YAVUZ EKİNCİ
Doğan Kitap 2016 148 s.
"Günün Birinde, incelikle bir araya getirilmiş parçaları, sürprizleri, küçük ayrıntıları, yerel davranış kalıpları, basit kurulmuş ama iz bırakan cümleleriyle de göz dolduruyor: Havva’nın ölümden değil de, cenabetken ölmekten korkması, Cemşid’in cebinden çıkardığı misvakıyla dişlerini temizledikten sonra, ister zengin ol, ister fakir, her yemekten sonra yak bir sigara demesi, Müslüm Amca’nın kesilen hayvanın başında bekleyip böbreklerine talip olması ve neredeyse onları kaçırması…"
“ Amar Dağı’ndan bir adam koşarak köye geldi.”
Müjde taşımıyordu. Bu adam bir felaket tellalı da değildi. Yalnızca malul bir coğrafyanın lanetiyle örselenmiş, her çağın, üstünden süvarileriyle, tankları, topları, tüfekleriyle geçtiği, yalnız ve uğultulu bir hafızaya ağız olmuştu.
“ Geliyorlar, geliyorlar! ”
Kulağınızı iyice verirseniz başka sesler de duyabilirdiniz. Yakılmış, yıkılmış, viraneye dönmüş dağ köylerinde, kederli kavalcıların ezgilerine eşlik eden yaşlı dengbejlerin destanlarını dinlerdiniz. Tıpkı sahibinin sesini bastıran Günün Birinde gibi. Hiç bitmeyen bir endişenin, kuş gibi tedirginliğin romanı. Yavuz Ekinci’nin, suda yedi kere dövülen hançer gibi, “yedi kere yeni baştan yazıldı” dediği, Cevizler Vadisi’nin büyüsüyle, tertemiz bir atmosfer romanı.
Günün Birinde, paralel akan kurgusuyla, birbirine çok iyi geçen iki ayrı zaman ve anlatı türüne yaslanıyor. Bu şekilde, karşılaştırmalı okuma imkânı da sunan anakronik özellikler gösteriyor. Doğu masallarından sentezlenen bir girişimle, belki uzun öykü diyebileceğimiz türler arası ustaca geçişkenlik, romanda kesintisiz bir akışa dönüşmüş. Gerek birbirine doğallıkla eklemlenen anlıksal öykülerin tamamladığı uzun öykü, gerekse Amar ile Sara’nın ölümsüz aşkını anlatan masalın aynı mekânda, yani Cevizler Vadisi’nde buluşması, sözünü ettiğim geçişkenliğin en belirgin unsuru. Bir örnek vermek gerekirse, gerçek zaman anlatısında, Eyüp’ün duvar halısındaki mitolojik figürlere dalmışken, o arada romanın da usulca yeni bir masal bölümüne kayması bana kalırsa çok naif bir müdahale. Romanın, hayali bir yer olan Cevizler Vadisi’nin Yaşar Kemal’i anımsatan bir tasviriyle başlamış olması, bu bileşiğin oluşmasında yaratılan görselliğin payını da öne çıkarmış, öyle ki, Cevizler Vadisi romanda kendine sağlam bir yer edinmiş. Ayrıca, vadinin, eteğinde yer aldığı Amar Dağı’nın masaldaki Amar karakterinden geliyor oluşu, yine, gerçek zaman anlatısında, Amar adında gizemli başka bir karakterin varlığının, romandaki anakroniye özel bir işlev kazandırdığını düşünüyorum.
