazılmıştı ve 89’u İngilizce ve 511’i de Türkçe idi. Yapılan çalışmanın ne kadar orijinal olduğunu ifade eden benzerlik indeksinin dünyada kabul edilen seviyesi yüzde 15 iken Türkiye’de yapılan tezlerde bu oran yüzde 28.5 çıktı. Bu da Türkiye’de yapılan çalışmalarda ortaya yeni bir şey konamadığı ve çalışmaların sıklıkla birbirini tekrar eden araştırmalar olduğunu gösterdi. Araştırma sonucunda 207 tezin, yani tezlerin yüzde 34’ünün yüksek intihalli olduğu ortaya çıktı.

Kamu okullarında intihalli tez sayısı 150 iken (yüzde 31), vakıf okullarında bu sayı 57 (yüzde 46) oldu. Yüksek lisan tezlerinde intihalli olanların sayısı 173 (yüzde 36) iken, doktora tezlerinin sayısı 34 (yüzde 26) oldu. İngilizce tezlerde bu sayı 25 (yüzde 28) ve Türkçe tezlerde 182 (yüzde 35) oldu”.

Bu rakamlar işin sadece lisansüstü boyutundaki anormalliklerin hangi aşamalara kadar geldiğini ortaya koyuyor. Oysa yazılan makaleler, sunulan bildiriler, kitap bölümleri,  bastırılan projeler, kitaplar bunların içerisindeki intihal oranları çok daha şaşırtıcı boyutlar alabiliyor. Özellikle teşvik uygulaması sonrasında her şey tamamen buna indirgenmiş ve nicelik üzerinden bir bilim algısı iliklerimize dek işlemiş vaziyette.

Son üç haftadır sosyal medyada ve gazetelerde Erzurum üniversitesinde yapılan bir doktora tezi üzerinden açıklamalar yapılıyor. Rektörlük bu durumla ilgili olarak akademik özgürlük ifadesini kullandı aslında gerçekten bu kavramı işletebilseydik bugün çok farklı bir akademi ile karşı karşıya kalabilirdik. Oysa akademinin kendisi de bunun yerine bürokratik bir mekanizma içerisinde kalmayı ve güvenlikli yaşam alanları içerisinde bulunmayı tercih etti.

Bunun sonucunda ise kendisini tekrar etmenin ötesine geçmeyen tezlerle yükselen akademisyenlerden oluşan bir yüksek lise modeli ortaya çıktı. Yazılan dergileri okuyan insan sayısının bile sınırlı olduğu ama bilimsellik vurgusundan ödün verilmediği bir üniversite anlayışı. Her şey bilim için ama bilimimiz bilim için değil! Tezlerin okunmadığı, makalelerin hayatımıza bir şey katmadığı ve olan bitenin üçte birinin de çalıntı olduğu bir sistemi konuşuyoruz. Bu satırları yazarken 2005 ila 2013 yılları arasında yapılan tüm ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı)sınav sorularının çalındığı belirlendi. İnceleme yapılan 16 sınav var ki bu sınavlar akademik işe alma, yükseltmeleri de kapsıyor, toplamda 20 bin akademisyenin mercek altına alınması anlamını taşıyor.

Konuşmanın ötesine geçebiliyor ve gerçekten bilimi bilim için yapabilecek bir ortamı sağlayabiliyor muyuz? Sorusu ile işe başlayabilir ve ardından akademik özgürlüğü sonuna kadar sağlayabilecek koşulları yaratarak devam edebiliriz. Yükseltme kriterlerinden tutun da sürekli olarak değiştirilen doçentlik kriterlerine kadar pek çok alanda liyakatın ve hakkaniyetin işletildiği bir modeli önümüze koyabiliriz. Burada hiç kuşkusuz başta araştırma görevlilerinin işe alınmaları ve orada kaldıkları süre boyunca da insani koşulların sağlandığı bir anlayışa ihtiyacımız bulunuyor. Bütün yükseltme ve atanma kriterlerini objektiflik ile hakkaniyet ilkesi çerçevesine oturtmak durumundayız. Verilen bütün kadro ilanlarının adrese teslim hale dönüşmüş olması bile durumun vehametini ortaya koymaktadır.

Niceliğin değil niteliğin asıl hedefimiz olması gerektiği ile hareket ederek tüm anlayışı adeta şekilselliğe indirgemekten uzaklaşmak durumundayız. Çünkü burasına vurgu arttıkça kısa yoldan yükselme ve bir yerlere gelebilme durumunun da önü açılmış olmaktadır. Klientelist ilişkilerin hakim olduğu bir yerde evrensel akademik değerler değil yerel çıkar ilişkileri egemen olacaktır. Bu ise söz konusu yerdeki bütün yapılanmaların da buna uygun biçimde oluşmasına olanak sağlayacaktır.

Çalınan sorular, işe yerleştirilen akademisyenler, geleceği karartılan binlerce genç ve ondan sonra da bilimsellik adı altında konuşup tam tersini yapmayı adet haline getiren koca koca profesörler, doçentler, bölüm başkanları, dekanlar, rektörler. Bugün FETÖ denilen örgütü en çok konuştuğumuz yerlerden bir tanesinin bilimsel kurumlar olarak adlandırılan üniversiteler olması bu açıdan hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü bütün sınav sistemlerinin örgütlenmesinden tutun da akademik hiyerarşinin şekillendirilmesine kadar her alanda biat sistemi, liyakatın önüne geçirilmiştir.

İntihal meselesi aslında bu toplumun kanayan yarası rüşvet ve hırsızlığın, akademik dünyada da ne kadar yaygın olduğunun göstergesidir. Herkesin üç maymunu oynamayı adet haline getirdiği yerde ne bilimden ne de bilim ahlakından söz edilebilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Herkesin haklı olduğu yer

İster futbolda isterse toplumsal hayatımızın diğer bütün alanlarında olup bitenler karşısında sağduyu denilen anlayışı hayata sokamadığımız müddetçe ortak bir zemini inşa edebilmemiz ve buradan sağlıklı bir toplumsal yaşamı başarabilmemiz mümkün olmayacaktır

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

Yine bir 10 Kasım

Resmi devlet ideolojisinin yarattığı ve katı kurallar içerisinde insani vasıflarından arındırdığı Mustafa Kemal Atatürk imgesinin yıkılmakta olduğunu buna karşın bu ülkenin insanlarının kalplerinde yaşattıkları Mustafa Kemal Atatürk imgesinin ise her geçen 10 Kasım ile biraz daha fazla büyüdüğünü bir kez daha yüksek sesle haykıralım

"
"