Fitzgerald’ın yarım kalan romanı: Son Düş

Son-Düş

Son Düş

FRANCIS SCOTT FIZTGERALD

çev. Tomris Uyar İletişim Yayınları 2019 239 s.

Fitzgerald’ın ölümünden önce yazdığı ve yarım kalan romanı The Last Tycoon-Son Düş adlı romanı 1930’ların Hollywood’unu konu edinir. Fitzgerald son romanında Hollywood’un acımasız iç yüzünü içerden bir gözle anlatır.

AHMET EKEN 

Francis Scott Key Fitzgerald (1896-1940), Birinci Dünya Savaşı’na katıldıktan sonra 1920 yılında yayınlanan ilk romanı Cennetin Bu Yakası ile tanındı. 1925’te, bugün dünya edebiyatının başyapıtlarından biri sayılan Muhteşem Gatsby romanını yayınladı. Daha sonra 1934’te yayınladığı Sevecendir Gece adlı romanı ilgi görmeyince sağlığı hızla bozuldu ve henüz kırk dört yaşındayken, 1940’da hayatını kaybetti.

Fitzgerald’ın ölümünden önce yazdığı ve yarım kalan romanı The Last Tycoon-Son Düş adlı romanı 1930’ların Hollywood’unu anlatmaktadır. 1937’de Hollywood’a taşınarak Metro-Goldwyn Mayer film şirketinde çalışan Fitzgerald, son romanında Hollywood’un acımasız içyüzünü içerden bir gözle anlatır. Romanın başkarakteri Monroe Stahr, gerçek hayatta MGM Film Stüdyosu’nun ünlü genç yapımcısı olan Irving Thalberg’den alınmıştır.

Romanın çevirmeni, edebiyatımızın usta kalemi Tomris Uyar kitabın girişinde romanın adı konusunda şu açıklamayı yapmış: “Fitzgerald’ın bu son romanının özgün adı The Last Tycoon’dur. Japonca kökenli (tai-koon) bir sözcük olan ve ‘feodal lord’ anlamına gelen ‘tycoon’ Batı dillerinde, özellikle de İngilizcede “olağanüstü zengin ve güçlü işadamı” anlamında kullanılmaktadır. (…) Yazarlığı boyunca güç ve zenginliği ellerinde tutan kişileri konu edinen Fitzgerald’a göre bu adamlar ‘son romantikler’, ‘son prensler’, ‘son düşçüler’dir.”

Scott Fitzgerald, 1920'li yıllarda.

Fitzgerald’ın ölümünden bir yıl sonra, 1941’de arkadaşı Edmund Wilson’ın editörlüğünde bir ekip tarafından tamamlanan Son Düş, yazarın tekrar gündeme gelmesine, diğer kitaplarının da yeniden okunmasına neden olur.

Roman 1976 yılında Oscar ödüllü yönetmen Elia Kazan tarafından aynı adla sinemaya uyarlanır. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Harold Pinter’ın senaryosunu yazdığı filmin oyuncu kadrosunda Robert De Niro, Tony Curtis, Robert Mitchum, Jack Nicholson, Jeanne Moreau, Theresa Russell gibi oyuncular yer alır.

Edebiyat tarihinde yazarının ölümü nedeniyle yarım kalan romanlardan biri olan eser bir uçak yolculuğu ile başlıyor. Öğrenim için New York’ta bulunan, önde gelen film yapımcılarından Pat Brady’nin kızı Cecilia, Hollywood’a dönmektedir. Uçakta onu tanıyan ya da onun tanıdığı, sinema dünyasından kişiler de vardır.

Bir ara babasının ortağı Monroe Stahr ile karşılaşır. “Onu on iki yıl önceden babasıyla ortaklığa giriştiği dönemden beri tanımaktadır”, yumuşak bakışlı, içe kapanık, insana sevecenlikle yaklaşsa bile yine de biraz tepeden bakan bu adama bütün kızlar âşıktır. Çoğu gibi yüz bulamamış olsa da Cecilia da onlardan biridir. “Susmayı, geri plana çekilmeyi, dinlemeyi bilen, durduğu yerden kendi dünyasının önüne serili yığınla olanağını geceye gündüze bana mısın dememiş gururlu bir çoban tavrıyla gözleyen” bu adam fakirlikten yükselmiştir. Gençliğinde, delikanlıyken mahallesindeki bir çeteye elebaşılık da etmiştir. Eğitimi gece kursunda stenografi öğrenmekten öteye gitmese de sezgi yordamıyla pek çok zorluğu aşmış nadir kişilerden biridir. Teknolojiye ve cihazlara büyük bir ilgisi vardır. Kısacası on parmağında on marifet olan insanlardan biridir. Yazarları, oyuncuları ve teknisyenleri bir araya getiren, birleştiren bir kişidir.