Bu kısa incelemede, roman nedir sorusuna bir cevap arayacak değilim. Ki, haddime de değil fakat bazı belirlemelerde evrensel bir uzlaşımın varlığı da inkâr edilemez. Tipik bir romanda karakter sayısı, kurgulama biçimi, mekân seçimi ve olay örgüsü elbette yazarın tasarrufundadır. Bütün sorun bu malzemelerin nasıl karıldığında düğümlenir fakat bir şey var ki, onun eksikliği yazarın keyfiyetini aşar. Eğer bir romansa söz konusu olan, karakter ya da karakterlerin yeterince etkileyici bir derinliğe sahip olması beklenir. Hiç olmazsa son yüz yılın Batı romanında bu böyledir ve günümüzün iyi roman okurlarının da en çok bunu aradıklarını düşünüyorum. Ben kendi kişisel okuma serüvenimde, gerçeği konuşmak gerekirse, Günün Birinde’de bu etkiyi göremedim. Elbette bu fazlasıyla kişisel olan yorumlarıma karşı itirazlar geliştirilebilir ve karakterlerin psikolojik derinliğinin kıvamında olduğu savunulabilir. Yine de en makul itiraz, Günün Birinde’nin, bazı tekniklerini ödünç almış olsa da bir modern çağ romanı olarak değerlendirilemeyeceği, anlatım biçimi açısından, daha çok ana akımı takip eden, psikolojik yönlerine kıyasla, siyasi ve sosyal yönlerleriyle öne çıkan, toplumcu gerçekçi çizgiye yakın duran bir roman olduğu yönünde olabilir. Ya da belki avangart, bazı yorumlara göre ise postmodern bir masal. Buna da amenna demekten başka şansım yok.
Yavuz Ekinci’ye haksızlık etmemek adına, karakter meselesi hakkında birkaç şey daha söylemek istiyorum. Orhan Pamuk’un, özellikle Sessiz Ev’inde iyi örneklerine rastlanan çok sesli / anlatıcılı bakış açısı tekniği, Günün Birinde’nin de alâmetifarikalarından. Ağırlıklı olarak iç monologla yürüyen anlatıcı bolluğunun, başka faydalarının yanında, romana sinemasal bir hava katarak okuru içerde tuttuğunu düşünüyorum. Belki de tek sorun sayfa sayısındadır. Romandan keyif alan bir okur olarak, keşke karakterlerin kendilerini ifade etme olanakları daha fazla olaydı diyorum şimdi.
Naçizane, benim için roman biraz dişildir ve içeri davet eden bir yüce gönüllüğe sahiptir. Davetkâr ama seçici. İyi kurulmuş bir atmosferin okurun beklentisiyle örtüştüğünü düşünürüm. Gerçek şu ki, yapısal olarak birbirine uzak romanlarda bile bağdaştırıcı güç daima atmosfer olmuştur. Bu, biraz da edebiyatın ontolojisiyle ilgilidir ve metnin en etkili temsili, çoğu zaman eserin bu yönü olabilmektedir. İnandırıcılığın da yine en çok böyle sağlandığına kanıt olarak sayısız roman örneği sıralanabilir. Üstelik bunların gerçekçi çizgide olmaları da gerekmez. Metin içi tutarlılık bunun için yeterli olacaktır. En savruk romanlarda bile okuru sarıp sarmalayan bir atmosferin yarattığı büyü yadsınamaz. Aksi halde, kimsenin ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu bir romanın sayfalarını çevirip dünyayı unutması beklenemez.
Yavuz Ekinci, Amar ile Sara’nın masalı kadar, Cevizler Vadisi’ndeki gerçekçi hikâyeyi de ağırlıklı olarak masal diliyle kurmuş. Bu da, romana bir evvel zaman genişliği katıyor. Ayrıca dünyadan uzak ve sözde korunaklı köyün doğasıyla, yaşantısıyla etkili tasviri, sahne sahne planlanmış anlatıcı alternatifleri, yazarın yabancılaştırma duygusunu ve “Gerçeklik Etkisi”ni[1] harekete geçirme niyetiyle detaylandırdığını sandığım futbol maçının anlatımı, televizyon başında öldürülen saatler gibi rutin köy yaşantısı (tehlikeden bihaber ya da öyleymiş gibi davranan köy ahalisi) da romanın atmosferini etkileyici kılan unsurlardan.
