DORIS LESSING
Delidolu Yayınları Çeviri: Niran Elçi
Tanınmış, çok okunan ve pek çok saygın uluslararası edebiyat ödülünün sahibi bir sanatçının, alıştığı çevre ve "itibarlı" edebiyat yerine hafife alınan bilimkurguya hiç pişmanlık duymadan geçivermesi, bunu da türün kilometre taşlarından olacak bir kitapla yapması, alanın “kraliçesi” Le Guin’i de (eleştirilerini hiç sakınmamakla birlikte) etkilemiş anlaşılan ve ona “ölümsüz bir mücevher” övgüsünü yazdırmış.
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu.” (Eski Ahit-Yaratılış Kitabı)
Altı günde her şey olup bitti. Tanrı canlı ve cansız diğer her şeyi ve sonunda kendi suretinden insanı yarattı önce, sonra elma geldi, Hâbil’le Kâbil, Nuh, İbrahim, Lut, Babil derken dinler, ırklar, ülkeler, dünya savaşları vd.
Üç dört bin yıl sonra, 20’nci yüzyılın ortalarında, Britanya adasından bir kadın; bir zamanlar komünist, sonraları sufist, zaman zaman feminist ama her zaman ırkçılık karşıtı bir özgürlükçü olan Doris Lessing, beş kitaplık bir seri yazdı: Argos’taki Kanopus Arşivleri. Kanopus adlı güçlü ve ileri bir galaktik imparatorluğun elçilerinin Şikeste’ye, yani dünyamıza her şeyin en başından bu yana yaptıkları ziyaretlere ilişkin tuttukları raporların hikâyesini anlatıyordu. O, Eski Ahit’in izini postmodern dünyaya, hatta sonrasına dek, belki Kalvinist denilebilecek bir yeniden okumayla sürerken, biz okurlara da evrimden dinlere, büyük savaşlardan yok oluşlara dek bin yıllara uzanan bir “delirium” tarihine bazen şaşırıp bazen dehşete kapılarak, ama en çok da hâlimize üzülerek tanıklık etmenin dayanılmaz ağırlığı altında ezilmek düştü.
Şikeste, Arşivler’in ilk cildi. İlk insanı, gelişimini, medeniyetlerin yükseliş ve yıkımlarını izleyen, gözleyen ve yönlendiren, hatta yoktan var eden elçilerin, “kırık, kırılmış” gezegenimizi şeytanî Puttiora imparatorluğuna bağlı Şammat’ın kötücül müdahalelerine karşı koruma ve kollama mücadelesinin başlangıç noktası. Bir zamanların Rohanda’sı iyiyle kötü, siyahla beyaz, saf olanla bozulmuşun savaştığı bir arenaya dönüşürken, arada kalan türümüzün zavallı çaresizliğine karşı yazarın yükselttiği derin, yüksek sesli itiraz, Argos’tan bile duyulmuş olmalı. Zira bundan çeyrek asır önce verdiği bir ders serisinde duyduğumuz aynı tondan konuşuyor: “Özgürlüklerimizi kullanmaktan bahsederken, sadece demokratik süreçlerin bir parçası olan gösterilere, siyasî partilere ve benzerlerine katılmayı değil; kaynağı ne olursa olsun tüm fikirleri sorgulamayı, bu fikirlerin hayatlarımıza ve yaşadığımız toplumlara nasıl bir katkıda bulunacağını düşünmeyi kastediyorum.”
Lessing, bu ilk bilimkurgu denemesinin “Bazı Notlar” adını verdiği önsözünde, bilimkurgu yazarlarını, saygın kardeşlerinin cesaret edemediği ya da büyük olasılıkla saygınlıkları yüzünden farkında bile olmadıkları gerçekleri anlatan, küçümsenen gayrimeşru evlatlar olarak tanımlıyor; kendisi de gözü kara bir cesaretle hiç sakınmadan yapıyor bunu üstelik.Tanınmış, çok okunan ve pek çok saygın uluslararası edebiyat ödülünün sahibi bir sanatçının, alıştığı çevre ve "itibarlı" edebiyat yerine hafife alınan bilimkurguya hiç pişmanlık duymadan geçivermesi, bunu da türün kilometre taşlarından olacak bir kitapla yapması, alanın “kraliçesi” Le Guin’i de (eleştirilerini hiç sakınmamakla birlikte) etkilemiş anlaşılan ve ona “ölümsüz bir mücevher” övgüsünü yazdırmış. “Kimsenin sevmediği bilimkurgu kitapları yazdığı için” yıllarca onu görmezden gelen Nobel Komitesi’nin çok sonraları, 2007’de Edebiyat Ödülü’ne layık görmesiyse, ayrı hikâye.
