LYNDALL GORDON
Alfa Yayınları Çev: Süha Sertabiboğlu
Gerek üzerine yazılan her çeşit metinde, gerekse kişiliğini odağa alarak üretilen filmlerde, yazarın hayatını deliliğe ve intihara indirgeyerek hayatını daraltma eğilimine karşı çıkan Gordon’ın biyografisi, okuyucunun zihnine kazınmış Virginia portrelerini kazıyıp yerine daha nitelikli ve sağlam olanını yerleştirmek için biçilmiş kaftan.
Lyndall Gordon’ın James Tait Black Ödülü’nü kazanan biyografisi Virginia Woolf: Bir Yazarın Yaşamı geçtiğimiz yılın son ayında Alfa Yayınları’nın biyografi serisinden yayımlanmıştı. Türkçede daha önce yayımlanan biyografilerinden ya da yazarın üzerine yazılan makalelerden bu metni ayıran önemli özellik, onu diğerlerinin yanında daha sahici bir anlatıya dönüştürüyor. Gerek üzerine yazılan her çeşit metinde, gerekse kişiliğini odağa alarak üretilen filmlerde, yazarın hayatını deliliğe ve intihara indirgeyerek hayatını daraltma eğilimine karşı çıkan Gordon’ın biyografisi, okuyucunun zihnine kazınmış Virginia portrelerini kazıyıp yerine daha nitelikli ve sağlam olanını yerleştirmek için biçilmiş kaftan. The Hours (Saatler) filminde Nicole Kidman’ın huysuz ve aşırı depresif özelliklerini ön plana çıkarıp bir de üstüne kocası Leopold’a kötü davranışlarıyla gerçek Virginia’dan uzaklaştırarak oynadığı karakterin alaşağı edilerek oluşturulduğu biyografi, özellikle Virginia’nın “durmak bilmez araştırıcı” özelliğiyle okuyucuya farklı bir okuma deneyimi vadediyor.
Lyndall Gordon’ın kaleme aldığı uzun metnin en belirgin özelliği, Woolf’un kronolojik olarak hayatıyla yazdıklarını karşılaştırmalı olarak okuyabilme olanağı sunması. “Hayatın bir dayanağı varsa, bu bir anıdır,” diyen yazarın hayat akışında yaşadıklarını, hayatına giren çıkan insanları, evliliğini, âşıklarını belirli dekadanslarla ele alıp romanlarındaki olay ve karakterle analiz edebilen metin, geri dönüp Woolf romanlarını yeniden okurken o zamana kadar görmediğimiz ayrıntıları görebilmemize olanak sağlıyor.
Yazarın Bloomsbury’deki yaşamı, dillere pelesenk olmuş uçuklukları, hastalığına çekilişleriyle beraber vücuda gelen deli, frijit, çirkin kadın ifadelerini yerle bir eden çocukluk anıları, aile fotoğraflarına baktığında gördüklerini romanlarına nasıl incelikle işleyebildiğinin muazzam hikâyesi, oldukça hassas bir okuma serüvenine dönüşüyor. Gordon’ın kendi sözlerine kulak verelim burada: “Yani alışılmış kapsayıcılık amacından farklı temellere dayalı bir ‘Yaşam’ bu; okurları Woolf’a onun biyografi anlayışıyla yaklaşmaya davet ediyor. Bu metnin dileği, Virginia’yı muhteşemlik perdesinde yakalamaktır. Başarabilmek için, onun yapıtlarını merkeze koyacak, aradaki kaynakları araştıracaktır; bitirilmemiş anılarını, roman taslaklarını ve kariyerinin rotasını sunan, ‘Bir Romancının Anıları’ gibi, yaşadığı sürede yayımlanmamış bazı şeylerini ve son, bitmemiş kitabı Anon’u…..Benim amacım onun her yapıtını sunmak değil, kariyerinin biçimini göz önüne sermektir. Bu kariyerdeki tutarlılığı görmek için, Virginia Woolf’un romanlarında gizli duran yaşam görüşlerini takip edeceğim.”
Gordon’ın anlatısı çoğu zaman akıp giden bir filme dönüşüyor. Yazarın bizi Virginia’yı çocukluğundan alıp ırmakta yürüdüğü âna kadar zihninin içinden yürüttüğünü söylesek sanırım abartmış olmayız. Zira, Virginia’nın yazıyla, kalemle, kâğıtla ilk temasından ilk gençlik çağlarına, Dalgalar’dan Kendine Ait Bir Oda’ya kadar izlediğimiz süreçte onun sözcükleri nasıl seçtiğini, yazma pratiklerini, hastalığıyla mücadele ederken rutinini nasıl oturttuğunu belki de daha önce okumadığımız ayrıntılarla beraber keşfetme lüksüne sahip oluyoruz.
Yazmaya doğmuş bir çocuk olarak Virginia’nın babasıyla ilişkisinin temelleri üzerinde duran biyografi, özellikle yazarın aile hayatına, annesine ve kardeşlerine fazlaca yer vererek, gelecekteki anlatılarının nasıl şekillendiğini açıklarken, onu ailesinin gözünden de görmemize olanak veriyor. Woolf’un kendi cinsiyet modeli kaynağının annesi olduğunu; fakat annesinin sadece dışarlıklı hayatın dramatik hikâyesinden ve Viktoryen kadınlığın geçici göreneklerinden arınmakla kalmamış, dilin hilelerinden de arındırılmış olduğunu Deniz Feneri’nde nasıl okuyacağımızı öğreniriz. Çıraklığının istisnai bir uzunlukta geçtiğini, hastalığın nüksettiği ilk zamanlar sebebiyle yol alırken tökezlediğini, neyin yayınlanacağı konusunda, hiç uzlaşmazcasına özel ve yüksek standartlarına nasıl ulaştığını ve nihayetinde 1897’nin onun için nasıl bir dönüm noktası teşkil ettiğini…
“Şimdi kendini kaçınılmaz olarak dayatan soru, sadece büyük adamların hayatının mı kaydedileceğidir. Bir hayat yaşamış ve geride bu hayatın kayıtlarını bırakmış herhangi birinin de –başarılar kadar, başarısızlıkların da, şöhretliler kadar gösterişsizlerin de- biyografiye değer olup olmadığıdır. Ve büyüklük nedir? Ve küçüklük nedir?” diyen, kendisi de bir biyograf olan Woolf’un “Biyografi Sanatı” (1939) adlı derlemesinde, biyografiyi yazarken sorulan soruları tersine çevirdiği gibi, Gordon’ın onu yazarken getirdiği yeni bakış açısıyla, Woolfseverler de yazarlarını tersten okuyarak kendilerine yeni okuma odaları oluşturabilecek gibi duruyor.