04 Haziran 2021 15:39
T24 Video Servisi
Oyuncu ve yönetmen Ayça Damgacı, “Resmi tarihteki açıklar hakkında konuşmamız yasak, kişisel aile tarihimizdeki şeylerden de konuşmak yasak. Her zaman bir ‘ayıp’ ve ‘konuşulmaz’ ile ilerliyoruz ama sanki artık sandıklar, gardıroplar dolmuş, fışkıracak yani. Yer kalmadı benim hissimce ama ne zaman bu patlayacak?” dedi. “Herkes birbirinin ötekisi” diyen Damgacı, “Sen, bugün Suriyelilere, ‘bunlar buraya geldi bizim ülkemizi işgal etti, bizim ekmeğimizi çalıyorlar’ falan gibi bir şey söylediğinde, sen benzer bir geçmişten gelmiş olabilirsin. Sürekli bu hiyerarşiyle, sürekli birbirini ötekilemeyle yaşıyoruz” diye konuştu.
Ayça Damgacı, Tümay Göktepe’yle birlikte yönettikleri belgesel film “Patrida” ile göçün ve kimlik arayışının hikayesini anlatıyor. Babası İsmet Damgacı’nın da rol aldığı filmle Damgacı ve Göktepe, tersine bir göç yolculuğuyla izleyiciyi köklere yolculuğa çıkarıyor, kendi kişisel tarihleriyle yüzleşmeye çağırıyor. T24 ekranında yayınlanan ‘Ekşın’da Muammer Brav’ın sorularını yanıtlayan Damgacı ve Göktepe, video röportajda özetle şunları söyledi:
“Patrida” adlı belgesel filmle ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Ayça Damgacı, “Ben, hikâye anlatmayı seviyorum. ‘Gitmek’ filminde ben ortak senaristtim Hüseyin Karabey’le beraber. İnsanlara ulaştırmak ihtiyacı duyduğum zaman mutlaka anlatmak istiyorum. Her hikâyenin de kendisinin önerdiği bir formu var. Bazen bir tiyatro oyunu da olabiliyor bu, bazen bir sinema filmi oluyor, bazen bir radyo programı oluyor. İşte o yüzden sadece bazen yer değiştiriyorum. Bazen oyuncu oluyorum, bazen senarist oluyorum, bu sefer de Tümay’la beraber yönetmen olduk çünkü sonuçta anlattığımız hikâye benim babamın yaşam öyküsü ve bunu seçtik. Böylece de beraber ve hayatımızda ilk defa kameranın arkasına geçtik” dedi.
Tümay Göktepe de “Ayça’nın ailesinin hikâyesi olması itibariyle ve beraber yaşadığımız için tabii ki ben de ortak oldum hikâyeye. Beni de heyecanlandırdı. Beraber çalışmak aslında zor bir yolculuktu kendi içerisinde ama aynı zamanda da kolay bir yolculuk oldu. Bizim için çok önemliydi bu hikâyeyi anlatabilmek. Açıkçası çok zevkliydi. Hem çekimler sırasında hem de çekimler bittikten sonra post-prodüksiyonda çok heyecanlı bir süreç geçirdik. Bunu ikimiz paylaştık, çok sevinç verici benim için” diye konuştu.
Tümay Göktepe’nin de kendisi gibi göçmen bir aileden geldiğine dikkat çeken Damgacı, “Aslında sanki ikimizin ortak hikayesi. Vatanlarını terk edip İstanbul’a gelmiş iki ailenin çocuğuyuz. Bizim da hayatlarımız kesişmiş ve birbirimizi bulmuşuz. Sanki anlattığımız benim ailemin hikâyesi olsa da ikimizin ailesinin ortak hikâyesi gibi bir hisse ulaştık diyebilirim” ifadesini kullandı.
Filmin hikâyesini anlatan Tümay Göktepe, “Patrida, Yunanca ‘baba vatan’ demek. Patrida’nın hikâyesi Ayça’nın babasının ve ailesinin geçmişte yaptığı bir göç yolculuğu üzerine. Bu yolculuğu biz tersinden yaptık. Ve bu yolculuk sırasında kendimize atanmış olan aidiyet, kimlik gibi konulara da değinmeye çalıştık. Göç, evrensel bir konu ve onun üzerinden, Ayça’nın ailesi ve tabii ki benim ailem üzerinden bu konuya bakmak istedik, kendi özelimizde” dedi.