Roman, senaryo, tiyatro yazarı, aktör ve eleştirmen Gore Vidal kitabı “Müthiş bir hayal gücü” diye tanımlıyor. Hayal gücünün müthişliği konusunda tartışmaya mahal yok, ama eseri Michel Butor’un bilimkurgu edebiyatı hakkında kullandığı “gerçeklikle sınırlandırılmış düşçülük” tanımına verilebilecek tipik örneklerden biri olarak düşünmek kanımca daha doğru. Dinsel ögeleri de bolca kullanan politik bir metin olarak Şikeste’nin, insanlığın yakın geçmişine ve geleceğine ilişkin yarattığı karamsar, koyu atmosferin ne denli öngörülü olduğu meselesiyse, Lessing’in bırakıp gittiği biz, dünya sakinlerinin kâbusu olarak öylece duruyor. Şikesteliler, insanın kırılgan doğası, dinlerin yapısı, günümüzün yeni dini olarak bilim, milliyetçilik, ırkçılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, gençlerle yaşlılar arasındaki ayrım gibi hiç yabancısı olmadığımız dertlerle boğuşurken, hem onların hem de Tanrıları ve elçilerinin, yaratıcılarından merhamet beklemelerinin ne denli boş bir umut olduğunu da şu satırlardan kolayca anlıyoruz: “Kontrolleri ve etkileri dışında çeşit çeşit tesadüflere maruz kalarak yaşarken, savunmasız ve acılı doğaları kozmik fırtınalarda örselenirken, hasarlı zihinleri şiddet ve uyumsuzluk içinde çalkalanırken, bütün bunlar karşısında hissettikleri çaresizlik yüzünden tahammül yeteneklerini yitiriyorlar; sonuçta da ya gözlerini kaçırıp dua ediyor ya da laboratuvarlarında yeni formüller yazıyorlar.”
Ama her madalyonun diğer bir yüzü var. Ünsal Oskay’a referansla, bilimkurgunun, alışılmış algılara karşı kuşkucu, bunun dışına çıkmak isteyen, amacına ulaşmak için de yabancılaştırmaya, yani olağan algılama içinde görüp anlamlandırdığımız olgulara karşı kendimizi yabancılaştırarak, bir anlamda ezber bozmaya yönelik yapısını, Lessing de biliyordur elbette. Ancak, yabancılaşma, basitçe, hatta amacın tam tersine bir “yabancı”nın bakış açısına indirgendiğinde, yani uzaydan gelen sesler insanın sesini bastırdığında, tekniğin ne meramı ne de maksadı hasıl oluyor, bu da biz fanilerin metne yabancılaşmasıyla sonuçlanıyor ki anlaşılan bilmek her zaman işe yaramayabiliyor. Hele de kulaklarımız sadece “iyi” uzaylıların sesine açıksa ve dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı olarak gösterilen Şammatlılar veya Siriuslular hakkında geldikleri yer ve kötü oldukları dışında bir şey bilemiyor, göremiyorsak.
Yabancılar/ yabancılaşma meselesiyle bağlantılı olarak, Kanoposlu elçiler ve bizzat galaktik imparatorluk, Şikeste’ye ve yerlilerine bu denli önem atfeder, onlar için tarifsiz güçlük ve acılara katlanırken, söz konusu yerliler konusunda bizim hiçbir fikre sahip ol(a)mayışımız da, insanlıkla derdi olan bir yazarın eseri için eni konu tuhaf kaçıyor. İnsan evladının herhangi bir ahlakî duruşu var mıdır, kendi başına iyilik yapabilir mi, yalnız bırakıldığında herhangi bir yaratıcılığı, özgün kararları var mıdır, bir şeyleri kurmak ya da yıkmak konusunda irade sahibi midir, kitabın başından sonuna bir türlü emin olamıyoruz.
Ancak tüm bunlar, has bir edebiyatçının has edebiyat yaptığı, eşsiz bir emekle ince ince örülmüş, kült bir eserden bahsediyor olduğumuz gerçeğini gölgeleyemiyor. Hele de Rachel ve Lynda gibi derinlikli, çokkatmanlı karakterlerin vücut bulduğu sayfalar, döne döne okumayı sonuna dek hak ediyor.
Bir tür distopya olarak çok dolu, fazlasıyla argümana sahip, birden çok meselesi olan, özellikle Araf ve öfkeli gençler tipolojileriyle yetkin bir yaratıcılık sergileyen bir hikâye, Şikeste. Belki Erich von Däniken’in Tanrıların Arabaları esintileri taşıyan, ama ondan çok daha ışıksız, insanı biçare bırakan bir metin. Umut? Son satırlarda belki biraz: “Bizim içinse bu devam edecek; âdeta yerden kaldırılacağız, doldurulacağız, yumuşak ezgili bir rüzgâr bizi saracak, hüzünlü bulanık zihinlerimizi arındıracak, bizi güvende tutacak, iyileştirecek, hayal bile edemediğimiz derslerle besleyecek. İşte yine buradayız; hep birlikte, yine buradayız işte...”
Son bir not da çevirmen ve yayınevi için eklemeli. Fantastik ve bilimkurgu edebiyat alanında uzman bir isim olan çevirmen Niran Elçi, yine çok iyi iş çıkarmış. Akıcı, pırıl pırıl çevirisinin esere değer kattığını söylemeden geçmek ayıp olur. Kitabın yeniden basımını yapan Delidolu Yayınları ise, Farsça bir kelime olan Şikeste’yi Türkçede okunduğu gibi yazmayı tercih ederek, doğru bir iş yapmış. Daha önce kitabı basan başka bir yayınevi, İngilizcede Shikasta olan kelimeyi Şikasta olarak çevirmişti, ki su yolunu şimdi bulmuş.