JACK LONDON
çev. Fatih Yiğitler Can Yayınları 2021
Güneşin Oğlu’nda iki öykü yer alıyor ve her ikisinin de kahramanı aynı kişi: Kaptan David Grief. Jack London’ın deyişiyle, “başının üstünde gerilen yelken bezine, yarı çocuk, yarı tanrı, çiçeklerle süslü Polinezyalı erkeklere, kadınlara hatta kelle avcısı yamyam, yarı şeytan ve büsbütün canavar Melenezya vahşilerine beslediği aşk her şeyin ötesinde ve her şeyden yüce” olan David Grief…
Amerikan edebiyatının “proleter yazarı” Jack London (1876-1916), maceracıların ve işçi sınıfının hikâyelerini anlattığı eserleri ile tanınır. London, Alaska’dan Japonya’ya dünyanın dört bir yanına seyahat etmiş, uzun yıllar kendi deyimi ile “Toplumsal Çukur”un en dibindeki “kaybedenler”le birlikte yaşamış, lise öğrencisi iken Sosyalist Parti’ye girmiş, işçi sınıfı eylemlerine katılmış bir yazar.
Ailesinin maddi sorunları nedeniyle küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kalan ve yazdıklarından para kazanmaya başlayana kadar da çeşitli işlere girip çıkan Jack London, gazete satıcılığından balıkçılığa, çamaşırcılıktan tayfalığa kadar pek çok işi dener. Hatta Alaska’da altın aramaya bile kalkar. Bu işlerden çok para kazanamaz ama doğayı, insanın doğa ve hemcinsleriyle mücadelesini, bin bir türlü hallerini, kaba gücü, içlerindeki şiddet içgüdüsünü görür. Ve yazmaya başladıktan sonra da yaşadıklarını, gözlemlerini, şiddet ve adaletsizlikle dolu bir dünyayı, bu dünyayı değiştirmek isteyen insanların mücadelelerini anlatır. Gerçekçi, gerilim yüklü öyküler, romanlar yazar. Vahşetin Çağrısı, Martin Eden, Demir Ökçe, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu isimli kitapları ile ünlenen, on yedi yaşından beri hikâyeler, romanlar yazan Jack London, ardında elli kitaplık bir külliyat bırakır…
1910’larda Jack London denizde…
Güneşin Oğlu’nda iki öykü yer alıyor ve her ikisinin de kahramanı aynı kişi: Kaptan David Grief. İlk öykü “Güneşin Oğlu”. “Kıyı resifi ve dış resif arasındaki” geçitte demirlemiş olan Willi-Waw adlı gemide o sabah sakin geçmektedir. Bir düzine siyahî adam korkulukları temizlerken, geminin ikinci kaptanı Jacobsen, Kaptan Griffiths’e sıcaktan, içkisinin olmamasından ve sıtmadan dert yanar. Bıkmıştır, Sydney’e vardıklarında gemiden ayrılacaktır. Griffiths bu şikâyete başka bir şikâyetle cevap verir: Jacobsen gemiye geldiğinden bu yana içki olarak ne var ne yoksa silip süpürmüş, kendisine hiçbir şey kalmamıştır! Konuşmalar bu şekilde sürerken gemiye uzun, siyah bir kano yaklaşır ve siyahî bir tayfa gemiye çıkarak “beyaz sahip”in geldiğini haber verir.
Kanonun kıçına oturan geniş şapkalı adamı gören Kaptan “Bu Grief” der ve bir küfür savurur. İkinci kaptan kıkırdayarak, onu uyardığını söyler ve tekrarlar: “Grief’in parasını ödemeden Solomonlar’dan ayrılabileceğini düşünüyorsan onu tanımıyorsun demektir. Grief şeytan gibidir ama dürüst adamdır. Sırf eğlencesine bin sterlini çarçur eder ama üç kuruş için bir tenekeyi kapmaya çalışan bir köpekbalığı gibi savaşır.” Kaptanın bunu tasdik etmesi üzerine de onu ancak dürüst bir adamın alt edebileceğini ama buralara öyle bir adamın gelmediğini belirtir. Ancak kaptan parası olduğu halde borcunu ödemeye niyetli değildir. Güverteye gelen Grief’e işlerinin iyi gitmediğini söyler, “ambarlarımız tamtakır, fildişi kozalakları altı ton bile yok. Kadınlar hummadan kahrolup gitti, erkekler de peşlerinden bataklığa gidip onları geri getiremedi. Sana bir içki ikram ederdim ama ikinci kaptan son şişemi de bitirdi.”
