Londra-Manzaraları

Londra Manzaraları

VIRGINIA WOOLF

çev. Şenay Kara Kırmızı Kedi Yayınevi 2019 80 s.

Londra Manzaraları, Virginia Woolf’un 1931-1932 yıllarında Good Housekeeping dergisinde yayınlanmış denemelerinden oluşuyor. Yazar gezip gördüğü yerleri bilgi ve sezgisiyle harmanlayarak anlatıyor.

AHMET EKEN

Kitapta yer alan ilk denemesinde yazar bize Londra’nın rıhtımlarını tanıtıyor: Denizlerdeki gemilerin pek çoğunun demir attığı, yolculukların tüm izlerini üzerlerinde taşıyan irili ufaklı yolcu gemileri; “tarifesiz işleyen buharlı yük gemileri”; kömür, tuğla veya çimento taşıyan gemiler ya bu rıhtımlarda beklemektedir ya da sularında süzülmektedir. Burada gezinti gemileri görülmez, çünkü “her şey iş içindir”. Demirlemiş gemilerin yanından geçip Londra’ya doğru ilerlendiği takdirde, “dünyanın en iç karartıcı görüntüsüyle” karşılaşılır. Karanlık, pis, yıkık dökük görünen depolar ve işçi evleri küçük bir kent oluşturmuştur.

Ancak bu iç karartıcı bölgede insanı şaşırtan görüntüler de vardır. “İçinde küme küme büyüyen gerçek ağaçlar olan gerçek bir tarlanın içinde duran eski taş ev” bir zamanlar buraların çimenlerle, taraçalarla kaplı olduğunu hatırlatmaktadır. “Hâlâ çanlarını çalan ve bahçesi yeşil köy kilisesi” ve bir han ayaktadır. İlerlememizi sürdürdüğümüz takdirde etrafa kötü kokular yayan, dumanların çıktığı, sayısız sıçanın barındığı şehir çöplüğü ile karşılaşırız.

“Eski kovalar, tıraş bıçakları, gaz ocağı ağızlıkları, gazeteler, küller, tabaklarımızda bıraktığımız ve çöp sepetlerimize attığımız her şey” buradadır. İlerlemeyi sürdürdükçe karşımıza çıkan yapılardan bir tanesi de zaman içerisinde çok sayıda uğursuz olaya ev sahipliği yapmış olan Londra Kulesi’dir.

Virginia Woolf gezisini sürdürürken limana gelen malların nasıl tasnif edilip depolandığını, alıcılara ulaşmaları için yapılan işlemleri de anlatıyor ve şöyle diyor:

Dünyadaki her mal sınanmış ve yararına ve değerine göre derecelendirilmiştir. Ticaret düş gücü sınırlarını zorlayacak kadar yetenekli, yaratıcı ve akıllıdır.

Okuduğumuz denemede, rıhtımda “işlenmiş kocaman, paketlenmemiş yığın haliyle” gördüğümüz malların işlenip paketlendikten sonra alıcıya sunulduğu Oxford Caddesi anlatılıyor. Burada kocaman varillerdeki nemli tütün sarılarak yaldızlı kâğıtlar içinde sigaraya, iri yün balyaları dokunarak ince çamaşırlar haline gelmiştir. Seke seke yürüyen, yapmacıklı bir incelikle davranan satıcılar çekmeceleri açarken, ipek toplarını tezgâhın üzerine yayarken, ölçüp biçerken hiç zorlanmazlar. Ama “Oxford Caddesi, Londra’nın en seçkin caddesi değildir”.

Oxford caddesi.

Moda daha yüce törenlerini, tedbirli ve akıllı davranarak çekildiği şehrin başka yerlerinde gerçekleştirmektedir. “Oxford Caddesi’nde çok fazla pazarlık, çok fazla satış, ederi bu haftakinin yarısına düşmüş çok fazla mal vardır.” Bu caddenin başka bir özelliği de “heyecan ve merak uyandıran olayların beslenip büyütüldüğü” bir yer oluşudur. Kadın oyuncuların boşanmalarından zenginlerin intiharlarına kadar pek çok olay kaldırımlarındaki başlıca konulardır.

Bir yanda mallarını kâr ederek satmaya çalışan küçüklü büyüklü esnaf, diğer yanda sergilenen malları inceleyen, tezgâhları karıştıran ve en uygun fiyata almak için pazarlık eden müşteriler, kalabalık, gürültü, bitmeyen bir karmaşa, yalancı bir bolluk havası…

Hareketli bir caddenin ardından Woolf okuyucuyu büyük adamların evlerine götürüyor. Önce bir tespitini okuyoruz: Londra, ne mutlu ki, büyük adamların ve sahiplerinin (eşyalarıyla) korunmuş.”

