JACK KEROUAC
çev. Garo Kargıcı Siren Yayınları 2020
Wesley Martin yirmi yedi yaşındadır ve altı yıldır gemilerde çalışmaktadır. “Toplum içinde kök salmak” gibi bir derdi yoktur. Deniz yolculukları, limanlarda hovardalık, sonra tekrar deniz… Bir kez evlenmiş, ev bark sahibi ve garantili bir iş sahibi olmuş, ancak çocuğu ölü doğduktan sonra kendisini yollara vurmuştur. Amerika’yı dolaştıktan sonra denizlere açılmıştır. Kardeşlerinden biri dışında bakmak zorunda olduğu kimse yoktur. Ve o da maaşını limanlarda rahat rahat harcamaktadır. Usta bir gemici olarak denizde kendini evinde hissetmektedir. Everhart’ın “öyleyse denizde mutlusun” diye sorması üzerine, “gerçekten bilemiyorum” der; “hem mutluluk nedir ki zaten?”
“Beat Kuşağı” adı verilen şair, yazar, müzisyen, ressam… topluluğunun önde gelen temsilcilerinden Jack Kerouac’ın uzun yıllar karanlıklarda kalmış, kaybolduğu düşünülen ilk romanı, Deniz Benim Kardeşim’de, mevcut sistemden rahatsızlık duyan, onu reddetmeye, değiştirmeye çalışan, bir çıkış için çabalayan insanların hikâyelerini okuyoruz.
Ancak tecrübeli bir denizciyle, ondan etkilenen bir akademisyen etrafında şekillenen romanın bir başka ilginç yanı, yazılır yazılmaz yazarının başına getirdiği dertler. Kitapta yer alan “sunuş” yazısından şu satırları aktaralım:
“Kerouac, 1942 yılında, sonraları Yolda’da bahsedeceği serüvenlerden ilkine girişmeden beş yıl önce, Columbia Üniversitesi’ndeki eğitimine ara verip Amerikan Ticaret Filosu’na katılmış ve Dorchester adlı gemiyle Grönland’a yol almıştır. Deniz Benim Kardeşim bu sefer esnasında ve sonrasında yazılmış, Grönland yolundaki Westminster adlı geminin mürettebatına katılan iki ana karaktere odaklanmıştır.
(Kerouac), arşivindeki mektuplardan birinde, Dorchester macerasına atılırken savaşın bir parçası olmanın değil, kardeşlik duygusunu tanımanın peşinde olduğunu ifade eder. Filoya katıldıktan sonra da günlüğüne şöyle bir not düşecektir: Annem Ticaret Filosu’na katıldığım için epey endişeli, ama üniversite için paraya ve biraz maceraya ihtiyacım var, maceraya ya da maceramsı bir şeye (leş gibi rıhtımlar ve martılar, şarap gibi denizler ve gemiler, limanlar, şehirler ve yüzlerle, seslerle dolu gerçek bir serüven…) Dünyayı daha iyi tanımak istiyorum, kitaplar değil, doğrudan deneyim sayesinde."
Pearl Harbor saldırısından kısa süre sonra denize açılan Kerouac, kardeşlik, serüven ve her şey bir yana, bir mana arayışı peşindedir. O, Dorchester’in üç aylık Grönland seferinden sağ dönse de, gemi Kerouac’ın filodan ayrılmasından kısa süre sonra ateş altında kalacak ve altı yüz kişilik mürettebatın çoğunluğu sulara gömülecektir. Bu seferden geriye Kerouac’ın elinde okuyacağınız kitabın müsveddesi ve yüreğinde, bilinmeze yol almanın heyecanına dair bu ilk deneyimin bıraktığı ateş kalır.
Bu seferden döndükten sonra birkaç ay üniversiteye devam eden yazar, yerleşik bir hayatın ona göre olmadığını görünce yeniden denize açılmak için bu defa Donanma Kuvvetleri’ne kayıt olur. Pearl Harbor’dan bir yıl, bir gün sonra…
Girişimi hem kendi hem de kitabı açısından hayli değişik olaylara neden olacaktır. Bir kez daha “sunuş” yazısına dönelim; yazı şöyle devam etmekte:
“Kerouac’ın donanma macerası hayal kırıklığı ile başlar ve kısa sürer. O donanma pilotu olmak için başvursa da, uygulanan testleri geçemez, on günlük temel eğitimden sonra akıl hastalığı şüphesiyle kendini askerî hastanede bulur. Eğitimin hemen öncesinde, Deniz Benim Kardeşim’in üzerinde durmaksızın günde on altı saate yakın çalıştığını, bitkin düşmüş olduğunu söyleyecektir akıl sağlını denetleyen doktorlara. Aynı doktorlar bu ilk romanın ilk okurları olurlar. Geleceğin çığır açan yazarının ilk eserinin ilk okuyucuları, hatta eleştirmenleri… Doktorlar, romandan da yola çıkarak Kerouac’ta bölünmüş kişilik emareleri bulunduğunu belirtecektir. Askeriyeden ihracı için delil sayılır. Disipline uymaması, kurallara aldırmaması, kaygı uyandıracak bir biçimde derin düşüncelere dalıp gitmesi ve verilen emirleri yerine getirmemesi diğer gerekçelerdir.”
