Türkiye’de yıllar içerisinde konuştuğumuz konular çeşitleniyor gibi gözükse de ne yazık ki her seçim dönemi yaklaştığında hiç değişmeyen bir söylem var.
Muhalefet yapmayı sadece söylemsel düzeye indirgemeye hizmet eden bu anlayış sayesinde sorunlarımız çözülmüyor tam tersine daha da içerisinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor.
Bu konudaki ilk ifade hiç şüphesiz ‘okumuş, yazmışların oyları ile cahil halkın oyunun nasıl aynı olabileceği’ söyleminde düğümleniyor.
Geçtiğimiz günlerde eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in yazısında aynı cümleleri bir kez daha gördük: ‘Anayasa değişikliğinde anayasa profesörü ile sade bir yurttaşın bir oy kullanmasının gerekçesi inandırıcı, doyurucu ve gerçekçi midir?’ bu soruya verilecek tek bir yanıt var: Evet fazlasıyla gerçekçidir. Ayrımı ortadan kaldırmadığınız ve halkı kendi bakış açınıza göre kategorize etmediğiniz rejimin adıdır demokrasi. Ve bu rejimde herkesin oyu aynıdır.
Sizin anayasa profesörü olmanız size özel bir durum kazandırmadığı için sistem kendi içerisinde bütün handikaplarına rağmen bir güzergah izlemeyi sürdürebilmektedir.
Halk için halka rağmen anlayışı üzerinden gidilen bütün bakış açılarının halkı terbiye etme düşüncesi ile yola çıktıklarını ve sonuçta ise başarısız olduklarını tarih fazlasıyla göstermiştir. Maalesef ülkemizdeki siyaset anlayışının bir türlü fark edemediği ve yanlışta ısrar etmek suretiyle çözümün parçası haline gelemediği noktalardan bir tanesi tam da burasıdır.
Kendi doğrularınız ile halkın doğrularının örtüşmediği noktada her nedense her seferinde halkı yanlış yapmakla suçlamak suretiyle kendinizi temize çekiyorsunuz. Ama bütün bu temize çekme işlemlerine rağmen durum değişmiyor ve doğruların pozisyonu ya da bir başka deyişle verilen oyların adresi de farklılaşmıyor. Halkın diline adapte olamadığınız ve onlarla iletişim kuramadığınız müddetçe, bu tip söylemler her seferinde var olan iktidarın ekmeğine yağ sürmeye devam edecektir. Yoksulluğun tavan yaptığı bir ülkede elitmiş gibi davranmak hiç kimseye fayda getirmez.
Bu konudaki bir diğer çok sık kullanılan ifade ise kurtuluş savaşı ve cumhuriyeti kuran kadro ile ilgili getirilen eleştiriler karşısında ortaya konulan ‘…eğer cumhuriyet olmasaydı kim bilir şimdi kimin esiri olurdunuz, karılarınız acaba hangi haremde cariye olarak bulunurdu’. II. Abdülhamit’in torunu Nilhan Osmanoğlu’nun açıklamaları karşısında CHP grup başkanvekili Özgür Özel:
“Sen Atatürk’e dil uzatıyorsun ya. Eğer Atatürk olmasaydı sen mutlaka yine yaşardın. Ama hangi sarayın, hangi odasında, hangi kafesin altında dedenin, babanın uygun gördüğü, hangi paşanın kaçıncı karısı olurdun onu bir düşün.”
Nilhan Osmanoğlu’nun parlamenter sisteme yönelik eleştirilerini beğenmeyebilir ve eleştirebilirsiniz ancak bunun yolu kişilerin şahsiyetlerine yönelik ifadeler kullanmaktan geçmez.
Dünyanın belki de hiçbir ülkesinde bizdeki kadar kurucuların tartışmaya açıldığı bir başka ülke bulunmamaktadır. Ancak öte yandan söz konusu olan bu ‘olmasaydın tartışması’ ile bir yere varamayacağımızı artık görmek ve olası senaryolar üzerinden hayatlarımızı tuhaflaştırmaktan uzaklaşmamız gerekiyor.