Grief sözü uzatmaz, ticaret vekili faturasını hazır etmiştir ve kesinlikle kaçabileceğini düşünmemelidir. Bunun üzerine kaptan borcunu ödeyeceğini söyleyerek onu kamarasına davet eder. Ama burada borcunu ödemek yerine Grief’i öldürmeye kalkar. Bu arada ikinci kaptan da gemiyi hareket ettirir. Kavganın sonu suda biter ve yetişen adamlarının yardımıyla Grief hafif yaralı olarak kumsala çıkar, Willi-Waw da artık sahilden iyice uzaklaşmıştır.
Fakat Grief bu korsan bozuntusunun peşini bırakmaz ve ertesi gün Wonder adlı gemisiyle denize açılır, rastladığı gemilere Willi-Waw’ı görüp görmediklerini sorar. Bir kaptan ona gördüğünü ve Gabera’da demir atacağını söyler. Burası sahildeki mercan kayalıklar, sığlıklar ve dalgalar nedeniyle tehlikeli bir adadır. Bir de deniz feneri bulunmamaktadır. Grief, kaptanına Gabera’ya gideceklerini söyler. Buraya vardıklarında açıkta demirlerler ve küçük bir tekne ile Grief ve adamları sahile çıkar. Burada uzun bir palmiyenin etrafını açtıktan sonra dallarına fenerler asıp sahte bir fener yaparlar. Oysa gerçek fener adanın arkasındadır. Karanlıkta bunu anlamayan Willi-Waw kaptanı ışığı görünce vardıklarını sanır ve kendilerini mercanların üzerinde bulurlar. Olanları sahilden seyreden Grief, gizlice dibe oturmuş Willi-Waw’a gelir ve Griffiths’in karşısına çıkar. Yapacak bir şey kalmadığını gören adam, ikinci kaptanı Jacobsen’e seslenir: “Kasayı açıp, şu kan emiciye bin iki yüz sterlin verebilir misin?”
Güney Denizleri’nde Sosyete Adaları, John Cleveley, 1780’ler. Royal Museums Greenwich, Londra.
David Grief, geçmişi hakkında bazı söylentiler olsa da kimsenin nereli olduğunu kesin olarak bilmediği biridir. Paumotu’lara ulaştığında çıkan bir kasırga, “yatını ve her şeyini kıyının üç yüz metre ötesindeki hindistancevizi koruluğunun derinlerine” savurmuş, altı ay sonra inci toplayan bir tekne tarafından kurtarılmıştır. London’un “Güneşin gerçek oğluydu ve güneş her bakımdan onun serpilmesini sağlamıştı” dediği bu adam, kurtarıldıktan sonra Tahiti’den bir buharlı gemiyle ülkesine dönmek yerine, bir uskuna satın alıp, onu ticari mallar ve dalgıçlarla donatmış ve sonra takımadalar arasında dolaşmaya başlamıştır. Solomon’larda kimse onun serveti hakkında bir şey bilmemektedir. Şirketleri ve müessesleri Güney Pasifik’in her yerindedir. “Plantasyonları Samos’tan Yeni Gine’ye ve hatta ekvator çizgisinin kuzeyine kadar yayılmıştır.” Paumotu’larda inci arazileri vardır ve devlet imtiyazına sahiptir. Fransa’ya ait Markiz Adaları’nda ticaret yapan Alman şirketinin de gerçek patronu odur. Takımadalarda bir dizi ticaret istasyonu vardır ve kendisine ait pek çok gemi bu sularda çalışmaktadır. Ona ait öylesine uzak ve ufak mercanadaları vardır ki buralara gemiler en fazla yılda bir kere uğramaktadırlar!
Grief’in Sydney’de de ofisleri bulunmaktadır ama oralara pek uğramaz. O sürekli adalarda bulunmayı, burada iş yapıp, “bin bir çeşit tuhaf bahane bularak eğlence ve macerayla sıkı fıkı olmayı yeğler.” Louisiades’te ilk ticari pamuk ekimini o yapmış, güney denizi pamuğunu Bora Bora’dan söküp atmış ve şen adalıları kakao ekimi işine sokmuştur. “Arada savaşan kabileleri de barıştırır. Adalar arasında düzenli sefer yapan üç gemisi olduğu halde o bunlarla seyahat etmez” Genellikle daha vahşi ve ilkel olan rüzgârı ve yelkeni yeğler. Mücadelecidir:
“Çok altını vardır ve kazanmaktadır ama o mücadeleyi sevmektedir. Her şeyin ötesinde, mercanlarla dolu sığ suların sonsuz mükemmelliğine, çarpıcı gündoğumlarına, üzerinde palmiyelerin kümelendiği adacıklara, başının üstünde gerilen yelken bezine, yarı çocuk, yarı tanrı, çiçeklerle süslü Polinezyalı erkeklere, kadınlara hatta kelle avcısı yamyam, yarı şeytan ve büsbütün canavar Melenezya vahşilerine beslediği aşk her şeyi ötesinde ve her şeyden yücedir.”
Güneşin Oğlu kitabının ilk baskısı, 1912.
London’un ikinci öyküsü “Güneşin Tüyleri”nde, Polinezya’nın Fitu-Iva Adası’nda yaşanan bir olaya şahit oluyoruz. Burası Güney Denizleri’ndeki son bağımsız adadır. Bunun nedeni, öncelikle diğer yerlerden yalıtılmış olması ve halkının savaşçı özellikleridir. Diğer nedeni ise adada gözü olan Japonya, Fransa, İngiltere, Almanya ve ABD’nin aralarındaki çekişmedir. Böylece Fitu-Iva bağımsızlığını korumuş hatta himaye altına bile girmemiştir. Adanın kralı Tui Tulifau doğumundan iki ay önce kral ilan edildiği için elli sekiz yıldır ülkesini yönetmektedir! İki metre boyunda yüz kırk beş kilo ağırlığında olan kralın, eşi de uzun boylu ve cüsselidir. Kraliçe Sepeli’nin hem başbakan hem de ordu komutanı olan kardeşi Uiliami’de eniştesi ve ablası gibi yapılıdır. Bu Polinezya “şef soyu” için alışılmadık bir durum değildir. Kral halkı gibi yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi sever, ama bu neşeli halk öfkelendiği zaman sonuna kadar kavga eder ve saldırganı cezalandırır.
Bir gün David Grief temsilcisi Ieremia’yı görmek için Fitu-Iva’ya gelir. Ieremia misyonerler tarafından eğitilmiş, öğretmenlik yapmış ve Fitu-Iva’ya “dinden çıkanlara vaaz vermesi için gönderilmiştir.” Ancak eline geçen bir Darwin kitabı, dırdırcı bir eş ve tatlı bir dul onu dinden çıkanların saflarına itmiş ve Misyonerler Kurulu ile ilişkilerini kesmiştir. Bir süredir David Grief’in temsilcisi olarak çalışmaktadır. Patronunu görünce çok sevinir çünkü adadaki ticari durum özellikle son aylarda iyice bozulmuştur. Oysa temsilcinin mal satmak gibi bir sıkıntısı yoktur, üstelik Kral da Grief’ten korktuğu için bedava mal istememektedir ama ticari durum kötüdür!
Grief kısa süre sonra olayın nedenini öğrenir. İsminin Fulualea (Güneşin Tüyleri) olduğunu söyleyen Avrupalı bir düzenbaz Fitu-Iva’ya gelmiş, kralı sarhoş edip Hazine Şansölyesi unvanını almıştır. Üstelik Kral’a sürekli cin hediye edip, onun her zaman sarhoş kalmasını sağlamaktadır. Hazine Şansölyesi olduktan sonra, kâğıt paralar bastıran ve insanları bunları almaya zorlayan Fulualea, adanın görmediği vergiler koymakta, cezalar kesmektedir. Ödemeyen dükkân sahibinin dükkânı yıkılmaktadır.
Temsilcisinin şikâyetlerini dinledikten sonra adada dolaşmaya çıkan Grief, yeni adı Güneşin Tüyleri olan Cornelius Deasy’e rastlar. İkisi de birbirini tanımaktadır. Ancak aynı zamanda Adalet Bakanı da olan Fulualea, ona yeni bir uygulama başlattıklarını ve gelen gemilerden gümrük vergisi aldıklarını söyler ve ödemesi gereken diğer vergi ve cezaları sıralar, bunlar ödenmediği takdirde gemisine el koyulacak ve yargılanacaktır. Mahkemenin başkanı tabii ki Fulualea’dır. Başkan, Grief’i yüz sterlin ve on beş kasa cin ödemeye mahkûm eder. Ama o ödemez, bu durumda hapishaneye girmesi gerekmektedir fakat bu da imkânsızdır, çünkü krallıkta hapishane yoktur! Sonuç olarak gemisine el konulan Grief, adada kaçak bir mahkûm olarak dolaşmaya başlar!
Düzenbaz Fulualea artık Fitu-Iva’da en güçlü adam olarak istediğini rahat rahat yapabilecek, yani adalıların elindeki madeni paraları kendi bastırdığı sahte kâğıt paralarla değiştirdikten sonra el koyduğu gemilerden birine atlayıp oradan kaçacaktır. Sürekli olarak sarhoş ettiği Kral hiçbir şeyin farkında değildir. Ancak Grief bir şeyler düşünmüştür, üç gün sonra toplanacak olan Ulusal Konsey’de bu saçmalığın sonunu getirecektir. Esnaf ve diğer mağdurlarla küçük bir toplantı yapar. Kâğıt paraları kabul etmeyen dükkânların kâğıt paraları kabul etmesinin ardından Ulusal Konsey’in kalabalık olması için herkesin çağrılmasını ister. Sonra da gidip Kraliçe Sepeli’yi ziyaret edip durumu açıklar.
Kocasının son durumundan şikâyetçi olan Sepeli ona Ulusal Konsey’in mutlaka toplanacağını, Kral bunu engellemeye kalktığı takdirde onu döveceğini söyler. Konuşurken ellerini yumruk yaptığını gören Grief, böylece konseyin toplanacağına emin olur…
Konsey günü ada yerlileri başkente doluşmuştur. Toplantı başlar ve herkes kâğıt paralardan yakınır. Ordu adına konuşan Komutan Uiliami bile çıkıp adamlarının hoşnutsuz ve isyana meyilli olduğunu söyler. Söz alan Güneşin Oğlu, kâğıt paranın bir medeniyet göstergesi olduğu türden demagojilere başlar ama, Ieremia kalkıp elindeki kağıt paraları metal paralarla değiştirmesini isteyince durum bir anda değişir. Paranın üzerine istendiği takdirde madeni para ile değiştirilir yazdığı için sahibinin böyle bir hakkı vardır. Ieremia’yla birlikte başkaları da değişimi isteyince kâğıt paraların karşılığının olmadığı ortaya çıkar.
Bu durum karşısında Kral Tui Tulifau bir açıklama yapar ve eski bir geleneği hatırlatır. Buna göre kötü işler yapan bir adamın sopayla eklemlerinin kırılıp, sığ sular içinde kazığa bağlandıktan sonra köpekbalıklarına yem olarak bırakılması gerekmektedir ama maalesef o günler geride kalmıştır. Ancak bir başka saygın gelenek hâlâ devam etmektedir. Bu geleneğe göre de hırsız ve yalancı olduğu kanıtlanan biri ölü bir domuzla dövülmelidir. Adalılar bu geleneğin tüm ayrıntılarına dikkat ederek Güneşin Tüyleri’ni dövmeye başlarlar…
•