Kaçan zaman ve bekleyen sonsuzluk karşısında nedir ki insan?

Kadimzamanlar

Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler

OLGA TOKARCZUK

çev. Neşe Taluy Yüce Timaş Yayınları 2020 320 s.

Nobelli yazar Olga Tokarczuk'un kaleme aldığı, Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce'nin Lehçeden çevirisiyle yayımlanan Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler yirminci yüzyıl atmosferinde insana, mekâna ve zamana dair çok sesli, derinlikli ve çarpıcı bir roman olarak karşımızda. Tokarczuk, okuru varoluşun aydınlık ve karanlık taraflarına doğru bir yolculuğa davet ederken insanı kemiren şeyleri masaya yatırıyor ve doğasının acziyetini, arayışını, acısını sorguluyor.

GİZEM OLCAY

"Hiçbir çağ, insanla ilgili bizimki kadar çok ve çeşitli bilgiye sahip olmamıştır. Hiçbir çağ bu bilgiyi şimdiki gibi öylesine çabuk ve kolay bir biçimde ulaşılabilir hale getirmeyi başaramamıştır ve fakat insanın ne olduğu sorusunun en az bilinebildiği çağ da sadece bu çağ olmuştur," der Max Scheler ve yirminci yüzyılı, yüzyılın insan algısını basit bir şekilde özetler.  Döneme bakıldığında insanın ne olduğu sorusunun cevapsız kalmasına şaşırmamak gerek: Rus Devrimi, Birinci Dünya Savaşı, faşizmin yükselişi, Hitler'in iktidara geçişi, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, atom bombasının icadı... İnsanlık tarihinin en yıkıcı dönemlerinden biri adeta. Bilimin sorgulandığı, Tanrı'nın reddedildiği, ahlaki ve entelektüel tüm değerlerin çatıştığı, rejimlerin çöktüğü, her boyuttaki savaşın hayata sirayet ettiği, hayatın anlamını yitirdiği derin bir travma dönemi... Çürümenin, çöküşün ve tahribatın hayatın her zerresine işlediği bir zaman diliminde insan kalabilmenin koşulu ne olabilir? Yaşamın geçiciliğine direnebilmenin bir yolu var mıdır? Ya da hayatı anlamlandırmak sadece beyhude bir çabadan mı ibarettir?

Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, 1914'ten başlayıp 80'lere dek uzanan 'modern zamanlar' olarak da tabir edilen dönemi kapsıyor. Aslında okuduğumuz çok katmanlı bir insanlık tarihi. Yazarın en başarılı olduğu konulardan biri okurun zaman algısını kırmasında yatıyor. Anlatıda bölümler zamansal olarak ayrışmış durumda: Yaşananlara tanıklık eden her karakterin, her nesnenin kendine ait bir zamanı, kendi yolculuğu ve kendi çatışması mevcut. Karakterler bazen kan bağıyla, bazen tesadüflerle, bazen hayallerle, bazense inançla birbirine bağlı. Anlatı boyunca farklı ama iç içe olan hikâyeler tarihsel bağlamdan kopmadan ilerliyor; yollar kesişiyor, ya da birbirine teğet geçiyor. Karakterler bazen kendi hikâyelerinde bazense başkalarınınkinde kaybolup yeniden beliriyor.

Roman, Kadimzamanlar'ın tasviriyle açılıyor ve dört tarafı başmelekler tarafından korunan bu masalsı ve mitsel kasaba "evrenin merkezi" olarak tanımlanıyor. Hem bir yer hem de bir mekândan ötesi… Hem nehirlerin, büyülü doğanın ortasında bir yer hem de dünyanın mikrokozmosunu temsilen yüzyılın tüm tahribatını ve kaosunu içerisinde barındıran küçük bir Polonya kasabası… Okur burada yaşayan kasabalı halkın, ailelerin hayatına, onların vahşi çağla mücadelesine konuk oluyor. Örneğin inancını sorgulayan toprak sahibi Popielski : "Tanrı o kadar iyi ise kötülüğe neden izin veriyor? Belki de Tanrı iyi değildir?" diye soruyor. Deliliğin sınırlarında dolaşan, kasaba halkı tarafından kabul görülmeyip cadılaştırılan, ancak anlatıda doğa ananın tezahürü ve doğa-insan çatışmasının sembolü Başak kızıyla birlikte ormanda yaşıyor. Rus askeri Ivan Mutka savaşın tüm gerçekliğini, ölümle yüzleşen insanın acımasızlığını ve çürümüşlüğünü beraberinde kasabaya getiriyor.

