Dünyayı değiştiren kolera

12-hastalik

Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık

IRWIN W. SHERMAN

çev. Mine Anğ-Küçüker, Emel Tümbay Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2016 320 s.

Salgınlar, her türden ayrımcılığın körüklenebileceği bir zemin oluşturabilmektedir. Örneğin, 1882 yılında Rusya’da başlayan ve iki ay sonra Almanya’ya ulaşan kolera salgını yıllarında, ABD’ye Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlere ve özellikle Yahudilere karşı uygulanan resmi ve resmi olmayan baskılar, AIDS’le ilişkilendirilen grupların hor görülmeleri, sosyal ve ekonomik hayatta güçlüklerle karşılaşmaları vb.

AHMET EKEN

Araştırmalar ilerleyip insanoğlunun tarihinin ayrıntılarını daha çok öğrendikçe görüyoruz ki, bazı olguların kökenleri çok eskilere, hiçbir zaman kesin olarak tarihlendirilemeyecek kadar eskilere dayanıyor.

Bunlardan bir tanesi de salgın hastalıklardır. Zaman zaman korkunç boyutlara ulaşan, hayatı her bir yanıyla alt üst eden salgınlar hakkında geçtiğimiz günlerde ilginç bir çalışma yayımlandı, İrwin W. Sherman’ın Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık adlı incelemesi, okuyup paylaşalım dedik.

Yazar, tarihte pek çok hastalık yaşandığını ifade ettikten sonra, çalışmasıyla ilgili olarak şu bilgiyi veriyor:

“Ben, tarihimizi şekillendiren bir düzine hastalık seçerek bu hastalıkların kontrol edilebilmesi için alınan önlemlere nasıl ulaşıldığı üzerinde durdum. Porfiri ve hemofili, İngiltere, İspanya, Almanya, Rusya ve Birleşik Devletler’de siyasal hayatı etkilemiştir, patates mantarı hastalığı Birleşik Devletler’in politikası değiştirecek göç dalgalarına neden olmuştur. Kolera, hijyen önlemlerinin alınmasını teşvik etmiş, hemşireliğin gelişmesine yardımcı olmuş ve ağızdan sıvı tedavisinin bulunmasına neden olmuştur. Çiçek, hastalığın ortadan kalkmasını sağlayan aşının bulunmasına yol açmıştır. Veba, karantina önlemlerinin geliştirilmesini sağlamış ve verem salgınları, zayıflatılmış canlı aşıların geliştirilmesine neden olmuştur. Frengi, kimyasal ilaç tedavisinin kapılarını açmış, sıtma ve sarıhumma, vektör kontrolünün temelini oluşturmuştur. Ne var ki, dünyayı saran iki salgın –grip ve HIV/AIDS – henüz kontrol altına alınamamıştır.

Çalışmasının orijinal baskısının 2007 yılında yapıldığını hatırlarsak, yazarın üzülerek ifade ettiği bu son olgunun ne yazık ki günümüzde de devam ettiğini görürüz. Dehşet saçan on iki hastalığın kökenlerini, belirtileri, günümüze kadar ve günümüzde tedavisi için yapılanları ve neden olduğu, etkilediği olayları okuduğumuz kitaptan öğreniyoruz ki, hiçbir hastalık gizemli bir gücün marifeti değil, saf dünya malı: Tedavilerinde başarıya ulaşmak için içerisinde bol miktarda deneme ve yanılmaların olduğu, uzun süreli çalışmalar gerekiyor yani, bilimde mucize yoktur! İnsanoğlu, henüz hiçbir hastalığın kökünü yeryüzünden silmiş değil, “Bitti artık” derken, bir de bakıyoruz ki yeniden arzı endam ediyor. Hastalıkların salgınlar yapmasının en büyük nedeni, çevre ve yaşam koşullarının kötü olması, bir de cehalet eklenince mesele içinden çıkılmaz hale geliyor.

Konunun bir başka yanı, salgınların, her türden ayrımcılığın körüklenebileceği bir zemin oluşturabilmeleridir. Örneğin, 1882 yılında Rusya’da başlayan ve iki ay sonra Almanya’ya ulaşan kolera salgını yıllarında, ABD’ye Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlere ve özellikle Yahudilere karşı uygulanan resmi ve resmi olmayan baskılar, AIDS’le ilişkilendirilen grupların hor görülmeleri, sosyal ve ekonomik hayatta güçlüklerle karşılaşmaları vb.

Bir başka deyişle salgınlar ve salgın sonrası dönemler, her türden kötü politikacıların, daha da baskıcı olmaya çalışan yönetimlerin önüne yeni bir fırsat getiriyor. Tarihte bunun çok sayıda örneğini görüyoruz.

Bu dediklerimizi biraz daha somutlaştırabilmek için kitabın kolerayı konu edindiği sayfalarına dönersek Sherman söze hastalığın belirtisini söyleyerek başlıyor:

“Tek belirtisi, önceden hiçbir uyarı olmaksızın bağırsakların boşalmasıdır. Kontrolsüz sıvı kaybı yavaşlasa da devam eder… ve hayat sona erer.”

