Çatlağına akmış öyküler

Seni Seviyorum. Çok,

Seni Seviyorum. Çok,

BORA ABDO

Doğan Kitap

Bora Abdo, Seni Seviyorum. Çok, kitabında tarihin kalıntıları içinde kendini bırakmış halkları, devlete çentik açan mesajları, günümüz edebiyatına inceden inceye pürüzsüzleştirilmiş göndermeleri, aşkın çatışmasını, ölümün hazin olaylarında dura kalka indirgiyor bizi metnin içine.

MUSTAFA ORMAN

Bora Abdo’nun Seni Seviyorum. Çok, kitap ismindeki “nokta” ve “virgül”ün kıymeti arzını takdim etmek gerekirse, bütün başlangıçların başı çoklu bir sevinçle çizilir; bütün sonların başlangıcı da çoklu bir hüzünle devam eder. Bora Abdo, Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü kitabında okuyucuya bir filmden seslenişini, Seni Seviyorum. Çok, kitabında da sürdürüyor. Muhsin Bey filminde Uğur Yücel’in seslendirdiği o meşhur türkünün uzun hava kısmından sese fişliyor insanın ihanet makarasını ve sevginin ince hatmini:

“Bir güzeli sevip de alamazsan
İsmini âleme rüsva eyleme”

Sanayide kullanılan bir terimdir “rektefiye”. Motor ustaları genelde, “rektefe” der. Aşınmış motorda, parçalarının tekrar gözden geçirilerek, daha yerinde çalışmasını sağlamak, uzun vadede verim almak için yapılır. Bora Abdo yayımlanan her kitabında yazarlığını “rektefiye” etme yoluna başvuruyor.

Bora Abdo’nun öykülerinde icaba meyil verdiği nokta: olayları, hikâyeleri, durumları, karakterleri her yeni metinde deneme yoluna giderek; bulamaçlı çağrışım, liyakatli üslup, dönüştürülmüş hakikat çerçevesinde meseleyi kabartma yoluna başvurup, insanın değişen doğasında hem basiti kristalize ederek, hem karmaşayı tuz buz sayıklayarak hem de soyut ve somutu tıklım tepiş göstererek şaşırtmayı sırtlıyor. Seni Seviyorum. Çok, kitabında tarihin kalıntıları içinde kendini bırakmış halkları, devlete çentik açan mesajları, günümüz edebiyatına inceden inceye pürüzsüzleştirilmiş göndermeleri, aşkın çatışmasını, ölümün hazin olaylarında dura kalka indirgiyor bizi metnin içine.

Arıza karakterlerin kendine dair bir kulvar yarattığı kitabın ilk öyküsü “melâl”de, kaleme dökmeseler de, göz ve ruh pervazıyla, tereddüdün tahakkümü altında teşne teşne birbirlerine varmanın soyut mektubunu yazan, baba ve üvey kızın aşklarının dehlizlerinde dolaşıyoruz. Bu dünyada insanın kendine ettiği muhbirlikten daha da büyük muhbirlik yoktur. İçre dönen pervanenin, sıyrık atan jiletin, konuşlanmış yaraya yapıştırılmış yara bandının, ipe esneyen yaşamın, suda kırılan dermanın, elekten geçirilen sevginin, tırmığa vurulan kıskançlığın, dürbüne düşen çaresizliğin dövüşünde, boylu boyunca sarkmış iç sesin kenarında Sucu Adil Efendi’nin kuyusuna dikiş attığı, toplum duvarına bir de üzerine kepenk çektiği “melâl”e olan aşkın zafer ve yenilgisi kana kana içirilir ruhumuzun ödüne.

Bora Abdo Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü kitabında sadece duruma ve cümlelere odaklanmış kurmacayı, Seni Seviyorum. Çok, kitabında durum ve olayı birbirine gergefleyerek, geride hikâyeye enseliyor okuyucuyu. Dilden önce hikâyenin varlığına inanırım öyküde. Çünkü dil araçtır her daim, asıl amaç olan hikâyedir. Bir insana dair hiçbir şey bilmesek de yüzünü, gözünü, saçlarını hiçbir zaman unutmayız, hatırlamaya celp koyarız.

Kaptan arkadaşının haşır neşir hatırlamayla balyoz niyetine düştüğü “muayyen bir rotaya dönmek” öyküsünde de bize sırıtan Adil Efendi, sonra yürüyüşü kaptana bırakır. İnsan dünyada insanlara bulaştırdığı kire, eninde sonunda kendi bulaşır; o bulaşma onun sonu oluverir. Bir gemi güvertesinde kurulan darağacında yedi kat insan ruhu biriktiren kaptanın, yaşama ve insana dair inancını öldürerek, teşhise başvurması ve yanılgılarının borusunda içine öte duran seslerin ağırlığında kendini hesaba çektirerek öldürtmesi ağırca iner huzurumuza. Şişeye sarılıp, deli zırva, hırpalaya hırpalaya içen sarhoşun hikâyesidir aslında en doğru olan. Saflıkla bakraçtır, kendiyle bitaptır, dünyayla girdaptır böyleleri. Sözgelimi kaptanın içerken söyledikleridir doğruluğa varan:

“İnsanlar, Allah’la arama girmişti onlar. Onları sevemediğim için Allah’a da kırılıyordum. Onların Allah’ı sevmemde en büyük engel olduklarını biliyordum. İnsanlardan neden bu kadar erken ümidimi kestim bilmiyorum. Biraz uyuyabilseydim. Belki bu denli suça ve günaha batmazdım.”