Kitapta karakterler kadar, nesnelerin temsiliyetleri de çatışmaları hem derinleştiriyor hem de zenginleştiriyor. Mesela toprak sahibi Popielski'nin oynadığı, dünyanın yaratılışından başlayıp insanın Tanrı'dan koparak dünyayı keşfiyle devam eden ve dillerin ortaya çıkışıyla yani insanların cezalandırılıp birbirine düşman olmasıyla sonlanan oyun, anlatıda yaratılışı simgelerken, savaşların kıskacındaki Kadimzamanlar halkı ise yıkımı ve hiçliği temsil ediyor. Böylece yaşam-ölüm/varlık-hiçlik çatışması romanın temel eksenlerinden biri olarak mevcudiyet kazanıyor. Sembolik bir anlam taşıyan Misia'nın kahve öğütücüsü de herhangi bir eşyadan, bir tılsımdan ibaret değil. Michal savaştan dönerken kahve öğütücüsünü yanında getiriyor, yani bir savaş ganimeti. Yazar, nesnelerin her canlıdan öte bir kavrayışa sahip olduğunu savunuyor: fani ve geçici olanı yakalama kapasitesine. Öğütücü, okurun karşısına romanın başlarında çıkıyor ve final bölümünde yeniden beliriyor. Değişen, parçalanan, yok olan her şeye hatta hikâyenin kendisine inat, direniyor. Hayvanlardan, bitkilerden, şeylerden daha yoğun yaşadığını düşünen insana rağmen daha canlı ve kalıcı bir şekilde varlığını koruyor. Çünkü onlar " zamanın ve hareketin olmadığı, başka bir gerçekle demlenmiş varlıklar" olarak içerisinden çıktıkları hiçliği ve gömülü olduğu sonsuzluğu kavrıyorlar.

Doğa kendi zamanında ve kendi halinde akarken, hiç durmamacasına savaşan insanlar, birbirlerine ve dünyaya sadece yıkımı getiriyor. Doğa karşısında insan, tıpkı Pascal'ın da dediği gibi "hiç ile her şey arasında bir orta nokta." Doğa yenileniyor, insan çürüyor. Dümeninin kimin elinde olduğu bilinmediği kader, insana kırılgan olduğunu hissettirirken onu boğan akıl ötesi bir güç olarak insana meydan okuyor ve geri döndürülemez bir şekilde akan zaman, içerisinde bir kanser hücresi gibi büyüyor. Dengesini ve anlamı yitiren insan hayatta kalmanın bir yolunu umutsuz da olsa buluyor. Ve tüm bu krizlerin insan davranışında ve günlük hayatındaki tezahürünü, onun hep tekrar eden döngüsünü Tokarczuk basit ve vurucu bir şekilde anlatıyor:

"İnsanlar yeni yollar yaparlar. Ormana dalıp, genç ağaçlar dikerler. Nehirlerin üstüne bentler yaparlar ve arazi alırlar. Yeni evler için temeller kazarlar. Yolculuklar planlarlar. Erkekler kadınlarına ihanet ederler ve kadınlar da erkeklerine. Çocuklar birden yetişkin olurlar ve kendi yaşamlarını sürdürmek için ayrılırlar. İnsanlar uyuyamazlar. Çok içerler. Önemli kararlar alırlar ve şimdiye kadar yapmadıkları şeyleri yapmaya başlarlar. Yeni fikirler çıkar. Hükümetler değişir. Borsalar dengesizdir ve günü gelir, milyoner olunur günü gelir insan elindeki avucundakini kaybeder. Rejimleri değiştiren devrimler patlak verir. İnsanlar hayal kurar ve düşlerini, gerçek olarak düşündükleri şeyle karıştırırlar."

Büyülü gerçekçilik akımının izlerini takip eden anlatıda masalsı üslup, alegoriler ve metaforlar büyük bir yere sahip. "Hep böyle bir kitap yazmak istedim. Dünyayı yaratan ve betimleyen bir kitap. Yaşayan her şey gibi doğup gelişen ve sonra ölen bir dünyanın hikayesi," diyor Olga Tokarczuk Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler'i anlatırken. İnsan doğası, zaman, inanç, varlık, hiçlik gibi kavramları sorgulayarak çok boyutlu, titiz ve incelikli bir esere imza atıyor.

André Malraux, bir roman kaleme almayı "insanın trajedisinin ayrıcalıklı ifadesi" olarak tasvir etmişti. Olga Tokarczuk ise bu tanımın sınırlarını genişletiyor ve insanın yanında hayvanların, bitkilerin, nesnelerin, kısacası tüm canlı ve cansız varlıkların trajedisini kapsayan özgün, yaratıcı ve şiirsel bir roman ortaya koyuyor. Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, insana, doğaya, dünyaya ve zamana dair tarihsel olduğu kadar zamansız ve bireysel olduğu kadar da evrensel bir roman.