'Müzmin öfke'

Devletsiz-Bir-Ulusun-Sineması-Soner-Sert

Devletsiz Bir Ulusun Sineması

SONER SERT

Dipnot Yayınları 2019 192 s.

Bâkir alanlarda söz söylemek bir yandan kolay, bir yandan zor. Uzun yıllara yayılan bir çalışmayla bu konuda kaynak oluşturma girişimi estetik tartışmaların açılmasına yol açacaktır mutlaka.

ERGUN SİBEL YÜCEL

Devletsiz Bir Ulusun Sineması kuşkusuz çarpıcı bir başlık.

Ancak, “Kürt sinemasını Kürt sineması yapan şey nedir?” sorusunun yanıtını ararken, ana kodlarını Yılmaz Güney’in Yol filmindeki sınır ticareti yapan bir karakterden esinlenerek, ‘vatansızlık, sınır ve ölüm’ olarak belirlediğini, bir başkasının başka kodlar üzerinden okumalar yapabileceğini söyleyerek bir sınır çiziyor çalışmasına Soner Sert.

Kitabın adını kendimce değiştiriyorum: Vatansızlık, Sınır ve Ölüm – Devletsiz Bir Ulusun Sinemasında Kodlar.

 

“Yahu biz sadece otuz aileyiz, otuz aile. Kaç defa söyleyeceğim sana. Otuz!”

Satallite, eliyle işaret ederek köyün diğer tarafındaki evleri gösterir: “Bu taraftaki evlere ne demeli peki?”

Yaşlı adam, onların Türkiye’ye sığındıklarını söyler: “Bizden ayrıldılar onlar. Onlar şimdi gurbetteler,” der, içlenerek.

Satallite, ısrar eder, durumu tam kavrayamadan bir daha sorar: “Senin karın Hazal Teyze de bu köyden değil miydi?”

Yaşlı adam daha da içlenir: “Gurbette artık onlar” der.

Susarak yürümeye devam ederler. (s. 106 -Kaplumbağalar da Uçar/Bahman Ghobadi)

Okumayı sürdürüyorum.

Dörde bölünmüş bir ulusun sineması olduğu vurgulanırken “Suriye Kürdistanı’ndan bir örnek bulamadığım için yer veremeyeceğim.” (s. 29) cümlesine rastlıyorum. Hiç mi yok? Suriye’nin film üretiminin içinde Kürtlerin yer aldığı filmler de mi yok? Kürtçe?

Evi barkı yıkılmış bir Suriyeli Kürt olup, kitapta izler arıyorum. Dört ülkeden söz edilirken, “Kürt sinemasının, farklı bölgelerde üretilmiş filmlerden oluşabileceğini, yine de bir bütün olarak nitelenebileceğini belirtmeye çalışacağım” (s. 28) denirken bu ülkelerden birinin yer almamasını anlamakta zorlanıyorum. Bir röportajında şöyle açıklıyor Sert: “Niye Suriye Kürtlerinden kimse yok diyeceksiniz. Çünkü Suriye’de geçmişten bugüne bir sinema endüstrisi de yok. (…) Yani Suriye’de bir ulusal sinema üretimi de yoktu. Dolayısıyla Suriyeli Kürtler de film yapamıyordu. Son yıllarda Rojava Film Komünü’nün ortaya çıkışı umut verici olsa da malûm sebeplerden ötürü, film üretimi sekteye uğramış gibi görünüyor.”

Örnekler kısmında bir Suriye filminin olmamasını bu gerekçeye bağlayabilsem de, “filmlerden yola çıkarak kod aramadım, kodlar üzerine film seçtim” dediği için bu seçkiye Suriye’den bir örnek girmemesini anlasam da, kitabın neredeyse yarısına yayılan genel bakışta sadece bir iki cümle görmek kalbimin bir parçasını kırıyor.

Suriye’den çıkıp uluslararası ödüller almış belgeseller, filmlerde şöyle ya da böyle yer bulan Kürt varlığı, Rojava Film Komünü’nün kısıtlı üretimi ya da hatta Amude’de bir sinemada yanarak ölen yüzlerce çocuk…

Dört parçadan birinin sinema hikâyesi yer bulabilseydi kendine keşke.

                 “Bu ne namussuzluktur yahu, iki şehir arasında on sekiz kontrol yapılır mı hiç?”

Teypte çalan Kürtçe kaset hemen değiştirilir, yerine Türkçe bir kaset konur. Minibüsü durduran asker gençlerin kimliklerini ister. Ali’ye döner: “Sen nereye gidiyorsun?” diye sorar. Ali şüphe çekmemek için şehirden bir kadınla beraber yolculuk yapıyordur: “Eşimle beraber, babamları ziyarete gidiyoruz.”

Asker: “Kaç gün kalacaksınız?” diye sorar. “Belli değil” der Ali.

Kaşlarını çatar asker: “Üç günden fazla geç kalmayın olur mu?” (s.122 – Fotoğraf/Kâzım Öz)

Okumayı sürdürüyorum ve bu kez bir kadın olarak dolaşıyorum Kürt sinemasının, filmlerin, röportajların arasında. Filmlerin kahramanları küçük erkek çocuklar, genç erkekler, orta yaşlı erkekler, yaşlı erkekler. Kadınların gölgelerine, ‘Yasaklı Kadın Şarkıcılar Diyarı’nda seslerine ve afişlerdeki sûretlerine rastlıyorum.

Ve zihninde fantastik düşünceler uçuşan genç bir sinemacıyım, sinema ile olan ideolojik ilişki zihnimi meşgul ediyor: “İlerleyen süreçte bu bakış açısı, bu biçimleniş değişebilir, dönüşebilir. Ancak görünen o ki, çalışmanın yapıldığı şu günlerde Kürtçe bir bilimkurgu filmine, fantastik bir janra ya da animasyon sinemaya dair örnekler henüz ortaya çıkmamıştır.” (s. 79)

 

Riboire isimli aynı yaşlarda bir çocuk yanına ilişir. Onun da sırtında bir yük vardır: “Yoruldun mu?”

“Evet çok zor” der Ayoup. “Nerelisin?” diye de ekler.

“Thcampara” der Riboire.

Yorulmanın ve buz gibi soğuğun etkisiyle, ‘Kendi katırın yok mu?” diye sorar Ayoup.

“Yok” der Riboire. “Babamla katırı mayında patladı.”

“Arazin var mı?” diye sorar bu kez Ayoup.

Evet” der Riboire. “Hem de çok.”

“E niye çiftçilik yapmıyorsun?”

“Arazilerin hepsi mayınlı, çok fazla mayın var.” (s. 94, Sarhoş Atlar Zamanı, Bahman Ghobadi)

Bâkir alanlarda söz söylemek bir yandan kolay, bir yandan zor. Uzun yıllara yayılan bir çalışmayla bu konuda kaynak oluşturma girişimi takdire değer. Film yaparak, öykü yazarak hikâyelerini anlatmak istediğini söyleyen Soner Sert’in bu çalışması dilediği gibi estetik tartışmaların açılmasına yol açacaktır mutlaka.

“Çünkü kendi gerçekliklerinden, acı ve hüzünlerinden yola çıkarak, müzmin bir öfkeyle film üretiyorlar”.

Öfke iyidir, ‘müzmin’den emin değilim.