Bu ülkenin kurucularının hatalarıyla sevaplarıyla insan oldukları ve gerçekten zor zamanlarda çok zor işleri yaptıkları gerçeğini teslim etmek suretiyle geleceğe odaklanmalıyız. Biz ise geçmiş ile olan hesaplaşmamızı hiç ama hiç tamamlayamadığımız için sürekli olarak geçmişin muhasebesini bugüne taşıyor ve geçmiş üzerinden kendimizi temize çekmeye çalışıyoruz.
Son örneğim ise Bekir Coşkun’un soruşturma başlatılan yazısında kullandığı ifadeler hakkında:
‘Referandum ‘G.tünün kılı olurum ile Cumhuriyetin aydınlık bireyleri arasında!’ Yazıda kullanılan ifadelere baktığınızda seçimdeki evet ile hayırların aslında siyah ve beyazlar arasında gerçekleşeceği algısına kapılıyorsunuz.
Yazı şöyle devam ediyor:
‘Evet-Hayır, yalan ile doğru arasındadır… Evet-Hayır, haram ile helal arasındadır. Evet-Hayır; cehalet ile ilim arasındadır…Evet-Hayır; şu yalaka şaklaban ile Atatürk’ün askerleri arasındadır’. Hayatı böylesine ikiliklere indirgediğiniz anda hitap ettiğiniz kitle açısından kahramanlaştırılma durumuyla karşılanabilirsiniz ama buna karşın geri kalan kitle açısından da siz tam tersi bir pozisyona oturtulmakta olduğunuzu da bilmek durumundasınız.
Hayatta hiçbir şey hele bir seçim böylesi büyük ikilikler üzerinden yaşanmaz. Ya ‘o’ ya da ‘bu’ nun dışında alanların da olduğu gerçeğini görmezden gelemezsiniz.
Böylesi bir söylemin, umre’de dua’ya eşlik edilen ‘evet’lerle arasında bir farkı bulunmamaktadır. Hiç kimsenin doğruları bir başkasının doğrusundan daha üstün değildir ya da farklı bir biçimde dile getirecek olursak, hiç birimiz vereceğimiz oy neticesinde bir diğer yurttaşımızdan daha az vatansever ya da aydınlık olacağız. Oy tercihlerini argonun dehlizleri üzerinden normalleştirmeye çalışmak, en başta bunu yapmaya çalışanlara zarar verecektir. Çünkü yukarıdaki örneklerde olduğu gibi burada da kendi gibi düşünmeyenleri hor gören, aşağılayan hatta onlara kendince haklı olduğunu zannederek ağır ithamlarda bulunan bir anlayış söz konusu olmaktadır.
Bu ülkenin insanlarına ulaşamayan, onlarla iletişim kuramayan hiçbir siyasal hareket başarılı olamaz. Bu yüzden doğruları söylemek kadar neyi nasıl söylediğiniz meselesini de unutmadan, kimseyi incitmeden bir dili hayata sokmak zorundayız.
Ne profesörümüzün oyu daha kıymetli ne de dağdaki çobanımızın oyu daha az kıymetli. Hepimiz bu ülkenin vatandaşları olarak, hayatlarımızı sağlıklı, güvenli ve yarınlarımızdan şüphe duymadan sürdürebilecek bir gelecek için çalışıyoruz.
Açık bir toplum olmanın koşullarını yaratmalı ve hukukun, demokrasinin hepimizin çıkarına olduğu gerçeğini kabullenecek bir sistemi hayata geçirmenin peşinden koşmalıyız. Burada doğru ile yanlıştan ya da aydınlık ile karanlıktan çok daha fazla birbirimizle konuşmaya ihtiyacımız bulunmaktadır. Doğa durumundaki gücü gücüne yetene aşamasını yüzyıllar sonra yeniden yaşamak ne bizlere ne de ülkemize yarar getirecektir. Mevlana hazretleri ne güzel söylemiş:
“Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım”