AYFER TUNÇ
Can Yayınları 2020 504 s.
Ölümünün sonrasında başlar Osman’ın ömrünün romanı. Osman’ın günlük ve defterleri, romanda röportajları yapan yazarın eline bir sahaf aracılığıyla geçer. Yazar, Osman’ın kaybetme öyküsünün nedenlerini, nasıllarını, suçunu-suçsuzluğunu, yaşamını anlamanın ardına düşer (Burada, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında yer alan Turgut Özben’in, arkadaşı Selim’in intiharı sonrası, günlük ve anıların peşine düşme hikâyesinin anımsanacağını düşünüyorum.) Osman’ın romanını yazmak için görgü tanıkları ve tanışlarıyla röportaj yapıp olay-kaza-intihar anına ilişkin bilgi toplar. Arkadaş ve akrabalarıyla da görüşerek, Osman’ın yaşamına dair izlere ulaşmaya çalışır.
Romanın tümü, röportaj ve defter yazılarından oluşmaktadır. Yazar, Osman’ın kişiliği ve yaşamı ve de ölümü üzerine sorular sorarak ilerler. Okur olarak bizler (daha doğrusu ben), ölümünün kaza mı intihar mı oluşuyla ilgilenmeyiz. 1. defterdeki ilk cümle olan, “Bu gece babamın evindeki son gecem” ile Osman’ın yaşamına dâhil, aynı zamanda taraf da oluruz. Araya giren röportajlarda, çelişkili ifadeleri, konuyla alakasızmış gibi görünen ve uzayıp giden soruları anlamsız ve gereksiz buluruz. Ama Osman’ın hatıratında yer alan diyalogların ironi içeren gerçekliğini, eşyanın tarihçesiyle anılmasını, apartmanların isimlerini, yazdığı her bir kalemin ediniş hikâyesiyle aktarılmasını; babasından “Necmi bey” diye söz etmesini, kardeşi Teoman’ın doğuştan kötülüğünü, kül tablasının şeklini, ömrünün her detayını aktarırken, tüm bu ayrıntıları hiç de gereksiz bulmayız. Sanki Osman, her bir sözcüğüyle, bu hatırat bir vaka aktarımı değil, yitirdiğim ömrümdür, demektedir. Yazarın (Ayfer Tunç’un) bu yöntemi seçişi, günlüklerin arasına röportajları eklemesi, Osman’a duyduğu şefkate bir mesafe koyma isteği olabilir mi?
Tüm bu sorularla hakikate ulaşabilir miyiz? Ulaştığımız hakikatle ne yaparız?
Osman’ın eşi Şebnem’in müdahil olduğu skandal, sorulan, kovalanan bir diğer soru… Skandal Haber konuşulurken, skandalı yorumlayan herkes duyum, internet, basın, TV üzerinden haberdardır. Bu kişilerin çoğu arkadaşı olmasına rağmen, kimse Osman’ı arayıp, ne olduğunu sormamıştır. Edinilen bölük pörçük duyumlarla yargı sahibidirler. Yazar da, vakanın kişileri hariç (Şebnem ortadan yok olduğundan, emniyet müdürü izini kaybettirdiğinden, Teoman görüşmeyi kabul etmediğinden, olayın üçüncü kişisi intihar ettirildiğinden, Osman ölü olduğundan), herkese sorularını sorar. Bu kişilerin yanıtlarını, Osman’ın defterlerindeki hikâyelemede buluruz belki de…
Kazanın görgü tanıklarından belgeselci Meral Özdemir’le yapılan röportajda, hakikate ulaşmanın zorluğundan bahsedilirken (“…hayatın kendisinin gerçekle ilişkisi sorunlu… her türlü mecraya bakın… çarpıtılmış bir gerçeklik akmıyor mu? Post Truth diye adını da koydular… tamam artık… yalan legalleşti yani” s.20), kimin doğru kimin yalan söylediğini anlamakta okur olarak zorlanıyoruz biz de. Sözü edilen skandalın, nasıl ve neden gerçekleştiğini bilmenin imkânsızlığındaki roman kurgusunda, bir kez daha post truth[1] tartışmaya açılmaktadır.
Osman’ın ölümünün intihar mı kaza mı olduğu, bize hangi hakikati sunar?