Günün Birinde, aşağıdaki örneklerde olduğu gibi, incelikle bir araya getirilmiş parçaları, sürprizleri, küçük ayrıntıları, yerel davranış kalıpları, basit kurulmuş ama iz bırakan cümleleriyle de göz dolduruyor: Havva’nın ölümden değil de, cenabetken ölmekten korkması, Cemşid’in cebinden çıkardığı misvakıyla dişlerini temizledikten sonra, ister zengin ol, ister fakir, her yemekten sonra yak bir sigara demesi, Müslüm Amca’nın kesilen hayvanın başında bekleyip böbreklerine talip olması ve neredeyse onları kaçırması… benim için hoş ve gülümseten ayrıntılar oldu.
Bir şey daha var ki, bunu çok önemsiyorum. Köyde çocuklar arasında oynanan bir futbol maçında, topun sahibi olduğu halde, topal çocuğun kaleci olmaktan başka şansının olmadığını bilmesi, diğerlerine kendini ispatlamak için olağanüstü bir çaba sarf etmesi, hem ötekinin yaralı benlik algısının yönsüzlüğüne, hem de sosyal faşizmin ifşasına etkileyici bir temsil olmuş. Bende hayranlık uyandırdı.
Günün Birinde pir u pak değil. Olumsuz örnekler de var elbet. Mesela Eyüp’ün, iki ayrı bölümde, yatalak olduğunu özellikle vurgulaması, bende okuru bilgilendirme kaygısı güdüldüğü duygusu uyandırdı. Bu tür açıklamaların inandırıcılığı (gerçeklik etkisini) sekteye uğrattığını düşünüyorum.
Gelecekler, geliyorlar, geldiler haberleri bence romanın ruhunu temsil ediyor ve uzunca bir süre metinde yaratılan büyülü atmosferi koruyup merakı diri tutuyor, fakat gerek anlatıcıların ketumluğu, gerekse kurulan diyaloglarda bu kişilerin kim olabileceğine dair herhangi bir bilginin verilmemiş olması, inandırıcılık için kötü bir tercih olmuş. Nitekim köy halkı her ne kadar kendi yağıyla kavrulan bir topluluk olsa da, dünyadan ve çevre köylerden tümüyle yalıtık değil. Etrafta olan bitenden, yakın köylerin bombalandığından haberdarlar ama bu işi kimin yaptığıyla ilgili hiçbir fikirlerinin olmaması, roman estetiği açısından bana gerçekçi gelmedi.
Şimdiye kadar, daha çok, romanın gerçek zamanda akan hikâyesinden ve onun biçimsel kuruluşundan söz ettim. Oysa romanın diğer ayağı, ya da masal içinde masalı, yani Amar ile Sara’nın destansı aşkı da üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Her şeyden önce ana hikâyeye muazzam derecede hizmet ettiğini, Cevizler Vadi’sini büyülü yapan etmenin de, özgün olmasa da, bizatihi bu masalın kendisi olduğunu düşünüyorum. Bir folklorcu, yazarının da dile getirdiği gibi, söz konusu masalın hangi masallardan inşa edildiğini araştırabilir. Ben o konuya hiç girmeyeceğim fakat gözüme çarpan bir benzerlikten söz etmeden de duramam. Yavuz Ekinci, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi’ni okumuş mudur bilmiyorum ama ben Ağrı Dağı Efsanesi’yle, Amar ile Sara’nın masalının kardeş olduklarını düşündüm. İki hikâye de varlığına mistik anlamlar yüklenen bir atla başlayıp trajediyle sonlanıyor. Ağrı Dağı Efsanesi destansı bir dille yazıldığı halde, Günün Birinde masalsı bir dille yazılıp destansı anlatım biçiminden faydalanmış. Anadolu’da, at, aşk, zalimin zulmü temalı destan ve efsanelerin haddi hesabı yok zaten. Dolayısıyla söz konusu benzerliğe olumsuz bir anlam yüklemiyor, aksine, bu benzerliği metinler arası bir okuma fırsatı olarak değerlendiriyorum.
Masalda adı geçen ve Mem u Zin Destanı’na gönderme olarak okuduğum, Kürtçede fesat kişilikleri ifşa etmek, aşağılamak maksadıyla kullanılan, gündelik dilde artık bir deyişe de dönüşmüş olan Beko Avan karakteriyle karşılaşmış olmak hoş bir sürpriz oldu. Bu vesileyle, romanı okurken, bazen Yavuz Ekinci’nin sanki Kürtçe düşünüp Türkçe yazdığını hissettiğim anlar oldu. Özellikle, kirivo (Kirve), teşt (çamaşır leğeni), ba (üşütme-romatizma) gibi sözcüklerin geçtiği kısımlarda bunu daha çok hissettim. Bu da, aklıma, Kafka’nın Max Brod’a yazdığı bir mektupta, Prag Yahudilerine yazı yolunu tıkayan bir çıkmazı ifade etmek için kurduğu şu cümleyi getirdi. “Yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı.”[2]
Göndermeleri ve genel anlatımına bakılırsa, Yavuz Ekinci bu masalı büyükler için yazmış fakat bazı yerlerde basit cümlelerle karşılaşınca kafam karışmadı da değil. “Şapel’in kaşla göz arası sırtına atlaması, Ravan’ı öfkeden kudurtmuş. Şapel atı mahmuzlayıp ‘Deh, Deh. Haydi oğlum. Aferin oğlum.’ diyerek, onu dağa sürmüş. At kişnemiş, şaha kalkmış ve bir ok gibi fırlamış, fırtına gibi esmiş, şimşek gibi çakmış.” Bu gibi tekrarların sayısı ne yazık ki az değil ve bunun romanın genel havasına yakışmadığını düşünüyorum. Bir başka eleştirim de masaldaki abartı için olacak. Masallarda abartı normaldir elbet fakat Ravan isimli ata seyislik yapmak için şahların, sultanların, kralların tahtlarını bırakması, bu uğurda kellelerini vermesi normal midir? Elbette normaldir, masallarda mantık aranmaz denecektir. Buna da amenna fakat gerçekçi bir romanda, destansı havayla kurgulanan bir masal için bu kadarına da gerek var mıydı diye sormadan da edemiyorum. Belki de masalına göre bakmak gerekir. Örneğin kurdun içinden büyük anne çıkabilir, kurbağa prense dönüşebilir, bir dev ağaçları yerinden sökebilir ama hiç olmazsa iç tutarlılık açısından bakıldığında, sihirli ya da üstün gücü olmayan bir insanın ağaçları yerinden sökebilmesi, tıpkı yüzlerce kralın bir ata seyislik yapmak için sıraya girmesi gibi, masal için bile gereksiz bir abartı olmaz mı? Yine de bilemiyorum.
•
[1] Şu Edebiyat Denen Şey / Andrew Bennet - Nicholas Royle. Çev: Mukadder Erkan. Notos Kitap 1.basım. syf . 26. Roland Barthes’e göre, gerçeklik etkisi, romanlarda gereksizmiş gibi duran ayrıntıların, okura zevk veren ve zihninde, gerçek yaşam kesitine tanıklık ettiği yanılsaması yaratan özel bir duygudur.
[2] Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, Gilles Deleuze - Felix Guattari, çev. Işık Ergüden, Dedalus Kitap 1. basım, s. 49. Yavuz Ekinci’nin minör bir dil kurmakta başarılı olup olmadığını söyleyemem. Haddime de değil; fakat onun edebiyatıyla, Deleuze ve Guattari’nin minör dil için belirledikleri üç özellik arasında dirsek teması olduğunu düşünüyorum. Bunlar, dilin yersizyurtsuzlaşması, bireyselliğin siyasal olana bağlanması ve sözcelerin kolektif düzenlenişidir. Kafka’nın tespiti ve Guattari ile Deleuze’ün yorumuyla, Yavuz Ekinci için yazmamak olanaksızdır, çünkü edebiyatın ulusal bilince katkısının farkındadır. Başka dilde yazamaz, çünkü o, ana dili uzun yıllar yok sayılmış bir coğrafyanın çocuğudur. Tek seçeneği majör dil olan Türkçeyle yazmaktır. Bu dilde başaralı olabilmenin yolu da, onu dili eğip bükebilecek istisnai bir yeteneğe sahip olmaktan geçer.