Ayça Damgacı da filmle ilgili şunları anlattı:
“Patrida lafını seçtik çünkü enteresan geldi, babaların geldiği yer. Genel geçer bir değerdir ya, babam nereliyse sen oralısındır. Babanın memleketi baskın tutuluyor enteresan bir şekilde. Bütün dünyada bu böyle. O yüzden ‘patrida’ Yunanca memleket demek ama ‘patr’ kelimesi; baba, babanın geldiği yer demek aslında. ‘Ana yurdu’, ‘ana vatan’ bizde. Yarısından çoğu Yunanistan’da geçiyor filmin. Buradan, İskeçe, Gümülcine, Selanik, Atina bütün buralardan geçiyoruz ve en son İsviçre’ye kadar uzanan bir seyahat yapıyoruz. Atanmış, doğuştan bize verilmiş kimlikler meselesi çok önemliydi, etnik kimliklerimiz özellikle. Bu nasıl kurgulanmış, biz bu kimliği nasıl oluşturmuşuz, biz bu kimliği nasıl sahiplenmişiz ya da sahiplenememişiz. Bu karmaşa içerisinde nasıl duvarlara toslamışız. Türk olmak nedir? Alttaki göçmenlik, aidiyetsizlik, hep bir yere ait olmaya çalışmak, bunları daha çok sorgulamaya çalıştık yaptığımız bu seyahatle. Her ne kadar kişisel bir hikâye anlatılmaya çalışılsa da bizim gayret ettiğimiz buydu. Ben neyim? Ben kimim? Nereliyim? Baba, sen kimsin nerelisin?”
Babasının ailesinin Batı Trakya’dan, İsviçre’ye göç etmesi üzerinden ötekileştirmeyi anlatan Damgacı, şunları söyledi:
“Ben doğduğum andan itibaren, ‘İsviçre, muasır medeniyet’ fikri ile büyümüş bir insanım. ‘Dünyanın en medeni ülkesi’ diye büyütüldüm ama sonra dönüp baktığın zaman; bunu Almanya için de söyleyebilirsin, Fransa için de söyleyebilirsin, 60’larda göçmüş, misafir işçi olarak çalışmış bir sürü insan var ve bir bakıyorsun ki orada göçmen olduğu için müthiş bir insan hakları ihlaliyle karşılaşmış bir aile var. Uzunca bir süre bahsedilmemiş bir konu. İnsanlar bundan kaçıyor, hele de yaşadığı zamanı düşünürsen, 1947’lerde yaşamışlar bunu. Bir meslek hastalığı dedeminki, bütün bunlara yol açan şey ve son derece usulsüz bir şekilde kendini burada bulmuş. Bugün bu hala devam ediyor. Herkes birbirinin ötekisi. Sen bugün Suriyelilere, ‘bunlar buraya geldi bizim ülkemizi işgal etti, bizim ekmeğimizi çalıyorlar’ falan gibi bir şey söylediğinde, sen benzer bir geçmişten gelmiş olabilirsin. Sürekli bu hiyerarşiyle, sürekli birbirini ötekilemeyle yaşıyoruz. En çok da bu karşılaşmalarla, bu düşünceye, bu deneyimlere varmaya çalıştık filmde.”
Muammer Brav’ın, büyük büyük dedesinin Çerkes Ethem’e destek olduğu gerekçesiyle asıldığını 20 yaşında öğrendiğini belirterek, filmde de işlenen geçmişi gizleme konusuna değinmesi üzerine Damgacı, “Misal, Çerkez Ethem, bu kadar Kurtuluş Savaşı’na destek verirken, hangi noktada fikir değiştirdi, hangi noktada çatışma yaşadı ve hangi noktada neler oldu? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Bunları konuşmak yasak çünkü. Tepeden ailemizin içine kadar böyle geliyor. Resmi tarihteki açıklar hakkında konuşmamız yasak, kişisel aile tarihimizdeki şeylerden de konuşmak yasak. Her zaman bir ‘ayıp’ ve ‘konuşulmaz’ ile ilerliyoruz ama sanki artık sandıklar, gardıroplar dolmuş. Tıkıştırırsın, tıkıştırırsın, tıkıştırırsın, tıkıştırırsın artık fışkıracak yani. Ben merak ediyorum, yer kalmadı benim hissimce ama ne zaman bu patlayacak? Ne zaman dile gelecek? Ne zaman konuşabileceğiz? Yani, sakince, ne bileyim mahkemeye verilmeden, linç edilmeden, bir şey yapılmadan sadece konuşmak. Ne zaman yapabileceğiz?” diye konuştu.
