ROBERTO BOLAÑO
Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş Can Yayınları
Tılsım, sonunu başından bildiğimiz bir suçun; diktanın bastırmaya çalıştığı hür iradenin, özgürlük şarkılarının, Latin Amerika’nın yalnızlığının hikâyesi…
Latin Amerikalılar, topraklarını İspanya Krallığı’nın boyunduruğundan kurtaran el libertador (Kurtarıcı) Simón Bolívar’ın kullandığı “tek Amerika” söylemini dillerinden düşürmez. Küba Devrimi’nin de fikir babası sayılan José Martí’nin “nuestra America” (bizim Amerika’mız) tanımını da… Bu bağlamda, yurtsever bir Şilili ya da Uruguaylı, kendini kütüğündeki ülkeyle değil, Latin Amerikalı olarak tanıtmaktan gurur duyar. Latin Amerikalı yazarların önemli bir kısmı da kendilerini ülkelerinin ya da İspanyol edebiyatının temsilcisi olmaktan ziyade, Latin Amerika edebiyatının parçası olarak görür. Bu açıdan, son dönem Latin Amerika edebiyatının (daha özgül olmak gerekirse post-boom’un) önemli isimlerinden Şili doğumlu Roberto Bolaño’nun Tılsım’da yarattığı “Uruguaylı şair” karakterini Meksika’da karşımıza çıkarması boşuna değildir.
Kendisini görünmez bir kadın olarak tanımlayan, kafası karışık ve geçmişi yâd eden bir şiir tutkunu olan Auxilio Lacouture, günün birinde nedenini, nasılını ve hatta zamanını bile bilmeksizin -göğü hedefleyen bir yeraltı şehri olarak nitelendirdiği- Meksika’da alıyor soluğu. Gündüzleri Meksika Ulusal Otonom Üniversitesi (UNAM) kampüsünün Edebiyat ve Felsefe Fakültesi’ndeki çeviri ve daktilo işleriyle üç beş kuruş kazanıp, geceleri Meksiko City’nin şairleriyle birlikte bohem bir yaşam sürerek ruhunu doyuruyor. İşte, bu tekinsiz Latin Amerika gecelerinde, gölgelerin içinden gölgelerin çıktığı sokaklarda dolaşıyor, edebî toplantılara (tertulialara) katılıyor ve zaman geçirdiği şairlerden çok şey öğreniyor, öğretiyor. Yarını olmayan birliktelikler yaşıyor. Latin Amerikalı “şansı” ise onu 18 Eylül 1968 gecesi ordunun üniversiteyi işgali sırasında fakültenin dördüncü katının kadınlar tuvaletinde şiir okurken yakalıyor. (O dönemde etkisi altında olduğu Pedro Garfias’ın şiirlerini...) Ordu, tuvaletler dâhil her yerin işgal altında olduğu kampüste öğrencileri tutuklamaya başlıyor. “Bir gürültü duydum, diyelim. Ruhumda bir gürültü!” (s.29) Kadınlar tuvaletinin kabininde gözlerini kapatıyor ve şöyle diyor: “Auxilio Lacouture, Uruguay vatandaşı, Latin Amerikalı, şair ve seyyah, diren! Hepsi bu.” (s.34) Sonra kendini günlerce tuvalete hapsediyor.