Romanı okurken, Osman’a neden inanıyoruz sorumuzun cevabı, Osman’ın bize sorulmayan soruların cevabını verdiğindendir. Osman, İTÜ Profesörü, makam-mevki sahibi babası Necmi beyle zorlu ilişkisini, ilk sayfalardan itibaren aktarmaya başlar (Lise birde harçlıklarımı biriktirip ilk klasik gitarımı aldım ve babama artık piyano çalmayacağım dedim. Öyle mi? Duvara vura vura kırdı o canım gitarı. Çok ağladım, bir posta da ağladığım için dayak yedim… s.46) Ailedeki yapıyı, baskı ve boğuculuğu, Osman’ın hatıratında birçok anı ve diyalogda görürüz (…bu evdeki her şey bana ait, siz yalnızca kullanma hakkına sahipsiniz, o da ben izin verdiğim sürece... s.72) Baba-Necmi bey, mülkiyetin, aidiyet yalanıyla kişiyi köleleştiren feodal yapının bir temsilcisidir. Osman’ın son yıllarını idame ettirmek için piyanist olarak çalışmak zorunda kalma trajedisi, babasının baskısından hiç kurtulamadığının sembolü olsa gerek (…babam perdeleri hiç kapatmaz… izlenmekten hoşlanır… narsist manyak… her şeyi şov… dayak hariç… duvar piyanosu dışarıdan görülmüyordu, böylece çalmak istemiyorum diye ağladığımda kapağını parmaklarıma tak tak indirirdi… parmaklarım kırılacak korkusundan ölürdüm… s.70)
Osman’ın kendine ait bir ev isteği, baba-Necmi beyden ayrı bir yaşam isteğidir. Defterlerinde, kendine acı veren olayları, günlüklerini imha ederek yok sayacağını düşünür. Yıllar sonra babası-Necmi beyin imdat çağrısına kayıtsız kalarak, uyumayı seçer. Uyku sonrası, babasının ölüm haberini aldığında, suçluluk ve üzüntü hissetmez. “Bugün öldün baba” hitabıyla başlayan günlüğünü okuduğumuzda, Osman’ın duygu yabancılaşmasında, Camus’nün Maursault’sunun fısıltısını duyarız: “Bugün annem öldü.”
Osman, bize annesini, annesinin ölümünden sonra aktarır, yani kayıp sonrası; kanserin annesini zamansız almasının ardından… Osman’ın, henüz aile dediği evde, aidiyet hissettiği, bağ kurabildiği, sevdiği tek kişi olan annesinin ölümüyle, evle olan bağı da kopar. Aidiyet hissetmediği, korkularının müsebbibi babası ve hoşlanmadığı kardeşi Teoman’la birlikte yaşamak için de bir nedeni yoktur. Tüm içe kapanık ve hissiyatlı bir çocuk-genç olmasına karşın artık aile olmadığını hissettiği evden ayrılma isteğini dile getirir. Romantik duygularla ifade etse de (“kendimi düşlerime adamaya kararlıyım… kendi şarkılarımı yazacağım… kendi evimde yaşamak düşüncesi çok hoşuma gidiyor… istersem bütün gün uyurum... istersem her gün parti yaparım, canım ne zaman isterse o zaman gelirim… s.44), evden ayrılma kararlılığını gösterir. Osman, babası-Necmi beyden onca korkmasına, kardeşi Teoman’ın tüm işgüzar ve bozgunlarına rağmen, annesinin mirasını talep etme ve otoriteyi yıkma cesaretine bu süreçte sahiptir.
Kendine ait bir ev-yaşam kurduktan sonra, gençlik arkadaşlarından bir şekilde uzaklaşır. Bu süreçte tanıştığı ve anne-sonrası bir kadına duyduğu anne-abla sevgisini hissettiği Gün’ün de kanserden ölmesiyle ikinci bir yitim yaşar. Aynı zaman diliminde tanıştığı Şebnem’e de âşık olur. Osman, nasıl ki annesini kaybetmesinden sonra cesaretinin artmasıyla kendine ayrı bir yaşam kurduğuysa, Gün’ü yitirdikten sonra da sahip olduğu benzer duygularındaki yükselişle, Şebnem’le coşkun hisleri içeren bir bağ kurar. Aklın öncesine ya da ötesine aşk dersek (ki aşkın aklı gereksindiğini düşünmeyen ben), Osman’ın Şebnem’e aşkında da aklın ötesinde bir hissiyat olduğunu düşünüyorum… Sevmekte, okşamakta, seyretmekte, sevdiğine teslimiyette, aidiyet çırpınışlarında, süreci sahip olduğu imkânlarla coşturmaya ve estetize etmeye gücü vardır. Ancak kırılmalar başladığında ise onarma gücüne sahip değildir. Şebnem’den uzaklaşma sürecinde, anne kucağının ısısından atılmış çocuk şaşkınlığı içindedir. Onu dış dünyaya hatta en yakınındaki insanlara karşı koruyan parası da azalmaya başlamıştır. Korunakları kalktığında, gerçekle baş edebilme gücü de kalmaz. Yalnız kaldığında, ergen yapıdaki kişiliğinden dolayı sorun çözebilme yetisi de olmadığından, yaşamında sürüklenmeye başlar. Skandal sonrasındaysa, inkârı ve kaçmayı seçer. Ömrünü belli bir çevrede geçirmiş, en fazla bir semt uzağa (Nişantaşı, Topağacı, Fındıklı) gidebilmiş Osman’ın, coğrafya kaçışı da uzun sürmez. Döndüğünde, hatıratındaki her şeyi yitirmiş kimsesizliğiyle bedeninin sürüklenmesini izler. Kirli pansiyonlarda, dönemin tavernalarında, ucuz gece kulüplerinde sıkışan hayatının, kendi yaşamı olup olmadığı gerçekliğini kavrayamaz.
Osman’ın kimsesizliğinin hakikatini, vakanın nasıl olduğu yanıtlar mı?
Günlüklerinde Osman, paraya, köklü bir aileye, çevreye, bir ilgi alanına, yakışıklılığa ve yeteneğe; belli zevklere ve aşka sahip olsa da, hayatının bütününde parayı idare edemediği gibi, zamanı, aşkı, yeteneği, ilişkileri, arkadaşlıkları, işi gücü de (yani şu eşya ve insanla çevrili idare gerektiren hayatını, büyük çaba gerektiren hayatlarımızı), eşyasız ve kimsesiz bir sona dönüşmesini, o güzelim dolmakalemlerden akıtarak anlatır.
Osman, orta öğrenim yıllarından beri, biri kimseye okutmadığı, gerçek, diğeri de sınıfta yüksek sesle okuduğu, uydurma dediği iki günlük tutar. Yaşamından günlüklere aktardığı sözcüklerle olan bağını s.42’de şöyle anlatır:
“Sözcükler en az notalar kadar büyüleyici, tıpkı müzik gibi ruhun drenajı… Orta ikideyken kasığımda çıkan çıban için drene etmek gerekti… İçindeki irini akıtacağız… Çok canım yandı çıbanı keserken, ama bitince acayip rahatladım. Sözcükler de aynı öyle, alkolle sterilize edilmiş neşter sanki, çok acı veriyor ama insanın içindeki irinin de akmasını sağlıyor…”
Yazmanın bedensel ağrıyla ilişkilendirilerek bu denli iyi ifade edilmesi, biz okuru da yazının acıtıcılığının içine çekiyor.
Yazar Ayfer Tunç, neşterinden mürekkebi cesaretle akıtıyor. Osman’ın romanıyla yazar-okur işbirliğini de olanaklı kılıyor. Yitirmekle yazgılı olduğumuz yaşamlarımızın, sahip olduğumuz tek hakikatin, şu bir türlü neyi nasıl yapacağımızı bilemediğimiz zaman bütününde ancak hatıratla tekrarlanan hikâyemizin kaydını düşüyor. Hayatlarımızın çarçabuk, hiç var olmamış gibi kıyı-köşeye itildiğinin hüznünü, Osman’ın kimsesizliğiyle aktarıyor. Vakaya dönüştüğümüzde ise, nasıl da vahşice projektörle üzerimizden geçildiğinin korkunçluğunu sergiliyor. Roman, insan ruhunun karanlığının, bilinmezliğinin izaha muhtaç olmasının yanı sıra, bilinirliğinin ve aynılığının da şaşırtıcılığını içeriyor. Ve bir daha, bir daha izaha muhtaç olduğumuzun inadıyla, doğurduğu Osman’ı ellerimize bırakıyor…
•
[1] Post truth, genel anlamıyla, hakikat sonrası siyaset olarak kısaca tanımlanmıştır. Gerçekliğin önemsizleştirilmesi, yalanın ortaklaşa yayılması, doğrunun ortaya çıkmasına yarayan nesnel standartların yok olması; hakikat sonrası gerçekleşen, gibi tanımlarının olduğu, internet sonrası son dönemde kullanıma girmiş, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumu belirten terim…