Eğitimle yatıp eğitimle kalkmamıza ve bütün sorunlarımızın çözüm yolu olarak eğitimi işaret etmemize karşın son dönemde eğitimli diye bilinenlerin açıklamalarını nereye koyacağımıza şaşırır hale geldik! Bir üniversite hocasının Hz.Nuh’un oğluyla cep telefonu üzerinden iletişim kurduğunu ciddi ciddi anlatmasını, bir başkasının deve sidiğinin şifalı olduğunu ileri sürmesini veya son dönemlerde giderek artan bunun gibi açıklamaları ne yapacağız!
Hayatlarımız her geçen gün biraz daha fazla bu tuhaflıkların altında ezilmeye başladı. Tabii bir de işin medya ayağı var ki, orası da en az bu sözünü ettiklerimiz kadar garip ve çok daha tehlikeli. Garip çünkü burada da dilin kemiği olmadığı gerçeğini defalarca görüyor ve bir zamanlar bu ülkede gerçekten gazetecilik ve gazeteciliğe dair tartışmaların olduğunu hatırlıyoruz. Öte yandan tehlikeli çünkü bu kişiler öyle ya da böyle aynı zamanda birer kanaat önderi gibi algılanıyor ve söyledikleri dikkat çekiyor!
Burada dikkat çekilmesi gereken husus, bu kişilerin olan bitenler üzerinde kalem oynatmak yerine olanların, kitleler nezdinde kabul görmesinde adeta aracılık rolünü üstleniyor olmalarıdır. Gazetelerin halinin içler acısı olduğu ve bu gidişle kendi sonlarını hazırlamayı hızlandırdıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bunda eleştirinin ve sorgulamanın yerini tamamen bir örnekliğe terk etmiş olmasının büyük bir etkisi de bulunmakta. Ayrıca seçilen yazarlar da hem yazılarında hem de ekranlarda aynı anlayışın yerleşmesi doğrultusunda hemen hemen her konuda yazmaya/konuşmaya devam etmektedirler.
Uyuşturucu satıcıları ile ilgili olarak İçişleri Bakanı, polislere ‘ayaklarını kırın ve suçu bana atın’ talimatını verdi. Bu açıklamanın üzerine pek çok yorumda bulunuldu. Ama herhalde hiç birisi ‘okul önünde zehir satanın bacakları da, kafası da kırılacaktır. Çocuklarımızın geleceğini garantiye almanın, onları her sabah okula güvenle göndermenin yolu budur…Bravo Süleyman Soylu Bakanım!. Dilerim polisleriniz, mesajlarını almışlar ve o alçakların bacaklarını kırmaya başlamışlardır, bile! Uyuşturucu mafyası, insan değildir ki, İnsan Hakları olsun!” diyecek kadar ileri gitmemişti.
Gerçi kendisinin yıllardır ülkemizdeki spor sahalarında şiddetin önlenmesi için ısrarla savunduğu cezalandırma yöntemlerinden herhangi bir şey çıkmamış olsa da, fark etmez! Çünkü en iyiyi o bilir ve ekranlarda bunu ballandıra ballandıra anlatarak şiddetin spor sahalarında nasıl yaygınlık kazandığını görmezden gelir. Bir başka olaydan sonra ‘su testisi su yolunda kırılır’ diyebilecek kadar da duygularını bir tarafa bırakmış ve yaşanan ölümün ardından hiç de yakışık almayan cümleler kurabilmişti.
Şimdi de çocuklarımızın güvenliğini sağlama hususunda önerilen şey, şiddet kullanmak ve bu sayede uyuşturucu tacirlerini ortadan kaldırmak! Çocuklarımıza güvenli bir gelecek sağlamak istiyorsak bunun en güvenilir yolu hukuku güçlendirmekten ve onları kötülükten uzak tutacak sevgiyi aşılamaktan geçer. Suçlularla mücadele tabii ki kararlılıkla sürdürülmelidir. Ama asıl niyetimiz bataklığı kurutmak olmalıdır, sivrisinekleri ortadan kaldırmak değil!
Ayrıca kanaat önderimiz, çok tehlikeli bir yerin kapısının açılmasına da olanak verdiğinin herhalde farkında değil; "uyuşturucu mafyası insan değildir ki, insan hakları olsun!", "Lafının arkasına tecavüzcüler insan değildir ki, insan hakları olsun" cümlesini de bir başkası ekleyebilir. Hırsızları, kaçakçıları da bir başkası buraya katabilir. Tabii buradan fuhuş yapanlar, eşcinseller, vatan hainleri, bölücüler ve istediğiniz her türlü şeyi katabileceğiniz bir zincir çıkartabilirsiniz. Böylece sizin istediğiniz, uygun gördüklerinizin hiçbirisinin en tabii olması gereken haklardan yoksun bırakılacakları gerçeğini de baştan kabullenmiş olursunuz.