“Bu bir korku hikâyesi. Bir tür polisiye, Fransızların ‘kara roman’ dedikleri türden, hatta bir dehşet hikâyesi. Ama öyle görünmeyecek gözüne, çünkü bu hikâyenin anlatıcısı benim. Benim tarafımdan aktarıldığı için öyle olduğunu fark etmeyeceksin. Oysa bu, özünde korkunç bir suçun hikâyesi.” (s.13) Okuru işin içine dâhil eden uyarıyla birlikte anlatıcımız Auxilio Lacouture ile bir masaya oturup onu dinlemeye başladığımız hissine kapılıyoruz. Neyin değil, nasıl anlatıldığının merakıyla aralıyoruz sayfaları…
Üniversitenin bağımsızlığını tek başına savunmaya hazır olan dişi Don Kişot’un şimdiki zamanda yaşadığı geçmişe, belleğinde sıkışıp kaldığı o korkunç günlere geri dönüşlerine, rüyayla gerçek arasında gelip gidişlerine ve sayıklamalarına tanıklık ediyoruz: “Hâlâ Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin kadınlar tuvaletindeyim, derdim o zaman kendime. Ay, fayansları birer birer eritip imgelerin dışarı aktığı bir karadelik yaratıyor, hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Gelecek de delikten dışarı süzülüyor, ama ışık hızıyla gittiği için onu göremiyorum. Anlayacağınız, budalaca kehanetler beliriyordu rüyalarımda.” (s.119-120) Anlatıcı, zaman kavramını yitiriyor. Bir şeyleri var eden ve değiştiren mekân değil, zaman oluyor. Bellek sayesinde uzaklaşıyor kilitli kaldığı beyaz fayanslı “zindandan.” Ay ışığının fakültenin dördüncü katındaki beyaz fayanslara vurmasıyla birlikte uyanışlarına tanık oluyor, belleğinin girdabına kapılıyoruz. Zira fayansa vuran ay ışığı, aslında zamanda özgürce dolaşan Auxilio’nun belleğine vuruyor. Belleğiyle gerçek zaman arasındaki arafı aydınlatıyor. İşte, Auxilio’nun çıkamadığı o araf, Latin Amerikalı aydınların bilinçaltlarındaki ortak buluşma noktasından başka bir şey değil.
Bu noktada karşılaştığımız vadi imgesi önem taşıyor. Devasa, içinde hiçbir yaşam belirtisi olmayan, bir gözyaşı vadisi. Binlerce gencini kaybeden Latin Amerikalı ailelerin gözyaşlarıyla dolan ıssız bir vadi. İşte o vadi, ölümü simgeliyor. Latin Amerika’nın yazgısı olan ölümlerin vadisi. Bu vadi imgesi, hem Tlatelolco Katliamı’nın yaşandığı 1968 Ekim’inde hem de Şilili sosyalist lider Salvador Allende’nin askerî bir darbeyle devrildiği 1973 Eylül’ünde beliriyor Auxilio’nun belleğinin beyaz perdesinde. Binlerce gencin, baskıcı rejimler yüzünden Şili’den Meksika’ya kadar Latin Amerika’nın dört bir yanında kurşuna dizildiği o kanlı günler, anlatıcının belleğinde yer ediyor. Unutamıyor.
Auxilio’nun kendini Meksikalıların dostu ve Meksika şiirinin anası olarak tanıtması da boşuna değil. Bu niteleme, bir başına direnmenin sembolik bir karşılığı aslında. Çünkü direnmek Latin Amerika’nın ve edebiyatının anası sayılıyor. Auxilio da bir “ana” olarak korumayı görev ediniyor. Lakin, “…dünyanın en kötü fırtınaları denebilecek Latin Amerika fırtınalarının ortasında büyüdü bu şairler. Hiçbirini sert rüzgarlardan korumanın bir yolu yoktu. Benim bakışlarımsa heykellerin, donup kalmış şekillerin, gölgelerden ibaret grupların, tek varlıkları kelimelerin vaat ettiği ütopya olan o silüetlerin üstüne düşen ay ışığından farksızdı.” (s.41-42) Ana karakterimizin Arturo Belano ile kurduğu “dostluk” da romanda önemli bir yer tutuyor. Auxilio’nun “devrim gazisi” olarak adlandırdığı Arturo, Allende’nin Pinochet darbesiyle indirilmesinin ardından yaşadıklarıyla önündeki tekilanın içinde kaybolacak hâle geliyor. “Arturo, hayaletleriyle baş başa kaldığı bir masada Homeros destanlarına layık bir gemi kazasını izliyormuş gibi pürdikkat tekilasına bakıyordu.” (s.68) Bu metafor, dönemin baskıcı rejimlerinin Latin Amerikalı edebiyatçıların buhranını ve ruhlarındaki hayal kırıklıklarını doğrudan yansıtıyor.
