YOKO OGAWA
çev. Peren Ercan Kafka Kitap 2021 248 s.
Profesör ve Hizmetçi kitabıyla tanıdığımız Yoko Ogawa’nın Hafıza Polisi adlı romanı Japonya’da ilk kez 1994 yılında yayımlanır. Yayımlandığı ilk tarihten ancak yirmi beş yıl sonra İngilizce olarak basılan roman, bu yeni kesişim sonucu National Book Award finalisti olmaya da hak kazanır. Kafka Kitap’ın yayımladığı romanı Türkçede Peren Ercan’ın Japonca aslından çevirisiyle okuyoruz.
Hafıza Polisi bilinmeyen bir adada günden güne kaybolan nesnelerin ve tüm bu sürece adapte olan/olmaya çalışan insanların öyküsü. Adada her gün bir nesne kaybolurken, bu nesnelere dair insanların zihinlerinde uyanan izlenimler de bir bir yok olur. Fakat bu yeterli değildir. Ada halkı ellerinde kalan bu nesneleri ve onları çağrıştıran her şeyi de yok etmek zorundadır. İmha işlemini gerçekleştirmezlerse ya da bu varlıkları hatırlamaya devam ederlerse o noktada işe Hafıza Polisleri dahil olur, çünkü her şeyin unutulduğu bir adada hatırlamak ve anılara tutunmak bir çeşit isyandır. Hafıza Polisi her şeyin unutulduğundan emin olmak için devriye gezer, insanları sorguya çeker ve anılarına tutunabilen insanlar da tıpkı nesneler gibi bir anda sırra kadem basabilir.
Adını bilmediğimiz yazar başkarakterimiz editörünün nesneleri unutmayan insanlardan biri olduğunu fark eder ve onun da Hafıza Polisleri tarafından ele geçirilmemesi için kendini bir kurtarma planına adar. Böylece bir anlamda kendi anılarının da peşine düşer ve hikâyemiz başlar. “Oyun içinde oyun” tekniğiyle yazılan Hafıza Polisi başkarakterimizin yazmaya başladığı son romanı ile ana hikâye arasında geçişler yaparak karakterin ruhsal değişimlerinin ve ada halkını esir alan “unutuş”un da izlerini sürer.
Bu unutma hali Japonya’nın tarihiyle de özdeşleştirilebilir. Atom bombasıyla aniden yok olan şehirler, aileler ve hatıralar, Japonya’nın çok da uzak olmayan tarihinde ve ülkenin kolektif hafızasında hâlâ büyük yer kaplar. Savaş sonrası yaşanan travma ve toplu yas sürecinin ağırlığı içinde hayatına devam eden Japonya halkı bir yandan emperyal Amerikan kültürünün yarattığı yeni toplumsal hafızayla da var olmayı öğrenmek zorundadır. 1945 yılından beri, kendisi de bir ada ülkesi olan Japonya’nın kendi Hafıza Polisleri arasında anılarına tutunmaya çalıştığı söylenebilir.
Hafıza Polisi’nde kaybolan nesneler de bu noktada ayrıca dikkat çekicidir. İlk önce insanda estetik haz uyandıran, keyif verici varlıklar yok olur: Şekerlemeler, müzik aletleri, güller… İnsanı başka insanlarla buluşturan, çemberinin dışına çıkaran nesneler de: Feribotlar, mektup pulları, kutlama günlerini hatırlatan takvimler… Bireyi toplumdan ayıran ve kendini özel hissetmesini sağlayan şeyler de sırayla ortadan kalkar: Parfümler, zümrütler, kurdeleler…
Yoko Ogawa
İnsanı içindeki vahşiden uzaklaştıran yegâne şey “kültür” ise, süreç boyunca şahit olduğumuz asıl yok oluş da bu değerin ada halkının doğasından zorla koparılıp alınmasıdır. Ada halkı için geriye sadece piramidin alt basamakları kalır; beslenmek ve güvenliklerini sağlamak için savaşırken benliklerini gitgide yitirirler. Yaratıcılıkları ölürken sürekli sığınacak yeni bir liman, yeni bir avuntu arayan halk için ne yazık ki umut çok da yakında değildir. Uzun zaman sonra adada hiç dinmeyecek bir kar yağmaya başlar ve baharsa hiç gelmeyecek gibidir.
Kar adanın üzerini bir toprak gibi örterken anılar da gittikçe diplere gömülür fakat derinlerde bile olsa hatıralar var olmanın yolunu bulur. Ogawa’nın romanda aktardığı gibi, “kimse hikâyeleri silemez”. Bir bombanın sessizliğe buladığı bir şehir tamamen unutulamaz; bir polisin yok saydığı renkler de… Bilinçaltı hepsini gizlemenin ve hiç beklenmeyen anlarda onları önümüze sunmanın bir yolunu illaki yaratır. Hafıza Polisi’nde bilincin bu gizli kısımları kimi zaman bir sığınakla, kimi zaman çekmeceli bir dolapla, bodrumla ya da tavan arasıyla simgelenir. Gözlerden ırak olan, toplumun, bir anlamda süper egonun erişemediği bu alanlar geçmişin izlerini gizler. Bazen bir kurdele parçasını, bazense bir müzik kutusunu ya da hatırlamayı seçen bir kaçağı saklayarak…
Hafıza Polisi çoğunlukla distopya olarak adlandırılsa da, bu etiketlemeyi yaparken Batı distopyalarını merkeze koyarak düşünmemek gerek. Japon edebiyatında görmeye alışık olduğumuz yavaşlık ve sakinlik Ogawa’nın yazım tarzında da büyük yer kaplar. Yavaşlık hali Budizm ve öğretilerini hatırlatırken, ritüeller ve onların önemi de romanda kendilerine sıklıkla yer bulur. Adım adım yerine getirilen çay ritüelleri, yiyecek hiçbir şey kalmamasına rağmen her koşulda bir araya gelinen toplu akşam yemekleri ve düzenli çıkılan ev alışverişleri, unutuşun büyük yer kapladığı bu romanda Japon kültürünün ana hatlarının yok oluşuna izin vermez.
Ogawa romanın tarzını oluştururken de bu yöntemi kullanmaya devam eder. Okuyucunun heyecanla beklediği katarsis ânına değin bu sakinliği ve rutin anlatımını korumayı tercih eder. Hikâye ilerledikçe olayların tesiri büyüse de, bu dalgasız deniz etkisi tedirginlik yaratır. Ogawa bu yolla okuyucusunda uyandırmak istediği duyguları Batı yazınında çok da alışık olmadığımız bir yöntemle yaratır ve okura diken üstünde bir deneyim sunar.
•