TED CHIANG
çev. Kıvanç Güney Monokl, 2020 296 s.
Öykülerinden biri Arrival adlı ödüllü sinema filmine uyarlandıktan sonra büyük üne kavuşan Ted Chiang'ın öykülerinin akıcı bir anlatımı olduğunu söylemek zor. Bunu bir eksiklik olarak değil tamamen türün bir gerekliliği olarak söylüyorum. Somut gerçeklik değil çünkü sözü edilen.
Çinlilerin eski bir bedduasını duymuş olmalısınız: “İlginç zamanlarda yaşayasın!” En dehşetli distopik filmleri andıran son dakika gelişmeleri, tarihin insana oynadığı kötü bir şaka gibi geliyor şu günlerde. Televizyonda olsa bu kıyamet senaryosunu izlemek yerine kanalı değiştirir, daha iç açıcı bir şeylerle oyalanabilirdik belki. Gelgelelim ütopyalar kadar distopyalar da hayata dahildir. Dehşet bir öngörüye dayanan Orwell’ın 1984’ü ya da Zamyatin’in Biz’ini okumamış olsa bile bilimkurgu türünde bir film seyretmiş herkes bilir ki kahramanlar ne kadar yolun sonuna geldiklerini düşünseler de, sonunda bir kurtuluş umudu mutlaka vardır. Çünkü insanı ayakta tutan, içindeki gelecek hayalleridir. “Sonra ne olacak, gelecekte bizi ne bekliyor acaba?” sorusunun tedirginliği film boyunca yakasını bırakmaz seyircinin. Ve şu anda insanlık, bütün dünyada aynı anda gösterime girmiş bir filmin hem seyircisi hem oyuncusu olmanın tedirginliğini yaşamakla fena halde meşgul.
Tam da böyle günlerin içinde çıkageldi Ted Chiang’ın Nefes’i. Geçen yıl Exhalation adıyla yayımlanan kitap bir yılı bulmadan Kıvanç Güney çevirisiyle Monokl etiketiyle raflardaki yerini aldı. Chiang, kimi öyküleri birden çok ödül almış başarılı bir bilimkurgu yazarı. Yazarın ilk kitabı Geliş, geçen yıllarda yayımladığında hayli ses getirmiş, "Hayatının Hikâyesi"nden uyarlanan Geliş (Arrival) filmi 2017 Oscar’ına birçok dalda aday olmakla kalmayıp ‘En iyi ses kurgusu’ dalında ödül almıştı. Bütün bu gelişmeler, bilimkurgu türüne özel bir ilgi duymayan birçok okurun bile Geliş’e ve yazarı Ted Chiang’a daha bir ilgi göstermesini sağladı. Söz konusu yakınlığın bilimkurgu türüne ilgiyi ne ölçüde artıracağını elbette zaman gösterecek.
Kitabın açılış öyküsü “Simyacının Kapısı ve Tacir” kader konusu etrafında dönen iyi kurgulanmış bir öykü. Öyküden çok, Binbir Gece Masalları’ndan çıkıp gelmiş kahramanların yer aldığı modern bir masal. Bağdatlı bir tacirin kendi üretimi bir nevi zaman makinesi olan ‘Yıllar Kapısı’ ile kahramanlarımız zamanda yolculuk yaparken aslında “geçmişle geleceğin aynı olduğunu, ikisini de değiştiremeyeceğimizi, yalnızca daha iyi anlayabileceğimizi” yaşayarak görmüş oluyor. Kader teması kitabın en kısa öyküsü olan “Bizden Beklenen”de bu kez bir gelecek zamanda buluyor bizi. Aslında öyküden çok, araç kumandasına benzer bir alet olan “Öngörücü”nün insanlar üzerindeki etkisine dair bir sinopsis. Üzerinde bir düğme ve bir LED olan bu alet, zamanın gerisine gönderdiği sinyalle düğmesine basılmadan bir saniye önce yanıp sönüyor. Bir oyuncak gibi kullanılan öngörücü, gitgide kullanıcılarda ‘insanın kaderini zaten değiştiremeyeceği’ düşüncesine dolayısıyla akinetik mutizm’e (boşvermişlik, bir tür koma hali) yol açıyor. (Madem gelecek benim elimde değil o halde çalışıp didinmenin ne gereği var?) Bunun çaresi gelecekten gelen şu mesaj olabilir mi?
“Özgür iradeniz varmış gibi davranın, bunun doğru olmadığını bildiğiniz halde kararlarınız önemliymiş gibi davranmak zorundasınız. Gerçeğin ne olduğu önemli değil, önemli olan neye inandığınız ve uyanık koma halinden kaçınmanın tek yolu yalana inanmak. Uygarlığın devamı kendinizi kandırabilmenize bağlı. Belki de hep böyleydi.”
Kadercilik, insanın kaderinin kendi elinde olmadığı anlayışı değil mi bu?
Her türlü bilgi ve beceri insanın bir şeyleri değiştirme çabasından başka nedir ki? Teknolojinin gelişmesiyle hayatlarımızda köklü değişiklikler yapabilseydik neler olurdu acaba? Hatta alınyazısı değiştirilebilir mi? Kitabın son öyküsü “Kaygı Özgürlüğün Baş Döndürücülüğüdür” bu türden bir akıl yürütmenin ürünü. (Öykü, ister istemez Timeless dizisini hatırlatıyor.) Kaderlerimizi değiştirseydik bizi nasıl bir gelecek bekliyor olacak sorusu belki artan teknolojik gelişmeler sebebiyle günümüzde hiç olmadığı kadar insanı meşgul ediyor.