Cecilia uçakta uyuklamadığı anlarda Stahr ile evlenmeyi, onu kendine âşık etmeyi düşünür. Güzellikten yana bir sıkıntısı yoktur, entelektüel ilgileri de içinde yaşadıkları dünyaya göre yeterlidir. Sonuç olarak mutlu bir çift olmaları için bir eksikleri yoktur. Ama Cecilia’nın bu isteği gerçekleşmez. Stahr kaybettiği karısı Minna Davis’i unutamamıştır ve bu olaydan sonra gözü işten başka hiçbir şey görmemektedir. Hayatı iş görüşmeleri, film çekimleri, çekilenlerin seyri ve bu arada çıkan sorunları çözmeye çalışarak geçmektedir. Akşamları evine dönünce de gelen senaryoları okumaktadır.

İş ortağı Pat Brady, yani Cecilia’nın babası ise sadece şanslı ve kurnaz bir adamdır. Başarısının temelinde bunlar yatmakta, böylece, “göz kamaştırıcı sirkten payına düşeni” almaktadır. Yaşamının tek çabası budur. “Wall Street’tekilere film yapımcılığının nasıl gizemli bir iş olduğu yolunda palavralar atsa bile”, değil seslendirmeden, montajın abecesinden bile habersizdir. Şansı, Stahr’ı bulmasıdır. Stahr farklıdır ve sinema endüstrisinin temel taşlarından biridir. “Filmleri tiyatro sınırları ötesinde, onun etkisinin ulaşamayacağı bir yere” ulaştırabiliyordur. Etrafında pek çok casus vardır ve bunların amacı sadece stüdyo ile gizli bilgileri öğrenmek değildir. Esas olarak bilmek istedikleri, onun nereden yeni bir koku aldığı ve yakın gelecekle ilgili neler düşündüğüdür. Stahr bir de bu tür insanlarla uğraşmaktadır. Bu nedenle bazen işi bile bile karmaşık hale sokmakta, görenler işin içinden çıkamamaktadır!

Elia Kazan’ın son filmi The Last Tycoon’da Robert De Niro, Ingrid Boulting, 1976.

O günlerde Kaliforniya’nın meşhur depremlerinden biri daha yaşanır. Gündüz olduğu için herkes stüdyodadır. İlk telaş geçtikten sonra su borularının patladığı ve her yeri su bastığı, bu arada ortalıkta dolaşan iki kadının da mahsur kaldığı görülünce Stahr derhal duruma müdahale eder ve böylece iki kadın kurtulur. Kurtulan kadınlardan biri Stahr’ın ölen eşine çok benzemektedir. Bu durumdan etkilenen yapımcı kadının peşine düşer ve Kathleen isimli kadını bulur. Biraz ısrar ettikten sonra kadınla yemeğe çıkarlar. Aslen İngiliz olan kadın bir rastlantı sonucu buraya gelmiştir. Yaşadığı gönül maceralarında başına gelenlerin tekrarını görmek istemediği için de erkeklere karşı mesafeli durmakta, herhangi bir beklentisi olamadan yaşamaktadır. Ama söyleyemedikleri de vardır…

Kathleen’den etkilenen Stahr ona âşık olur ve onunla yeniden görüşeceği saatleri iple çekmeye başlar. Günler böyle geçerken yapımcı bir gün arabada kadının düşürdüğünü söylediği bir mektup bulur. İlk buluşmalarında vermeyi düşündüğü mektupta Kathleen şöyle yazmaktadır: “Yarım saat sonra sizle buluşacağım. Ayrılırken bu mektubu vereceğim size. Yakında evleneceğim, sizi bundan sonra görmeyeceğimi söylemek istiyorum.” Önce irkilen Stahr, daha sonra mektubun yazılışından bu yana çok şeyin yaşandığını düşünerek rahatlar. Ancak ilerleyen günlerde görüşmeleri devam etse de Stahr’ın kafasından geçenler olmayacak, Kathleen evlendiğini ona bir telgraf ile bildirecektir!