Yazar, bizlerin bu kişileri evlerinden tanıdığını belirtiyor:

“Eşyalarına kendi damgalarını öbür insanlardan daha silinmez bir biçimde vurdukları tartışılmaz bir gerçek gibi görünüyor. Hiçbir sanatsal beğenileri olmayabilir ama bu kişiler hep çok daha az bulunur ve çok daha ilginç bir yeteneğe sahip gibidirler. Bir eve doğru düzgün yerleşebilme, (eşyaları) kendi suretlerinde yaratıyorlarmışçasına kendilerine dönüştürebilme yeteneği.

Daha sonra susuz, elektriksiz, gazsız bir dönemde yaşamış olan Thomas Caryle’nin (1795-1881), John Keats’in (1795-1821) evlerini ziyaret ediyoruz ve okudukça somut gerçeklikleri içerisinde bu insanlar ve yakın çevreleri canlanmaya başlıyor. Meğer bu evler sadece düşsel bir yolculuğun sadece başlangıç noktasıymış.

Virginia Woolf’un bir başka denemesinin konusu Avam Kamarası. “Kutsal, zamanla yıpranmış, müzikal ya da törensel hiçbir şeyin” olmadığı bu yerde yegâne gelenek, başkanın tören asasıyla gelirken tok bir sesin “Avam Kamarası başkanı” diye bağırması ve üyelerin şapkalarını çıkarmaları konusundaki uyarısıdır. Ama bu sesin, tören asasının ve rengi kaçmış fötr şapkaların bütün törenlerden “daha iyi biçimde, Avam Kamarası üyelerinin kendi ülkelerini yönetme işini sürdürmek üzere, kendi binalarında” olduklarını gösterdiğini ifade eden yazar, “bu hakkı yüzyıllar önce kazanmış olduğumuzu (…) bu hakkı koruduğumuzu (…) başkanın bizim Avam Kamarası başkanımız olduğunu ve kendi temsilcimizi kendi Avam Kamaramıza çağırmak için (hiçbir törene) gereksinimimiz olmadığını bir biçimde duyumsarız” diyor. Yoksa Avam Kamarası soylu veya görkemli bir yer değil; hatta ağırbaşlı bile olduğunu söylemek güç. Bütün orta büyüklükteki devlet binaları kadar çirkin, gürültülü; insanlar sürekli girip çıkıyor, fısıldaşanlar, şakalaşanlar, öbür insanlardan pek de farkları olmayan üyeler…

Ama tüm insanların bir özelliği var: Yasalardan onlar sorumlu; insanların mutluluğunu, halkın kaderini etkileyen yasalar burada yapılıyor. Üyeler bunun için seçilip buraya gönderildiler ve seçmenlerin beklentisi de bu…

Ve geliyoruz, bize bir Londralı’nın tanıtıldığı kitaptaki son denemeye. Mrs. Crowe adını taşıyan bu kişi, Londra’da dış görünüşü sokaktaki diğer evlerden farklı olmayan bir evde yaşamaktadır. Evinden neredeyse hiç çıkmayan ama hiç de yalnız kalmayan bu kadının hep bir ziyaretçisi vardır. Hatta ziyaretçileri vardır.

“Mrs. Crowe baş başa konuşmaları sevmezdi. Hiç kimseyle asla özel bir yakınlık kurmaması birçok başka ev sahibiyle de paylaştığı garip bir özellikti (…) Mrs. Crowe yakınlık istemiyordu, sohbet istiyordu.”

Konuşmayı, genel konular üzerine konuşmayı tercih eden, derinlik gibi bir meselesi olmayan Mrs. Crowe’un sevdiği ve başlattığı konuşmalar köy dedikodularının yüceltilmiş bir biçimidir. Köy Londra’dır ve dedikodular da Londra yaşamıyla ilgilidir. Kadının büyük yeteneği, bu koskoca kentin küçük bir köy olarak görünmesini sağlamasıdır. “Her tiyatro oyunuyla, bir resim sergisiyle, her duruşmayla, her boşanma davasıyla ilgili birinci elden bilgisi” vardır. Kimin nerede olduğunu bilir. Yarım saatlik gözlemleri sayesinde şaşırtıcı bir bilgi birikimi vardır. Bu nedenle onun evine kabul edilmek bir kulübün üyesi olmak gibidir. Ve yegâne üyelik aidatı “her yıl birçok dedikodudan oluşan ödemeyi” yapmaktır.

Mrs. Crowe’un bazen dışarı çıkıp ziyaretler yaptığı da doğrudur ama bu gezmelerin tek bir amacı vardır: “Dağarcığını tamamlamak için gereksinim duyduğu birkaç parça haberi toplamak.” Geçmişi detaylarıyla bilen ama geçmişi yüceltip anılar içinde yaşamayan, son günlere her zaman değer veren kadın için “Londra’nın en güzel yanı, insanın her zaman bakılacak yeni bir şey, üzerinde konuşulacak taze bir şey” vermesidir.

Ama Londra’nın kendisi bile Mrs. Crowe’u sonsuza kadar yaşatamaz ve bir gün kapısını çalanlar açılmadığını görürler…