Yüz sayfayı bulan kitabın en uzun öyküsü (novella mı demeliydik?) “Yazılım Nesnelerinin Yaşam Döngüsü” ise dijiyant yani dijital organizmaları konu ediniyor. Dijiyantların kendi üreticileriyle yaşadıkları bir tür bildungsroman (büyüme romanı) olarak da değerlendirilebilir. Şu farkla ki burada anlatılan bir insan değil, dijital organizma. Küçüklüğünden itibaren bir bebek gibi bakılıp büyütülmesi, yaşama dair ayrıntıların öğretilmesi, kendi kişiliğinin kazandırılması ve ilerde tek başına hayata tutunması gereken bir varlıktan bahsediyoruz. Öyküde ilerledikçe bunun pekâlâ bir çocuk yetiştirme öyküsü olarak okunabileceğinin izlerini bulmak mümkün. Bir insan yetiştirmenin zorlukları, onları her an koruyup kollamak mı yaralanıp berelenmelerini göze alıp hayata atılmasını sağlamak mı türünden sorulara dijiyantlar özelinde cevap arıyor yazar. Zamanın çok ilerisinde bir olayı hikâye etse de önemli olanın kanıyla canıyla insan ve ona ait endişe, korku ve ümitlerin olduğu bir kere daha anlaşılıyor. Öykünün baş karakteri Ana, şöyle düşünür örneğin:
“Jax’i yetiştirirken öğrendiğim tek bir şey varsa o da kestirme yol diye bir şeyin olmadığı. 20 yıl yaşayarak edinilecek türden bir sağduyu yaratmak istiyorsanız bu işe 20 yıl harcamak zorundasınız, kendi uydurduğunuz bir dizi yöntemi uygulayarak daha kısa sürede yaratamazsınız, deneyim algoritma yoluyla hap haline getirilemez.”
Sayfalar ilerledikçe Chiang’ın aslında hayatın tam orta yerinde duran sorunlara bilimsel bir gözle bakmaya çalıştığını görüyoruz. “Olgusal Gerçeklik, Duygusal Gerçeklik”te Remem adında yeni bir arama motorundan bahsedilir (Gerçek Hafıza anlamına gelen Real Memory’nin kısaltması mı?). Öyküde anlatıldığı şekliyle iğne deyinceye kadar samanlıktaki iğneyi bulabilecek bu gelişmiş yazılımla geçmişteki her bir söz ve eylem kaydı anında gözünüzün önüne gelebiliyor. Bu sayede her şeyin en doğrusunu ortaya çıkarmak mümkün. Sayısız faydasının yanında muhtemel risklerden biri de yalan söyleme ihtimalinin ortadan kalkması. Ya da yazılımın, doğal hafızanın yerini alması. Bu durumda örneğin eşler arası çatışmalara, birçok evliliğin çatırdamasına sebep olacağı konuşulurken şu cümlenin altını çizmeden geçemiyorsunuz: “Ama sürekli kendi haklılığını, eşinin haksızlığını kanıtlamaya çalışan biriyseniz Remem olsun olmasın evliliğiniz sallantıda demektir.” (Yanılmıyorsam Black Mirror’un bir bölümünde beyne takılan bir çiple her ânın kaydedildiği bir teknolojinin hayatı nasıl etkilediği işlenmişti.) Çevremiz giderek otomatlarla, yapay zekâlarla, hatta dijital organizmalarla sarılsa da insan gerçeğinin değişmeyeceğine yapılan vurgu önemli. Zamanın ötesinde yaşanabilecek teknolojik yeniliklerle gözümüzü kamaştırmayı değil, insanî olanın altını çizmeye çalışıyor Chiang. Onu diğer bilimkurgu yazarlarından ayıran önemli noktalardan birinin bu olduğunu düşünüyorum.
Öykülerin akıcı bir anlatımı olduğunu söylemek zor. Bunu bir eksiklik olarak değil tamamen türün bir gerekliliği olarak söylüyorum. Somut gerçeklik değil çünkü sözü edilen. Dijiyantların, paralel dünyada birbiriyle iletişim kurmaya çalışan parabenliklerin, otomatik dadıların ve daha birçok tuhaflıkların dünyası bu. Dahası soyut gerçekliğin elle tutulur olması için gerekli olan ayrıntılar, okurun metnin içinde kaybolmasına sebep olabiliyor. Neyse ki yazarın meselesini net biçimde ortaya koyduğunu, bir okur olarak anlama çabalarının karşılık bulduğunu görüyorsunuz okudukça. Üstelik kitabın sonunda bir sürprize yer verilmiş. En az öyküler kadar ilginç olan, bu öykülere ilham veren olay, durum ya da makaleler, ‘Hikâyelere Dair Notlar’ başlığı altında yer verilmiş.
Öykülerini eksilte eksilte yazan Chiang’ın, dil işçiliği, kurgudaki becerisi, –matematik, fizik, mantık gibi çeşitli bilimlerin verilerinin sanatın önüne geçmesine izin vermeyen, kimi öykülerini beş yıl gibi uzun bir sürede yazacak ölçüde– titizliği, felsefi altyapısı zengin, zekice yazılmış diyalogları ve dönüp dönüp okunacak akıl yürütmeleriyle okurda karşılığını bulduğu söylenebilir. Şunu da eklemeli: Her bir öykünün bir romana dönüşebilecek muhteva ve ayrıntıya sahip olması yazarının nispeten kolay yoldan başarı ve ün peşinde olmadığını, zor olanı tercih ettiğini gösteriyor. Colson Whiteahead’ın kitap için yaptığı ‘demir leblebi’ benzetmesi bu anlamda oldukça yerinde. Chiang, çıtayı hiç düşürmeden, kolay anlaşılma kaygısı duymadan az ama nitelikli öyküleriyle çizgisini bozmadan bildiği yolda yürümeye devam ediyor.
•