Ağustos ortasında, bir sabah Cecilia’nın telefonu çalar, arayan Stahr’dır. Ona tanıdığı komünistlerden biriyle görüşmek istediğini söyler. Konuşmak istediği kişi “örgütçülerden biri” olacaktır. Cecilia bir yaz önce sevgilisinden dolayı “boğazına kadar politikaya batmış”, ancak delikanlı bir araba kazasında ölünce bu konularla ilgilenmeyi bırakmıştır. Ama elbet tanıdıkları vardır. Biraz uğraştıktan sonra Stahr’ın konuşmak istediği özelliğe sahip bir komünist bulur!

Yapımcının böyle bir kişiyle görüşmek istemesinin nedeni, bir yıldır Yazarlar Birliği ile yürüttüğü görüşmelerin çıkmaza girmiş olmasıdır. Stüdyoda komünistlerin etkili olmaya başladığını gören Stahr meseleyi bir de önde gelen biri ile konuşmak istemektedir. Nihayet Cecilia’nın babasının evinde parti üyesi Brimmer ile yüz yüze gelirler. Ev sahibesi Cecilia da yanlarındadır. İki adam pek çok şey konuşurlar ancak bu “çok zeki iki adamın” olayları bakış açıları çok farklıdır. Stahr, Brimmer’i “Benimle çalışan bütün gençlerin kafasını karıştırdınız” diyerek itham eder. Brimmer’e göre de ortalığın karıştığı falan yoktur, onlar sadece “çalışanların gözlerini açmıştır”. Yapımcının örnek işyeri olarak gösterdiği stüdyoda olduğu söylenen birlik sadece hayaldir. Konuşma bu şekilde devam ederken sonunda Stahr korkusunu söyler: “Benim ayağımı kaydırmak peşindesiniz.”

Stahr bu korkusunda haklıdır çünkü ağır ağır film endüstrisindeki iktidarını ve liderliğini kaybetmektedir. Bireysel başarıdan, çalışan ve çalıştıran arasındaki sadakatten kaynaklanan liderlikten başka bir liderlik olabileceğini düşünmeyen Stahr tedirgindir. Bu nedenle olayları kişiselleştirir. Sohbet akşama doğru bitmeyince hep birlikte yemeğe çıkarlar. Stahr daha önce yapmadığı bir şeyi yapar ve içkiyi fazla kaçırır. Yemekten sonra eve dönerler ve içmeye devam ederler. Bir ara Stahr, Brimmer’e saldırır ama Brimmer’in itmesiyle yere yığılır. Kısacası gece “olaylı” biter. İlerleyen saatlerde ilk kez geceyi birlikte geçirmek için bir tanıdıklarının çiftliklerine giderler. Ve “ortalıkta birlikte göründükleri iki hafta böyle başlar”. Hatta ünlü bir dedikodu yazarı onların evlendiklerini bile duyurur!

Son Düş’ün Fitzgerald tarafından yazılan kısmı burada sona eriyor. Romanın bundan sonrası Edmund Wilson’ın editörlüğündeki bir ekibin çalışması… Kitapta yer alan notta şu satırları okuyoruz: “Fitzgerald’ın tuttuğu notlardan ve yapıtını tartıştığı kişilerin anlattıklarından derlenmiştir.” Bu derlemeye göre Stahr, Brimmer ile karşılaşmasından bir süre sonra Doğu yakasında bir iş gezisine çıkar ve hastalanır. İyileşip işe döndüğünde Brady’nin onun yokluğunda ücretleri yarı yarıya düşürdüğünü görür. Önceleri bazı çalışanlar bundan muaf olsalar da, ilerleyen günlerde tüm çalışanlar gelir kaybı ile karşı karşıya kalırlar. Bu durum Brady ile Stahr’ın aralarının bir daha düzelmemek üzere bozulmasına neden olur.

Bu arada Brady, kızına Stahr’ın hayatında başka bir kadın olduğunu söyler. Kadının Kathleen olduğu ve kocasının da stüdyoda çalıştığı ortaya çıkınca, Brady, Stahr’a şirketten ayrılması için şantaj yapmaya kalkar. Aileden tiksinen adam, Cecilia’yı yüzüstü bırakıp Brady’nin bir zamanlar bir cinayete karıştığı dedikodusunun üzerine gitmeye karar verir. Bundan sonra işin içine mahkemelerin, hatta gangsterlerin karışmaya başladığını, Stahr’ın hastalığının iyice ilerlediğini, Kathleen ile yeniden beraber olduğunu görürüz. Romanın geri kalanında olaylar tıpkı klişe bir Hollywood filminde olduğu gibi hızla gelişmeye başlar.