Burada yazarın anlatıma müdavim müdahalesi, dünyaya dair gelinmişliğe, gecikmişliğe tırpanlanan inancı düşüveriyor. Nesneleri ve kavramları, insanlardan ayrı tutacağımız düşüncesini içimize yerleşke etmediğimizden, insanların yaptıkları yüzünden de kavram ve nesnelerden kaçar, onlardan nefret ederiz. Burada inancın kadavrasını beynimizde hissediyoruz. Tanrı, insan, aşk ve ölüm arasına döşenmiş inanç sorgulaması, karakteri baş aşağı ediyor.

Yine Tanrı’nın yalnızlığına giden kabloyu sivri bir kerpetenle koparırcasına üzerimize fırlatıyor: “…yalnız olabilmek için bir kişiye daha ihtiyacı var her insanın.”

Kaptanın gemi güvertesinde asılanların ve tanıklıklarının hesabını kendine vermemesiyle ip misali kesilip düşen kaçışı ve sonrasını çizdirir bizlere: “Yanmak, söndükçe başlar ve korka korka sürer.”

Bağlaçlar anlamı rendeliyor

Bora Abdo olay ve durumun doğurduğu bunca güzel hikâyenin rafında, kurduğu uzun cümlelerle bazı paragrafları ibraz ediyor, güzelim yazdıklarının yanında. Bağlaçlarla birbirine bağlanan kelimelerde yaratılan uzun cümlenin anlam karmaşası ve anlamı yerlerde süründürmesi gibi bir durum ortaya çıkarıyor. Şöyle ki, rendeye vurduğumuz bir şeyi düşünelim: Avuçlarımızın içinde sımsıkı tutar, rendeye vurdukça ufalır, başka şekil alır; hızını ayarlamadığımız zaman, hem elimizdeki kayıp gider hem de avucumuzu rendeye kaptırıp yaralarız.

“zavallı sahaf” öyküsünde kitaplar arasına gizlenmiş Kenan’ın yarattığı dünyanın boyun kırıklarında gidiş gelişlerini ve aşka dair hatırşinas burkulmalarının yaylım yaylım süzdürülmüşlüğüne atılıveriyoruz. Yine karma duman olay örgüsüyle yazmanın zırhında sıkılmanın verdiği, hepimizin ansızın kafasının içinde çoğu zaman belirdiği, istem dışı o tanıdık cümleyle tanıştırıyor bizi: “…bu zamanda yazıyla uğraşan adamın affedersiniz aklını sikeyim.” Kitabın ortasından dalan kırıntılarla, aşk yelpazesini kendisine maruz bırakan Kenan, yine kitabın arasına aşkını koyarak, bitiriyor derdini.

“seni seviyorum. çok,” öyküsünde cellat ve müzisyen üzerinden getirilen ince ve sık elenmiş devlet eleştirisinin yanında, yasaklı devlet tabiatına göndermelerin olduğu, devlet ve işbirlikçi toplumun aşkın ruhuna sırça depreşmişliğin müdahalesine müdavim oluyoruz. İki kardeşin müzisyen babalarının ölümlerine tanıklıklarını, toplumda ters tepiş yaratan aralarındaki aşkın sınırlarını lime lime içte serpilişini, dışta titreyişini aktarıyor. Müzisyenin cellatları kendi hikâyesine maruz bırakmadaki anlatımın işleyişinde, durağan seyrekleşen raptın, ani çakışlarıyla sarkaçlaşan hüznün mağrur marufluğunu, geçirgen kelimelerle ağıtlaştırır: “Yalnızlık, tek başına kalmışlık değildir hiçbir zaman, tek başına kalma isteğidir.”

Süse pus yaratan sistem eleştirisine, Tanrı’nın sessiz tıkanışına dair; aşkın girizgâhından, methinden tabutuna, duvarından çengeline, belleğe ağır övgü düzen sözün cümle rahmine kavuşturduğu, günümüzün askılığında eprimiş yüzüyle duran ahkâmın betine benzine aşırılmış bir kotada kadına dair aidiyetin arıza vanasıyla karşılaşıyoruz. Ve tarihin erkek akışı, tanrının erkek yapışkanlığıyla devam ediyor: “Eğer benden tam altmış bin yıl sonra yeniden kadınları öldürmeye başlayacaksa erkekler, bu tanrının artık yarattıklarını umursamamasından, sevdadan değil ama kendilerini avlandıkları ve öldürme hakkını ciğerlerinde hissettikleri için ve bunu annelerinden ve tanrıçalarından öğrendikleri için erkeklerin kendisini tanrı gibi görmeye başlamasından kaynaklanacağını da anlamıştım.”