Baba- kızın yüzleşmesine film boyunca tanıklık eden yönetmen Tümay Göktepe ise şunları söyledi:
“Açıkçası kendi ailem üzerinden de söyleyebilirim bizim ailemizde de bunun konuşulması çok mümkün olmuyordu. Ayça’nın ve tabii ki babasının hikayesini anlatırken sanki kendi ailemin hikâyesini dinliyorum ve o yakınlıkta hissettim kendimi. Benim kendi ailem üzerinden söylemem gerekirse bizde de böyle şeyler çok konuşulmaz. İlla da arkasında çok büyük bir sır olmasına gerek yok ama ailemizin nerden geldiği, nasıl Türkiye’de bulduğumuzu kendimizi diyelim ya da nasıl bir yaşam mücadelesi verdiklerini, bunları pek fazla anlatmazlar. Hatta o kadar geçmişlerini anlatmama eğilimindeler ki siz de sorma ihtiyacı duymuyorsunuz çünkü zaten her zaman biz ordaydık gibi. Halbuki bunlar ne kadar büyük zenginlikler, konuşulması ve anlatılması, paylaşılması, herkesin jenerasyonlara aktarması bence çok önemli. O yüzden ben de Ayça’nın ve babasının hikâyesi üzerinden yaptığımız bu yolculuğu çok değerli buluyorum.”
Filmden örnekler vererek, ötekileştirmeyle ilgili değerlendirmelerde bulunan Damgacı, şunları söyledi:
“Öyle bir nokta geliyor ki ailenin verdiği tepkilerden utandığın ama kamera da çalışıyor, bunu çekmek çok önemli bir an. Yönetmen olarak Tümay, oradan en fena yere geçmiş onları çekebileceği, sen de zaten can atıyorsun o karşılaşmalara ama o oluş anı, ‘aman burada Araplar maraplar var’ dediği an işte Allah'ım, böyle bir kaynar su kafandan aşağı… Çok sınıfsal bir durum yani. Zaten sınıf meselesi de önemli. O çekim yaptığımız yerde, 1947 yılında o ordaymış şimdi de Suriyeli, Pakistanlı mülteciler orada. Belki onlar kadar büyük bir yokluk içerisinde değildi o sırada ama bir yokluk içerişindeydi ya da Türkiye’ye geldikten sonra yaşadığı hayat epeyce bir yokluk içerisindeydi. Nice nice çalıştılar çabaladılar da filmde de dediği üzere işte iyi şirketlerde falan, orta sınıf, neredeyse orta üst, ha gayret orta üst olabildiler. Ondan sonra işler değişiyor. Sınıf meselesini, o ötekileştirmede katman olarak çıkaramıyoruz maalesef. O da üzücü biraz ama bir yandan da. Çıkardığımız bir sahne ama orada İstanbul’dan Atina’ya gitmiş İstanbullu bir Rum, o da diyordu, ‘berbat ettiler Atina’yı, bu Pakistanlılar geldi berbat oldu Atina’ diyor. Artık birbirini o ötekileme hali bitmiyor. O kadar büyük döngüsel bir şey ki. Kafkaslardan gelen Gürcü bir kadın, Azerileri çok seviyormuş ama Ermenileri hiç sevmiyormuş falan. Bitmeyen tuhaf bir şey.”
