ERCÜMENT AKDENİZ
Evrensel Kültür Kitaplığı
Ercüment Akdeniz’in Sığınamayanlar - Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına kitabı savaş ve ekonomik kriz nedeniyle kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların içerisinde bulundukları durumu ve mülteci krizinin büyük devletler tarafından nasıl pazarlık malzemesi haline döndüğünü anlatıyor.
Uzun zamandır her sabah gözümüzü açar açmaz baktığımız haberlere okkalı küfürler savurmadığımız ya da içimizden de olsa “kıyamet sen de kop kopacaksan” diye söylenmediğimiz bir günümüz yok. Aslına bakarsanız belki de uzun uzun umuttan bahsetmemiz gereken bir noktadayız ama mecalimiz kalmadı. Tek bir iyi habere hasret kalarak, inanlar için öte dünyanın cehenneminin ortasında yaşar olduk. Yaşadığımız ülkenin siyasi, sosyal ve ekonomik durumuna dertlenmek, öfkelenmek ve içinde debelenmenin haricinde çığrından çıkan bir dünyayı seyrediyor olmanın çaresizliği var üzerimizde. Seyretmek diyorum; çünkü yıllar öncesinde aynı şiddette olmasa dahi benzer durumlar karşısında verebildiğimiz toplu ve ani tepkilerin artık olmaması, umutsuzluğun hepimize bu kadar sirayet etmesi ve yanında gelen hareketsizlikle dışarıdan bahsedemeyecek halde çemberin tam ortasında kaldık.
Ercüment Akdeniz’in yazdığı ve Evrensel Kültür Kitaplığı tarafından yayına hazırlanan Sığınamayanlar - Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına kitabı savaş ve ekonomik kriz nedeniyle kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların içerisinde bulundukları durumu ve mülteci krizinin büyük devletler tarafından nasıl pazarlık malzemesi haline döndüğünü anlatıyor. Edirne sınırında bekleyen mültecilerle yapılan röportajların ardından Türkiye’nin ve bütün dünyanın geliştirdiği mülteci politikalarını okurken ister istemez “yan dünya yan” diye bağırmak istiyorsunuz.
Sığınamayanlar, Nilüfer Demir’in çektiği bir fotoğraf karesiyle ciğerimize işleyen; 2 Eylül 2015 tarihinde Bodrum’dan Yunanistan’a şişme bir botla ailesiyle beraber gitmeye çalışırken, annesi ve kardeşiyle birlikte boğularak hayatını kaybeden 3 yaşındaki Alan Kurdi’ye ithaf edilmiş. Alan Kurdi’nin fotoğraf karesi basına ilk yansıdığında infial yaratmış ve yine unutursak kalbimiz kurusun dedirtmişti hepimize ama sonrasında olan onlarca şey ile bir tarih ve bir iç sızısı dışında pek bir şey kalmamıştı. Metin-Kemal Kahraman’ın “Göç” dizelerinde söylediği gibi belki de “o günden beri bir fotoğrafın yası tutulur”[1] sadece.
Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarına - Sığınamayanlar, 2014 yılında yine Evrensel Kültür Kitaplığı tarafından basılan ve Ercüment Akdeniz’in hazırlamış olduğu Mülteci İşçiler - Suriye Savaşının Gölgesinde kitabının adeta bir devamı niteliğinde. Akdeniz, iç savaştan kaçıp yıllardır bir şekilde Türkiye’de yaşamaya çalışan Suriyelilerin Avrupa kapılarına dayandıktan sonra bir anda nasıl “dünya insani zirvelerine” konu olduğunu ve o zirvelerden çıkan sonuçların neler olduğunu ayrıntılarıyla anlatıyor. Hem sayısal veriler, hem yayınlanan haberler, hem politikacıların gündem içerisinde söyledikleriyle şekillenen ve bir türlü çözülemeyen krizin nedenlerini, sonuçlarını ve olası çözüm örneklerini sunuyor.
Kitabın önsözünü yazan Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu verdiği sayısal verilen sonucunda Türkiye’nin Libya’dan sonra en fazla göçmenin ölüm yolculuğuna çıktığı ülke olduğunu belirtiyor.[2] Göçlerin tek sorumlusunun sadece göç veren ülkelerin değil bu ülkeler üzerinde çeşitli oyunlar oynayan gelişmiş kapitalist ülkelerin de olduğunu belirten Müftüoğlu, aynı zamanda ironik olanın göçmenlerin en çok onları göç etmeye mecbur bırakan ülkelere gitmeye çalışması olduğunu vurguluyor.
1990’ların başında göç almaya başlayan Tükiye’nin ise mülteciler konusunda takındığı tavır ve kullandığı söylem bir hayli utanç verici. Öncelikle ucuz insan gücü olarak kullanılan sonra sayılar arttıkça ve toplumsal sıkıntılar baş gösterdikçe geri iadeye ya da pazarlıklar karşılığında başka ülkelere göndermeye çalışılan mülteciler Ege ve Akdeniz kıyılarından ölümü göze alarak ceplerindeki son paralarla kaçmaya çalışıyorlar. Geçtiğimiz yaz Edirne kapılarına dayanan ve çıkış isteyen, günlerce aç susuz yollarda bekleyen, yürüyen mülteciler ise deniz yolunu tercih etmeyenler ve bir umut kapısı açılsın diye bekleyenlerdi. Çeşitli kamplarda yer gösterilen ve oralarda yaşamaları beklenen mülteciler ise yaşadıkları durumu adeta bir yarı açık cezaevi olarak nitelendiriyorlar.
Savaştan ve sömürüden bir şekilde kaçıp aslında bambaşka bir savaşın ve sömürünün içerisine düşüyorlar, üstüne üstelik bilerek. Bütün insanların koşulsuz şartsız temel hakkı olan yaşam hakkını istiyorlar aslına bakarsanız sadece. Türkiye’nin kendi tarihinde yaşadığı iç göçlerin sebep ve sonuçlarına baktığımızda yerinden edilen insanların gittikleri her yerde öteki olarak görülmelerinin yanında Suriye’den gelen insanlar başka bir ülkenin toprağında ötekinin de ötekisi halinde yaşamaya çalışıyorlar.
Dünyanın silahlanmaya ayırdığı paranın çok azıyla çözülebilecek olan bir krizin çıkarlar için bu kadar kullanılmasıysa kapitalist iktidarların kocaman bir ayıbı olarak tarihe yazılacak elbette. Yerleşim hakkı verilmemesine rağmen çoğunun merdiven altı atölyelerde standart ücretlerin çok daha altında çalıştırılarak sömürülmesiyle büyümeye çalışan işverenlerin bu krizi kendi çıkarları uğruna kullanması dışında bir şey değil.
Dinden, sömürüden, günahtan, ayıptan, ahlaktan ve demokrasiden bu kadar çok bahsedilen bir ülkenin politikası içerisinde insanın insana bu yaptığının bir açıklaması yok elbette. İnandığımız şeyleri ve insanlığımızı sorguladığımız yıllardır bitmeyen günlerin içerisinde aslında bakarsanız birçoğumuz sokakta karşılaştığımız mültecileri görmekten vazgeçiyoruz zamanla. Yıllar sonra benzer şeylerin bizim başımıza gelme ihtimalini zerre düşünmeden ya da düşünüyorsak dahi o fikirden hemen kurtularak devam ediyoruz bir şekilde “normal” hayatlarımıza.