SEDEF ERKMEN
İletişim Yayınları 2020 208 s.
Türkiye’de kürtaj yasal mı? Siz bu sorunun doğru cevabını hiç düşünmeden veriyor olabilirsiniz, ancak bir sokak röportajı için rastgele seçilen 15 kadından 9’unun verdiği cevap yanlış. Kısıtlı bir örneklemden genelleme yapmak mümkün olmasa da, söz konusu oran, özellikle kürtajın 1983 yılından beri yasal olduğu düşünüldüğünde biraz kafa yormayı gerektiriyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan ve Sedef Erkmen’in tarihe düştüğü notlarla bu de facto yasağa dair cevaplar vermekten öteye geçtiği kitabı Türkiye’de Kürtaj, kürtajın yalnızca Türkiye’deki değil, dünyadaki serüvenini de anlatırken -konunun kadına, ölüme, yaşama, cinselliğe, nüfusa ve çok daha fazlasına aynı anda değinmesi gibi- her alana dokunarak, doktorların bile hakkında konuşmaktan kaçtığı meseleyi didik didik ediyor.
19. yüzyıla kadar kadının özel alanına ait bir mesele olarak görülen kürtaj, nüfusu artırmaya yönelik politikalarla beraber siyasete karışıyor. Kadını politikanın nesnesi, kadın rahmini ise “topluma karşı sorumlu” hale getiren yasalar ve söylemler dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Kontrolü sağlamak adına atılan ilk adım, aslında doğal bir süreç olan doğumun olduğundan daha riskli bir konu şeklinde yansıtılması. Doktorların hakimiyet kurma isteğinin de etkisiyle, geçmişte “kötü kanın atılması” olarak görülen düşük ve kürtaj tıbbi bir boyut kazanıyor ve bu durum, nüfus politikalarıyla güçlenerek kürtajı bugünkü korkulan haline getiriyor. Osmanlı’daki resmî yasak ise 1859’da Fransa’dan alınan, kürtajı “şiddet suçu” olarak gören ceza kanunuyla beraber geliyor.
Türkiye’de 1983 yılına dek –gerçektem tam olarak da uygulanamadan- devam eden yasağın bedelini ödeyen kadınların yasal ve ulaşılabilir kürtaj isteği, dünyada da ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra konuşulmaya başlanıyor. Özetle Türkiye, kürtaj yasağı ve kürtaja bakış konusunda dünyada tek değil diyor Erkmen. Yaşamı kuşatan biyopolitika; ölüm, cinsel davranışların düzenlenmesi ve üreme kavramları etrafında dolaştığından, kürtaj bugün de tartışmaya açmayı en çok sevdiği konulardan biri. Elbette söylemler coğrafyalara özel. “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum,” örneğin...
Nedir siyasetin bugün katledilenlerle bir tuttuğu “fetüs”? Kadının bedensel bütünlüğünün bir parçası mı, Ayşe Dayı’nın tanımında olduğu gibi “modern dönemde icat edilmiş teknolojik bir oluşum” mu, yoksa Macaristan’daki kürtaj karşıtı afişlere çizilen, “Yaşamama izin ver” diye yalvarabilen “bebek” mi? Hepsi bir yana, doğum için fedakârlık göstermek zorunda olan kadın, bu fedakarlığı göstermek istemiyorsa, fetüsün ne olduğunun önemi var mı? Kürtajın yasallaşması için hareketlerin arttığı dönemde fetüsü bebek gibi yansıtan, onun haklarını koruduğunu vurgulayan devlet, düşükler ve merdiven altı yöntemlerle kürtaj yaptıran kadınların yaşam hakkına gözünü nasıl kapatıyor? Yasağın yüz binde dörtlük bir oranda uygulandığı dönemde gerçekleşen ciddi anne ölümlerinin tartışılması sonucu yasallaşan kürtaj, bugün nasıl ve neden devlet hastanelerinin yüzde sekizinden daha azında yapılabiliyor?
Kürtajın yasallaşmasıyla Türkiye’deki anne adayı ölümlerinin iki kat azalması, AKP’nin ılımlı döneminin ardından kürtaj karşıtı söylemlere geri dönmesine engel olmadı. İlk döneminde yasal düzenlemelerle kadının toplumdaki yerini iyileştirmeye çalışan hükümetin yakın tarihte verdiği “Tecavüze uğrayan doğursun gerekirse devlet bakar,” benzeri demeçler, kürtajın yasal olmayan yasağının temelini oluşturuyor. Merkezde, savunulan bir yaşam hakkından ziyade kontrol edilmeye çalışılan kadın cinselliği var. Eşi ölen annelere sağlanan devlet desteği, boşanan annelere sağlanmıyor. Yani önemsenen çocuklar değil, kadının cinselliğinin kontrol edilmesi meselesi. Kadınının öncelikli alanı olan “makbul aile”sinin sınırları belirli. Kısacası, Osmanlı’da kürtaj yaptırmak isteyen kadın için düşünülen “ya sefaletten ya sefahatten” anlayışı bir adım ileriye gidememiş.
Sembolik yardımlarla sosyal durumu düzeltilmiş gibi gösterilen anne, kürtaj hizmetine ulaşabildiği durumda “makbul koca”sının iznini almak zorunda bırakılıyor. Bu tip yasakların toplumsal cinsiyetin kadına yüklediği sorumluluklar sebebiyle tartışılması gerektiğini söyleyen Jaggar, kadının çocuğu büyüten asıl sorumlu olarak görülmesinin, onu babaya oranla daha fazla söz hakkına sahip kıldığı görüşünü savunuyor. Fostar ise konuya bambaşka bir açıdan yaklaşarak kadını kürtaj yaptırmaya teşvik eden koşullar iyileştirilmeden kürtaj olabilme hakkının içi boş bir seçim olduğunu vurguluyor. Türkiye’de Kürtaj’da farklı açılardan feminist tartışmaya yer veren Erkmen, kürtaj hem kanunen hem de uygulamada kabul görse dahi, tartışılması gereken daha çok konu olduğunu gösteriyor okuyana.
Ve birkaç cümle de kitabın açılışına dair… “Ölmek istemiyorum.” Kitabın ilk cümlesi bu, eski eşi tarafından kızının önünde bıçaklanarak öldürülen Emine Bulut’un sözleri. Ölmek istemeyen kadınların kulağımıza ve yüreğimize kazınan sesini hatırlatarak anlatıyor kitap tüm bu var olma savaşının hikâyesini. Kadının kimi zaman ölmemek için erişebilmesi gereken ücretsiz ve ulaşılabilir kürtaj, cinselliğini kontrol edebilmek adına kısıtlanıyor. Kimin yaşayıp yaşamayacağına karar veren devlet, yaşayanın da nasıl yaşaması gerektiğinin sınırlarını, hiçbir hak gözetmeden çiziyor. Böylece kadının rahmi “biyolojik kolektiviteye yönelik bir suç yeri” halini alıp öylece kalıyor. Sonuçta ortaya çıkan tablo ise belli: kürtaj yapmaktan, hatta hakkındaki soruları cevaplamaktan kaçan doktorlar, varlıkları yok sayılan bekar anneler ve geleneksel veya merdiven altı yöntemlere başvurarak ölen kadınlar…
•