NURAN TEZCAN
Yapı ve Kredi Yayınları 2019 476 s.
Uzun değil, çok uzun zaman unutulmuş, önemsenmemiş veya yeterince incelenmemiş, değerlendirilmemiş olan Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi için özellikle son yirmi yıl, yeniden doğuş yılları oldu. İlk kez Türkçe tam metninin yayınlanması dışında, dünyanın değişik yerlerinde Evliyâ Çelebi ve eseri üzerine çeşitli akademik çalışmalar yapıldı. Doğal olarak en çok yayın Türkiye’de yapıldı. Peki, Seyahatname'nin uzun yıllar kayıp olduğunu, birkaç yüzyıl görmezden gelindiğini biliyor muydunuz?
Elimizdeki kitapta uzun yıllardır Evliyâ Çelebi ve seyahatnamesi hakkında araştırmalar yapan Nuran Tezcan’ın makaleleri yer alıyor. Konunun değişik yanlarını inceleyen yazılardan ilkinde Tezcan, Evliyâ Çelebi’nin doğum ve ölüm tarihleri hakkında bilgi veriyor. Dediği şu:
“Doğum günü tartışmalı olsa da doğum yılı (1611) üzerine tartışılmayan yazarın ölüm tarihi söz konusu olunca, gün bir yana dursun, yıl üzerinde bile araştırmacılar arasında görüş birliği yoktur.”
Yazı, Evliyâ Çelebi’nin ölüm tarihinin 1687’nin son günlerinden önce olmadığını belirterek sona eriyor.
Evliyâ'nın yolculuklarının sonunda, Kahire’de kaleme aldığı Seyahatname’nin bugünlere gelmesi kolay olmamıştır. Yazıldıktan 60 yıl sonra İstanbul’a gelen, kopyaları çoğaltılan eser, nedense başkentin kültür çevrelerinde ilgi görmemiş ve adeta unutulmuştur. Ve bu durum 1804 yılında Viyanalı şarkiyatçı Hammer-Purgstall’ın bir tesadüf eseri olarak Seyahatname’nin IV. cildini bulmasına kadar devam etmiştir.
Nuran Tezcan, “1814’ten 2017’ye Seyahatname Araştırmalarının Tarihçesi” başlıklı yazısında bize bu süreci anlatıyor. Okuyalım:
“Tarih-i seyyah Evliyâ Efendi” başlığını taşıyan (…) bu ilginç içerikli ve anlatımlı eserin peşine düşer. Kısa bir süre sonra İstanbul’dan ayrılması dolayısıyla 10 yıl boyunca bu eserin ilk üç cildini edinmek için uğraşır ve bulur. 1814’te onu bilim dünyasına ‘Türkçe Bir Seyahatnamenin İlginç Bulunuşu’ başlıklı yazısıyla tanıtır.”
Hammer, yazısında Evliyâ Çelebi’nin kim olduğunu araştırdığını ancak hiçbir kaynakta izine rastlamadığını ifade etmekte ve bunu “eserin son derece nadir” bir eser olmasına bağlamaktadır. Eserin dört cilt olduğunu, yazarının 15 yıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa, Asya ve Afrika’da bulunan topraklarında dolaşıp, bu gezinin İran’da son bulduğunu ve sonraki seyahatlerini yazmadığını belirtmektedir. Hammer ayrıca böyle bir seyahatnamenin Avrupa’da uyandırabileceği ilgiyi göremeyen “Doğu bilimlerinin tüm dallarında engin bilgili Türkler ile çok okumuş Rumları da” eleştirir. Ona göre eser, “Topoğrafik, etnografik, tarihsel bir hazinedir.”
Hammer’in keşfi ve Seyahatname’yi bilim dünyasına tanıtması, eserin tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olur. Ancak, henüz sadece yolun başına gelinmiştir. Şimdilik elde sadece Hammer’in ilk dört kitaptan yaptığı kapsamlı bir İngilizce çevirisi ve yazarını tanıtan yazılar vardır.
Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi’nin 1896, 1928 ve 1935 yılı baskıları
Türkiye’de ise ilk kez 1843’te Müntahabat-ı Evliyâ Çelebi adıyla 143 sayfalık küçük bir seçmeler kitabı olarak yayınlanır Seyahatname. Bunun için sahaf esnafı resmi makamlara müracaat etmiş ve gerekli izinleri almış, Seyahatname’nin tamamını değil, içerisindeki bazı ilginç olayları ve inanılması zor, peri masalı türünden hikâyeleri seçerek bir kitap hazırlamıştır. Eser büyük ilgi görür, kısa zamanda tükenir ve yeni baskıları yapılır. Ancak bu durumun olumsuz yanı, eserin esas değerini, içeriğini örtmesi, doğruluğu hakkında şüphelere neden olmasıdır. Sonuç olarak bu durum esere zarar verir. Bir de o yıllardan itibaren eser, resmi makamlarla sorunlar yaşamaya başlamış, metinde geçen “bazı münasebetsiz tabirler” nedeniyle toplatılmıştır. Mısır, Bulak’ta yeni baskılarının yapılması ve piyasaya çıkmaları bu yasağı geçersiz hale getirir.
1896 yılı Seyahatname’nin tarihinde önemli bir dönemin başlangıcı olmuştur. İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet Bey eseri basmaya karar verir ve yazarlardan Necip Asım Yazıksız bu işi üstlenir. Necip Asım, yazdığı bir yazı ile eserin bir takım inanılması güç hikâyeler ve rivayetler kitabı olmadığını, tam tersine Osmanlı kültürünün en önemli iftihar vesilelerinden biri olduğunu söyler. Necip Asım’ın bu görüşü başta Ahmed Midhat Efendi olmak üzere bazı yazarlarca desteklenir. Ve sonunda 1896 yılında ilk cildi yayınlanır. 1902 yılına gelindiğinde ilk altı cildin yayını tamamlanmıştır. Lakin eserin bu seferki baskısının da başına bir şeyler gelecektir. Sansür işe burnunu sokar, korkan yayıncılar Seyahatname’nin orasından burasından atmaya başlarlar. Ayrıca daha kolay anlaşılsın diyerek dilinde sadeleştirme ve değişiklikler yapılır… Tüm bu olup bitene rağmen eser yasaklanmaktan ve toplatılmaktan kurtulamaz. “Muzır” bulunarak VI. ciltten sonra yayını durdurulur. Seyahatname makûs talihini ancak Cumhuriyet döneminde yenebilecektir.
Fakat o da hemen olmaz… Tezcan, yazısında tüm bu süreci anlatır. 40 yıl boyunca üç kıtada seyahatler yapan Evliyâ Çelebi’nin gezip gördüğü son kıta Afrika olmuştur. 1672 yılında Hac dönüşü Kahire’ye yerleştikten sonra Nil Nehri’nin doğduğu yeri görmek arzusu ve Mısır Valisi’nin görevlendirmesiyle Nil yolculuğuna çıkar. Önce nehrin kuzey kollarını gezer. Tekrar Kahire’ye döndükten sonra bu kez nehrin kaynağını görmek için güneye doğru gider. Yaklaşık bir yıl süren bu yolculukta Sudan ve Habeşistan’ı gören Evliyâ, gezisine Cersinka’da son verir. Seyahatname’de Nil’in kaynağının buraya 32 konak uzaklıkta olduğunu, vahşi doğa ve insan yiyen kavimler nedeniyle daha ileriye gidemediklerini okuruz.
Daha önce Robert Dankoff’la birlikte Evliyâ Çelebi’nin Nil haritasını yayınlayan Nuran Tezcan, kitapta yer alan üç makalesinde Evliyâ’nın Afrika seyahatini irdelemiş. “Evliyâ Çelebi’nin Afrika Gözlemleri” başlıklı yazısından birkaç satırı aktaralım:
“Ona farklı gelenleri kimi zaman hayretle, kimi zaman eleştirel, kimi zaman da korkuyla anlatır. Bir yandan coğrafya ve insan toplulukların yaşam tarzlarındaki farklılıklar, öte yandan kabilelerle merkezler arasındaki ‘çıkar’a dayanan ilişkiler, yağma ve ganimet anlayışı, buna dayanan inanılmaz miktarda hediyeleşme kültürü, doğal zenginliğe karşılık üretimsizlik ve insan tembelliği onun gözlemlerinden yansıyan başlıca izlenimlerdir.”