Güney Asya’da görülen ama varlığını yerel bir hastalık olarak sürdüren koleranın dünya çapında salgınlar yapmasının tarihi çok eskilere dayanmıyor, Avrupa’da kolera salgınlarını 19. yüzyılın başlarından itibaren görüyoruz. Yazar, şu bilgileri veriyor:

“1700’lü ve 1800’lü yıllarda Avrupa ve Amerika’da kentlerde su o kadar pisti ki yalnız yoksullar içiyor ve koleraya yakalanıp ölüyorlardı. Peki, su nasıl zehirli hale geliyordu? Nüfusun daha az olduğu ve köylerde yaşandığı dönemlerde insanlar sularını (yakın çevredeki kaynaklardan) sağlıyorlardı. İnsan dışkısı evlerin dışında tuvalet olarak kullanılan kulübelerde birikiyor ya da tarlalara atılıyordu. Bu sistem 18. yüzyılda şehirleşme ve sanayileşmenin ortaya çıkmasına kadar sorunsuz sayılırdı. Sanayi devrimiyle nüfus patladı…”

Köylerin kasaba, kasabaların şehir olduğu bu dönemde yerleşim yerlerinin altyapıları buna uygun değildir, çözüm olarak kanalizasyonlar yakınlardaki akan sulara boşaltılır, ancak akıntıların her zaman uygun olmaması ve bu suların hem içme, hem temizlik için kullanılmaları ve de giderek büyüyen şehirlerdeki konut sıkıntısı, insanların önemli bir bölümünün bazen on kişi, temiz sudan yoksun odalarda yaşamak zorunda kalmaları hastalık için uygun bir ortam sağlar. Ve ilk kez 1832 yılında Paris’te kolera salgını görülür, 18 binden çok insan hayatını kaybeder. Bu sadece bir başlangıçtır, hastalık bir süre sonra Avrupa’nın pek çok ülkesinde, Amerika’da ve Rusya’da salgınlara neden olacak, bu salgınlar başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere kıtanın çevresinde yer alan bazı ülkelerde de görülecektir.

Nuran Yıldırım, İstanbul’da yaşanan kolera salgınlarıyla ilgili olarak aşağıdaki bilgileri veriyor:

“İstanbul’a deniz yoluyla gelen kolera ilk salgınını 1831’de yapmış ve kısa sürede tüm imparatorluğa yayılmıştır. Salgında günlük ölüm 200’e kadar yükselmiş ve 6 bin kişi ölmüştür. Bu sıralarda hekimbaşı olan Mustafa Behçet Efendi henüz mikrobu keşfedilmemiş olan kolera, morbüs’ten korunmak ve hastalığın belirtileri ile seyri hakkında bilgi verip halkı uyarmak amacıyla Kolera Risalesi’ni (1831) yazmış, bu kitapçık devlet tarafından sivil ve asker görevlilerle mahalle muhtarlıklarına dağıtılmıştır. Salgın sırasında, İstanbul’daki hastanelerin kapılarında giriş çıkışı kontrol eden birer karakol kurulmuştur. Karantina teşkilatının kurulması da bu salgın nedeniyle gündeme gelmiştir.”

1847 yılının sonbaharında İstanbul’da ikinci bir salgın yaşanır ve koleraya yakalanan 9237 kişiden 5275’i hayatını kaybeder. Kırım savaşı yıllarında (1853-1856) şehre gelen müttefik Fransız askerleri beraberlerinde hastalığı da getirirler ve çıkan salgında 3500 kişi yaşamını yitirir. 1865’te görülen salgın tüm dünyayı etkileyen kolera pandemisinin bir uzantısıdır ve pek çok ülkede çok sayıda insanın canını alır. İstanbul’da ölenlerin sayısı otuz binden çoktur. Karantina uygulamalarına, yabancı ülkelerden gelen malların sahile ulaşmadan dezenfekte edilmelerine, şehrin su kaynaklarının bakımına, yeni hastanelerin kurulmasına rağmen, zaman zaman şehirde kolera salgınları yaşanmış, yüzyıl öncesine kadar can almayı sürdürmüştür. (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi)

Yeniden Sherman’ın çalışmasına dönersek, bir yüzyıl boyunca koleranın, pek çok kişi tarafından tanrının günahkârlara bir cezası olarak görüldüğünü okuyoruz. Ancak bilim insanları ve sosyal reformcular bu görüşü paylaşsalar bile koleranın tedavisinin yollarını araştırmaktan vazgeçmemişler ve koleranın miyasma olarak havayla taşındığını ve herkesin bunu soluğunu söyleseler de, tedavisi için temiz su kullanımının, iyi beslenmenin ve açık havanın önemini işaret etmişler. Bu çerçevede örneğin Münih’e yeterli su sağlanmış, sokaklar temizlenip çöpler kaldırılmıştır. İngiliz avukat-gazeteci Edwin Chadwick, koleranın kalabalık yaşam, kanalizasyon sisteminin olmaması ve su şebekesindeki sorunlarla ilişkisini kurmuş, görüşleri kabul edilince uygulamaya geçilmiştir. Ancak tuvaletleri temizlemek için atık suların içme suyu kaynaklarına gönderilmesi sonucu, bir türlü 1854’te Londra’daki kolera salgını kontrol altına alınamamıştır.