Muammer Brav’ın verdiği bir örnek üzerine, göçmenlerin daha sonra yeni gelen göçmenleri de öteki görmesini yorumlayan Damgacı, “Değişen ne 60-70 senede? Değişen aslında şu; devlet politikaları. Sen kendi göçmen ezikliğini diyeceğim maalesef, kendi vatansızlığını ya da sınıfsal olarak kendine bulduğun yoksul konumu, hor görülmeyi kapatmak için tutunduğun bir üst kimlik var demek ki. Ne kadar üstünü örtersen ne kadar oraya yapışırsan, ‘ben kurtulurum bu köksüzlük, öksüzlük duygumdan’ falan diyorsun demek ki. Sağ olsun devlet politikaları da buna yardımcı olmuyor değil. Onların sayesinde bu oluyor zaten” dedi.
Muammer Brav’ın, filmde bir sahnede babanın “Aman Türkçe konuştuğumuzu duymasınlar” sözlerine dikkat çekmesi üzerine Tümay Göktepe, “Korkuyordu. Mesela İskeçe’de trende de öyle bir sahnemiz var. Dolayısıyla orada hala Türkçe anlaşılıyor ve biraz ‘söylediklerime dikkat etmeliyim’ dürtüsüyle bir şey var. Çok enteresan bir yolculuk oldu bizim için çünkü o kadar çok karşılaşma …Evet bekliyorduk aslında çünkü gerçekten Ayça’nın söylediği gibi magnet gibi geziyoruz etrafta. Çok güzel karşılaşmalar oldu. Çekiyorduk, insanlar merak ediyorlar” dedi.
Ayça Damgacı da “Bunlar bangır bangır Türkçe konuşan dört insan. İki yaşlı insan, iki genç insan, ellerinde kamera ve tabii ki babamın kulağı da duymadığı için bayağı bir bağır bağır. Ne kadar Türkçe konuştuğumuzu duyan varsa insanlar bize doğru çekiliyordu. ‘Aaa Türkiye’den misiniz, neresinden?’. Aklın hayalin edemeyeceği kadar çok fazla çeşitlilikte insan ve Türkçe konuşuyor bu insanlar, dedesi Türkçe konuşmuş onlara. İzmir’den, Ege bölgesinden, Küçük Asya’dan Yunanistan’a gidenler mi ararsın, işte Kafkasya’dan gitmiş ve yani Osmanlı’nın izleri meselesini de hissediyorsun” diye konuştu.
Muammer Brav’ın “Babanın filmi izledikten sonraki duygusu nasıldı?” sorusu üzerine Damgacı, “Çok kısa buldu filmi. ‘Yani o kadar sahne çektik, o kadar şehir gezdik, bu kadarcık mı koydunuz?’ diye biraz bozuldu. Dedim, baba ne yapalım, televizyon dizisi mi yapalım birkaç sezon?” yanıtını verdi. Tümay Göktepe de “Hatta çıkardığımız sahneleri bile hatırlayıp, ‘böyle bir şey yaşamıştık o niye yok?’ diye bize sitemde bulundu” dedi.
Muammer Brav’ın, “Kamera önünden arkasına geçiyor olmak, bundan sonra bu yolculuğun devamına dair neler düşünüyorsun? Hangi taraf daha keyifli?” sorusu üzerine Damgacı, “Hiç düşünmemiştim. Hepsi güzel ama kendi yaptığın iş, her aşamasında post prodüksiyonuyla, dosya yazmasıyla, tasarlamasıyla tadından da yenmiyor açıkçası. Beraber yaratmak çok güzel bir deneyimdi, o hoşuma gitti. Bir tür sinema okulu. Zaten 4 sene sürdü filmi yapmak. Bir sinema okuluna girseydik bu sene mezun oluyorduk zaten” yanıtını verdi.
Tümay Göktepe de “Kamera önünde olmayacağım kesin. Yönetmen olmak çok farklı bir deneyim çünkü her şeyi düşünmek zorundasınız. Filmi üç boyutlu, her şeyi önden planlamak, anlatım dilinizi bulmak bunların hepsi çok zor şeyler ama çok da büyük zevk aldım. Ayça ile çalışmak da çok büyük zevkti. Devam etmek istiyorum” dedi.
İlk kez geçen hafta İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Patrida”, bu hafta Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde de gösterilecek. Ankaralı sinemaseverler filmi beyaz perdeden izleyebilecek. Ankara’da Cernmodern’de yarın saat 13.00’te yapılacak gösterime Ayça Damgacı ve Tümay Göktepe de katılacak.
© Tüm hakları saklıdır.