İnsan hakları, kişilerin kendi kimlikleri ile veyahut yaptıkları işlerle, suçlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan bir durumun adı değildir. Ayrıca hukuku böyle bir biçimde kodlamaya başladığınızda ve güvenlik güçlerini de buna yönelik olarak yönlendirmeye başladığınız anda da işler çığırından çıkacağı gerçeğini de bir yere not etmeniz gerekir. Neyi nasıl yapacağımız meselesini belirleyecek olan hukuksal normlardır ve bu normlar hepimizi eşit bir biçimde bağlamaktadırlar.
Bir diğer ekran yüzü ve köşe yazarı ise ‘Neşeli Günler gibi filmler, kadına şiddeti meşru gören canileri yaratan iklimin parçası’ değerlendirmesinde bulunmuş. Türkiye’de yılda ortalama 300’ün üzerinde kadın cinayeti yaşanıyor ve bütün bunların sonucunda olup biteni yaratan iklimi, ölmüş bir sinema emekçisinin ardından zikretmek herhalde tesadüf olmasa gerektir. İlginç bir biçimde erkeklerin anlayamayacağını iddia ettiği açıklamaları içerisinde Yaşar Usta karakterini de yerden yere vurmayı ihmal etmeyen hanımefendi, açısından durum gayet net, hatta kendi adından emin olduğu kadar net ve berrakmış!
Peki o zaman filmler üzerinden tahlil denemelerinde bulunacaksak, kendisinin pek haz etmediği 70’lerin, 80’lerin filmlerini değil 2000’lerin filmlerini konuşalım. Bakalım orada kadının konumu ve toplumsal hayata yansıması nasıl yaşanıyormuş? Veya yine aynı dönemin dizilerinden 1 kadın ve 1 erkeğin, gelen tepkiler üzerine nasıl önce evlendirilip ardından nasıl çocuk sahibi yaptırıldığından bahsedelim. Acaba bunlarla kadınların içerisinden geçtikleri şiddetin ve yaşadıkları ötekileştirmenin hiç mi bağlantısı bulunmuyor?
Cehaletle mücadele etmek zordur buna karşın sadece kendi bildiklerinin gerçek doğru olduğunu iddia eden ve bunun üzerinden ahkam kesenlerle mücadele edebilmek ise çok daha zor ve çetrefillidir. Çünkü burada işin içerisine bambaşka yollar girebilmekte ve hiç ummadığınız tepkilerle karşı karşıya kalabilmektesinizdir. Bireylerin, kitle ile kurması gereken zihinsel bağı, yapılandırılmış bir gerçeklik sistemi içinde sağlayan medyanın kendisidir. Bireyler, medyadaki imgelerden yararlanmak suretiyle içinde yaşadıkları toplumsal gerçekliği ve yaşananları yorumlayabildikleri için medyanın yönlendirmelerinden etkilenmektedirler.
Buradaki asıl tehlike içinden geçtiğimiz dönem içerisinde medyanın toplumsal hayat içerisinde yaşamakta olduğumuz ayrışma duygusunu körükleyecek bir anlayışı hayata geçirmekte oluşudur. Temelde bir dışlanma pratiğine işaret eden “ötekilik”, en yalın haliyle bireysel düzeyde “ben olmayan” toplumsal düzeyde ise, “biz olmayan”dır. Kişinin kendisini algıladığı, konumlandırdığı ve kendisini ait hissedip-tanımladığı yere göre kendisinden farklı olan, “ötekiler” değişmektedir.
Ancak, kimi zaman bu konumlandırmada kişi, önyargılar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi nedenlerle kendisinden farklı olandan nefret edebilmektedir. Bu his, öncelikle kullanılmakta olan dile, yani söyleme yansımaktadır. Haber, var olan egemen söylemlerin bir ürünü olarak, egemen ideolojinin “biz”lik tanımı üzerinden, söylem ve ideoloji ikilisini de yanına katarak, olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama kullanarak ötekileştirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki”ye karşı önyargıları ve nefret suçlarını kışkırtır.
Türkiye’de her geçen gün biraz daha fazla sivrilen bir ayrışma ve ötekileştirme durumu ile karşı karşıya isek bunda hiç kuşkusuz söz konusu dili, söylemi kullanan kesimlerin büyük katkısı bulunmaktadır. Bu kapının birliğe, beraberliğe açılmayacağı aşikar olup, hiç hesap etmedikleri kadar tehlikeli gerginliklere açılabilme ihtimali de bulunmaktadır. O yüzden de okuyanların, yazanların, yorumlayanların çok daha dikkatli olmaları ve söylemlerine ihtimam göstermeleri icap etmektedir.