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’ne göre koleranın yeniden gündeme gelmesi 1970’te İstanbul Sağmalcılar’da bazı vakaların görülmesiyle olur. Komşu ülkelere tedbirler aldıran, şehir sakinleri arasında küçük çaplı bir paniğe yol açan bu durum, bilim insanlarının çalışmaları, virüsün farklı bir virüs olduğunun kanıtlanması sonucunda çözüme ulaşır.

Koleranın tedavi sürecine gelince, bilim insanları, önceleri belirtisi olan şiddetli ishali önlemek için çeşitli “kocakarı ilaçları” denemişler, ancak bunların hiç biri etkili olmayınca içlerinden bir tanesi, William O’Shaughnessy, kolera tedavisinde kimyanın kullanılabileceği fikrini ortaya atarak, koleralı bir hastanın tedavisi için, imbik yöntemiyle veya damardan enjeksiyonla sıvı verilmesini öneriyor ve görülüyor ki damardan tuz çözeltisi enjekte edilmesi hastayı iyileştirebiliyor. Bu “mucizevî ilaç” yıllarca yegâne tedavi olarak kullanılacak ve ölüm oranlarını büyük ölçüde düşürecektir.

Hastalıkla mücadelede bunlar yaşanırken hastalığın mikrobu hâlâ bilinmemektedir. Pis havanın neden olduğu yaygın bir kabuldür. Ancak iki bilim insanı, Fransız kimyager Louis Pasteur ve Alman meslektaşı Robert Koch, farklı görüştedirler. Pasteur, 1857’de mikropların vücuda girmesiyle insanların hastalanabileceğini öne sürer, kolera salgınlarını bizzat yerinde inceleyen Robert Koch ise hastalığın nedeninin özel bir toksin üreten bakteri olduğunu ve bunun ishale yol açtığını söyler . “Dışkı örnekleri alıp mikroskopta incelediğini ve gördüğü virgül şeklinde basile, titriyormuş gibi hareket etmesinden dolayı Vibrio Cholerae adını” verdiğini belirten yazar, bu buluşun hemen kabul görmediğini, demagojilerle itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını yazıyor. Lakin bu tartışmalar Koch’un keşfinin kabulüyle son bulacaktır.

Kolera araştırmaları sürecinde doğruluğu kanıtlanan bir başka olgu O’Shaughnessy’in tedavi yöntemi olur. Yazar, “Tedavinin neden etkili olduğu 160 yıllık bir araştırma sonucunda anlaşılabildi.” diyor. Anlaşılan bakterinin bağırsaklarda yaptığı tahribattır, bunun ayrıntılarının öğrenilmesi sonucu, koleraya bağlı ishali olan hastalara sıvı desteği için tuz ve glikoz içeren uygun bir çözelti yapılır ve hastaya verilir. Çözeltinin icat tarihi 1940’dır!

Kırım Savaşı sırasında çıkan salgında, hemşire Florence Nightingale’nin çalışmaları yeni tarz bir hemşireliğin temellerini atar. Daha önceleri de gönüllü hemşirelik yapan Nightingale, savaş sırasında İstanbul’a, o sırada hastane olarak kullanılan Selimiye Kışlası’na gelir. Kışlada durum hiç iyi değildir. Hastalar yataklarda hareketsiz yatmaktadır, beslenmeleri ve tedavileri yetersizdir. Gerekli temizlik, havalandırma yapılmamakta, her yerde haşarat adeta cirit atmaktadır…

Gelişinden kısa bir süre sonra mutfaklardan başlayarak, her şeyi düzene koyan Nightingale, aynı zamanda titiz bir arşivci ve istatistikî bilgileri kullanmayı bilen bir kişidir. Sağlık koşullarının iyileştirilmesiyle hastanelerde ölüm oranlarının ciddi olarak düşeceğini hesaplar ve gerçekten de öyle olur. Önceleri yüzde 60 olan ölüm oranı yüzde 42’ye iner. Ölüm oranı giderek daha aşağılara inecektir:

“Nightingale’in sıhhi koşullarla ilgili çabaları devrim niteliğindeydi… günümüzde bulaşıcı hastaların tecridi, çapraz bulaşmanın önlenmesi, yiyeceklerin steril koşullarda hazırlanası, servislerin havalandırılması, insan atıklarının ve tıbbi atıkların uygun şekilde uzaklaştırılması gibi sağlıkla ilgili pek çok uygulama, onun Selimiye’deki çalışmalarına dayanmaktadır.”

Bir bölümünden kısaca söz ettiğimiz çalışmalar sonucu, günümüzde kolera nedenleri bilinen, virüsünün sırları çözülmüş, önlenmesi ve tedavisi mümkün bir hastalık. Ancak yine de yeryüzünden silinmiş değil, zaman zaman adını duyuruyor. Ve çok sayıda ülkenin nüfusunun önemli bir bölümü, temiz sudan, sıhhi barınaklardan, yeterli sağlık hizmetlerinden yoksun oldukça, bu böyle devam edecek…