Seyahatname’nin 10. cildinin –muhtemelen– 17. yüzyıl Afrika’sını anlatan ilk kitap olma gibi de bir özelliği vardır.
Tezcan, yazılarının birinde “Evliyâ’nın gezip gördüklerini, yaşayıp anlattığı Seyahatname’sinde hem sanat ve mimari ile ilgili bilgi ve değerlendirmelerin kapsamı, hem de kendi resim ilgisi ve üretimleri başlı başına bir alan oluşturur.” diyor ve Seyahatname’de yer alan bazı pasajların altını çiziyor. Örneğin, Van’daki Ketenci Ömer Paşazade’nin köşkünün duvarındaki kalyon ve kadırga resimleri onun eseri, Yanya’da bulunduğu sırada Arslan Paşa Camii’nin minaresine çıkıp şehrin genel görünümünün resmini yapıyor. Ali Paşa’nın isteğiyle Zarnata Kalesi’ni tüm binalarıyla resmediyor. Elinden kitabe yazmak da geliyor. Çelebi’nin başkalarının yaptığı “sanat eserlerini görmeye, inceleyip anlamaya ve hatta yorumlamaya büyük bir merakı” var. Freng-pesend, freng tarzı, stili / tekniği, adını verdiği resimlere büyük ilgi duyuyor. Doğu Slovakya’daki Kaachau şehrini gezerken ziyaret ettiği bir manastırda gördüğü cennet ve cehennem tablolarıyla ilgili olarak, cennetin çok çekici olduğunu, cehennemin ise korkutucu olduğunu ifade ediyor. Resimde yer alan terazi, sırat köprüsü, cehennem ateşi ve gayya kuyusu ise tüm Acem ve Osmanlı ressamları bir araya gelse aynısını resmedemeyeceklerini belirtiyor. Viyana’daki resim ve heykellerin çokluğunu, bu kadar çok eseri başka hiçbir Avrupa ülkesinde görmediğini yazan Evliyâ, yine bu şehirde bir din adamıyla resim sanatı konusunda düşünce alış verişinde bulunuyor.
Gittiği yerlerdeki bitki örtüsünü, yetişen, yetiştirilen ürünleri, yeme-içme kültürünü… dikkatle inceleyen Evliyâ Çelebi, tüm bunları yazarak ardında bu konu da benzeri olmayan bir kitap bırakmıştır. Tezcan’ın makalelerinden bir diğerinde, onun ilk kez gördüğü muz hakkında verdiği bilgileri okuyoruz:
“Karye-i Burter: Bir dere içre vâki olmuş, iki yüz fellâh evli ve bir câmi’li bir ma’mûr belîdedir (bakımlı yerleşim yeridir). Beyrut hâkiminin hâssıdır. (…) Âbu hevâsı lâtif olduğundan mevz-i Veys el-Karani (Veysel Karani muzu) bunda hâsıl olur.”
Halkın geçim kaynağının muz yetiştirmek ve ticaretini yapmak olduğunu söyleyen Çelebi, muz ağacını şöyle tarif etmekte:
“Bu mevz bir tuhaf ağaçtır. (Bu muz tuhaf bir ağaçtır.) İki âdem kaddi (iki adam boyu) olur, daha âli olmaz. Ve cüssesi uyluk kalınlığı olup ağaçın sıksan suyu çıkar. Ve her bir varakları (yaprakları) kilim kadar tûlânî (uzun), yaprakları filandıra bayrak misali salınır…”
Bu ağacın yılda bir kez ürün verdiğini ve muzun yetişmesini “olgunlaşınca araba tekerleği gibi tertib ile dizilüp durur. Sonra kesilip kabuğu kolayca soyulup şekerle yahud şekersiz yenir.” diyerek anlatan Evliyâ Çelebi, muzun faydalarını ise “son derece lezzetli, kuvvet vericidir ve hazmı kolaydır. Son derece sıcaklık vericidir. Tokluk verir…” satırlarıyla eklemeyi unutmuyor…
•