“seni seviyorum. çok,” öyküsünde diyalogların tematik örgüsünün içine yerleşen ara olayların geçmiş ve anın içinde çalkalanan duruş belirtisiyle, muhakeme gücünü tutkal misali birbirine bağlamasıyla, sıkı fıkılığın eğilip bükülüşünde tırtıklanan muhafaza etme durumuyla, kendi başınalığına korkusuzca lütufta bulunuşuyla sağlam bir metnin harcında bizi yoğurarak dilin, öykünün ve anlatımın kalıbında şeklimizi alıyoruz.

“yayımcının notu öyküsünde günümüz edebiyatına dair göndermeler, yayın dünyasındaki geçişler, yazarların buhranları ve piyasadaki vasıfsız süslemelere dair kavganın harcına, metinlerin hazırlanışında yazarın çektiği sıkıntılardan, duruş olarak eser sahibinin yarattığı kargaşayla yüzleşmenin imtihanına çıkıyoruz. Yazarın yazma eylemiyle sürtüştüğü, son dönem edebiyata dair patlak eserlerin övgüyle yükselişine dair bezendirdiği çapraz vurgularla, yaygaralıktan yazma işlevinin ciddiyetine bizi götürürken, aynı zamanda edebiyatın değil, yazarın edebiyatın kölesi olduğu fikrini cümle aralarında lifleri birbirine tutundurarak anlatıyor: “Çabuk anlaşılan şey uzun ömürlü değildir.”  

Yazarın sadece, yazar kavramı çerçevesinde değerlendirilmesinin yavanlığına boy boy örnekler işaretletiyor. Çünkü yazar gerçekten sadece ve sadece yazar değildir; inşaat işçisidir, balıkçıdır, kadındır, erkektir, aşçıdır, çöpçüdür, kedidir, ağaçtır, çiçektir, canavardır, esnaftır, ressamdır, şofördür, tamircidir, müzisyendir, cellattır… Yazarın dünyaya dair bilgisizliğinin ağır bedeline tespit neşteri vuruluyor.

Öyküde birbirinden ilginç göndermeleri sıralamak gerekirse:

“Ayrıca hep cinsel bir temayı ya da küfürlü cümleleri olur olmaz metnine sıkıştıran sözüm ona yeni yetme ve usta maymunlardan da nefret ederim.”

Yazar burada söyleşi yapmaya kalkışanlara da bir çift sözle eleştiride bulunur:

“Siz kimlerden, hangi yazarlardan etkilendiniz?”
“Bilge Atılgan, Yusuf Karasu.”

“yayımcının notu” öyküsünden arka kapağa sıçrayan bir öykü de yazarın yaptığı sürprizlerin arasındadır. Metne olanak bindirmenin yegâne işlenebilir, pratiğin akılla derdi mayalaştırmasından ortaya çıkmıştır. Yazmak kimileyin bağırmaktır, kimileyin savaşmaktır, kimileyin de ölmektir: “Yazma! Yazıp da kendini öldürme.”

Sonuç niyetine

Bora Abdo her kitabında kendine ve metnine imkân tanıyarak ilerliyor. Öyküyü kurumsallaştırmaya yanaşmadan, içtekini kevgirden geçirerek, zaman zaman kevgiri içtekine daldırarak yapıyor bunu. Günümüz piyasasında öykü çok yazılmasına rağmen çok tutulmuyor, yakınmalarını hemen geçmeyeceğim. Öykü yazılıyor da, ne yazılıyor, nasıl yazılıyor, yapılan eleştiri neye tekabül ediyor, sorgulamasından uzak. Son dönem öykülerine bakınca, insan yaşadığı ülkeden, bir arada bulunduğu insanlardan kuşku ediyor. Gerçekten ben burada mı yaşıyorum sorusunu kendine sormadan edemiyor. Toplumsallaşma çabası içine girip, iktidarın sunduğu güncel atıflar üzerinden üretim yapmaya çalışanların ortaya çıkardığı eserler de yavan kalıyor. Çünkü bir köz sönmeden elinize alamazsınız, elinize yapışır, avuçlarınız yanar, canınız acır, dişlerinizi sıktırır, gövdenizi alaşağı eder. Bu gibi örnekleri saysak bitmez. Ülkede çok öykü yazılıyor, öykü zirvede yer alıyor, çok kaliteli metinler ortaya çıkıyor diyenlere şu soruyu yöneltmek istiyorum: Yabancı ülkelerde kaç yazarın öykü kitabı çevrildi, yine yabancı ülkelere mal olmuş kaç yerli öykücü var?

Derdi olan ancak kendini tepeden tırnağa bulaştırır. Derdi olmayan bunun zahmetine yeltenmez. Abdo, toplumun belleğinde çengelli iğneyle kapatılmış meseleleri, metnin rahmine düşürüyor, büyütüyor, kolluyor, düşüyor, toparlanıyor, mevzileniyor.

“Yazma! Yazıp da kendini öldürme.”