Aslında Latin Amerika’nın hikâyesini anlatan Auxilio, bu coğrafyadaki farkındalık sahibi kimselerin yazgısını yaşayan sıradan bir insandır. İçinde umudu taşıyan karamsar bir varoluşun öyküsünü anlatan Auxilio Lacouture’un öyküsü, Latin Amerika’nın yalnızlığında direnişin öyküsüdür. Üniversitede tek başına kaldığı o geceler, Latin Amerika’nın yalnızlığının simgeleşmiş bir hâlidir. “Meksikalı şairlerin anası” Lacouture, edebiyatın Latin Amerika’daki baskıcı rejimlere nasıl direndiğini de yansıtır. Ordunun, üniversitenin bağımsızlığına müdahale ederek işgal ettiği kampüsün tamamıyla boşaltıldığı o gece (18 Eylül), Latin Amerika’nın, 1492’de İspanyolların “yeni dünya”ya ayak basmasıyla yaşamaya başladığı kâbusun, kara bahtın devamı, tarihin tekerrürüdür. “Çünkü ölüm Latin Amerika’nın bastonudur ve Latin Amerika bastonsuz yürüyemez.” (s.63) Hayaller, hatıralar, heyecanlar, hezeyanlar ve hayal kırıklıklarıyla uzayıp giden ve “h” harflerinden oluşan bu uzun liste, Latin Amerika’yı anlatır. Roberto Bolaño da toplumunun ve içinde yaşadığı kıtanın farkındadır. “Ah sevgili dostlarım, işte size sürekli tekrar eden korkunç bir Latin Amerika kâbusu daha: Silahınızı bulamamak, oraya koyduğunuzu bilirsiniz ama orada yoktur. Bizim hikâyemiz böyledir.” (s.58) “Bu kıtada işler böyle yürür.” (s.67)
Eserin son bölümüne ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Bu bölüm, Latin Amerika’nın kara tarihine bir ağıt ve kitabın tamamlayıcısı âdeta. Hatta bitiş cümlesi, olası bir baskı hatası sebebiyle okunamayacak olsa bu kitabın eksik olduğunu ya da ortalama bir kitap okuduğunuzu düşünebilirsiniz. Çünkü o cümlenin öyle büyülü bir etkisi ve bütünleyici bir niteliği var ki kitabın sırf o cümle için yazıldığını bile sanabilirsiniz. Tılsım’ı sırf bu son bölümü için bile olsa okumak, yeniden okumak gerek. Zira Latin Amerika’nın yalnızlığını bu denli sade ve öz bir şekilde ifade edebilmek, her yazarın harcı değil.
Bolaño, dönemi bilen ve duyarlılık sahibi her Latin Amerikalı yazar gibi Latin Amerika’nın yalnızlığını yaşayan, kıtanın “kesik damarlarından akan kanı” okura da hissettiren önemli bir esere imzasını atıyor. “Meksikalı şairlerin anası Auxilio Lacouture” karakteri, Latin Amerika’daki aydın kesimin o dönemi bir türlü unutamadığını, bir kere daha gösteriyor. Söz konusu karakter, hikâyenin önüne geçmiyor. Bilakis güç katıyor. Bolaño’nun bir anti-kahraman olarak resmettiği kadın anlatıcıyı kendi yazar kimliğinden ustaca sıyırdığını da söyleyebiliriz.
Zeynep Heyzen Ateş’in yetkin çevirisiyle okuduğumuz eserde, Roberto Bolaño, Juan Rulfo’dan Gabriel García Márquez’e büyülü gerçekçiliğin büyük isimlerinden nasibini alarak olmayacak şeylerin olabildiği ve normal karşılandığı bir edebiyatın (Latin Amerika edebiyatının) sözü geçen bir temsilcisi olarak geçmiş ile geleceğin, yaşanmışla yaşanmamışın, rüyayla gerçeğin arasındaki dengeyi başarıyla kuruyor. Karakterin içinden bir türlü çıkamadığı girdapları kaleme dökmedeki ustalığıyla Bolaño, Latin Amerika edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olduğunu bir kere daha gösteriyor.
Tılsım, sonunu başından bildiğimiz bir suçun; diktanın bastırmaya çalıştığı hür iradenin, özgürlük şarkılarının, Latin Amerika’nın yalnızlığının hikâyesi…