Daha vücut bulurken yazarının başına dertler açan romanın ilk sayfalarında, New York’ta karaya çıkışının ilk on beş gününde cebindeki paranın son üç beş kuruşuna kadar hovardalık etmiş Wesley Martin’i tanıyoruz. Başıboş dolaşırken bir bara giren Wesley orada içen bir grup arkadaşla tanışır ve önce barda, sonra da içlerinden birinin evinde geceyi beraber geçirirler. Wesley’in yaşamı bu yeni arkadaşlardan bir tanesinin, Bill Everhart’ın ilgisini çeker. Everhart, Columbia Üniversitesi İngilizce Bölümü’nde yardımcı profesördür. Babası, ablası ve eniştesi ile aynı yerde oturmakta, kazancının bir bölümünü onlarla paylaşmaktadır. İşinden çok şikâyetçi değildir ama sonuç olarak ne yapmayacağını bilen ama ne yapacağı konusunda hiçbir fikri olmayan, mutsuz bir adamdır. Wesley’e yaşamı ve denizcilik hakkında bazı sorular sorar, aldığı cevaplar onu hayli etkiler. Denizciliğin, serbest yaşamın onun için bir çıkış olduğunu düşünmeye başlar. Üstelik ailesi için kazanması gereken parayı da kazanabilecektir. Sonuç olarak, bir süre sonra Bostan’dan kalkacak olan Amerikan Ticaret Filosu’na ait bir gemiye katılacak olan Wesley’le birlikte gitmeye karar verir.
Wesley Martin yirmi yedi yaşındadır ve altı yıldır gemilerde çalışmaktadır. “Toplum içinde kök salmak” gibi bir derdi yoktur. Deniz yolculukları, limanlarda hovardalık, sonra tekrar deniz… Bir kez evlenmiş, ev bark sahibi ve garantili bir iş sahibi olmuş, ancak çocuğu ölü doğduktan sonra kendisini yollara vurmuştur. Amerika’yı dolaştıktan sonra denizlere açılmıştır. Kardeşlerinden biri dışında bakmak zorunda olduğu kimse yoktur. Ve o da maaşını limanlarda rahat rahat harcamaktadır. Usta bir gemici olarak denizde kendini evinde hissetmektedir. Everhart’ın “öyleyse denizde mutlusun” diye sorması üzerine, “gerçekten bilemiyorum” der; “hem mutluluk nedir ki zaten?”
Çalışacakları gemiye binmek için Boston’a gitmek zorunda olan iki arkadaş paraları olmadığı için bu işi otostopla yapmaya karar verir ve yola çıkarlar. İki gün süren bir yolculuktan sonra vardıkları limanda bekleyen Westminster adlı gemiye kayıtlarını yaptırırlar. Bill gemide kamarotluk yapacaktır, Wesley ise işe usta denizci olarak alınmıştır. Gidip gemiye çıkarlar. Wesley, Bill’i kamarasına yerleştirir ve kendi kamarasına gider. Uyuyan bir denizciden başka kimsenin olmadığı kamarada yatağına uzanan Everhart, son günlerde yaşadıklarını gözden geçirir: Wesley’in etkisiyle güvenceli bir işi vardır ve ailesini geride bırakarak kamarot olmuştur. Maaşı fena değildir, babasının ve evin ihtiyaçlarını karşılayabilecek iyi evlat olma konumunu muhafaza edebilecektir. Kendisine şu soruları sorar: “İnsan zamanın dışında kalıp sabırlı mı olmalı, yoksa zamanın piyonu mu olmalı? Köklerini şüphesiz ki ahmak ve dönek bir toplumun derinliklerine saymak kişiye nasıl bir fayda sağlar? Wesley’in bir hayat ülküsü var; denizde yaşam. Beni ise denize çeken şey kafasının karışıklığı! Kendi kendine “her neyse,” der, “bundan sonra her şey farklı olacak, ahlak sınırları içinde, tercih ettiğim şekilde ve dilediğimce yaşayacağım”.
Bill Everhart yavaş yavaş yeni arkadaşlar edinir. Bunlardan biri de Nick Meade adlı gençtir. Nick neredeyse üniversiteye girer girmez “aşırı radikal fikirleri nedeniyle” kovulmuştur. Küçük işlerde çalıştığı, sendikal hareketlerle ilgilendiği günlerde “iki çocukla tanışır” ve İspanya İç Savaşı’na katılmaya karar verirler. Cumhuriyetçilerin saflarında savaşırken yaralanır ve Amerika’ya geri döner. Memleketinde gördükleri onda derin bir hayal kırıklığı bırakır: “İspanya kan kaybediyor, tüm dünya seyrediyor. Tek parça halinde Amerika’ya döndüğümde havai fişeklerle karşılanmayı bekliyordum… (bu olmadığı gibi) bazı Amerikalılar savaş olduğundan bile bihaberdi.”
Nick, Franco’nun İspanya’yı ele geçirirken kimsenin kılının bile kıpırdamamasından, ihanetlerden yorulmuştur, fakat direnmekten vazgeçmemiştir. İspanya’dan sonra gizlice Fransa’ya geçmişler, oradan da Moskova’ya gitmişlerdir. Bir arkadaşı halen Kızıl Ordu saflarında savaşmaktadır ve Nick de Moskova’da kalıp arkadaşı gibi yapmadığına pişmandır. Şu an Ticaret Filosu’nda müttefiklere yardım taşımakta ve Faşistlere karşı savaşmaktadırlar. Everhart savaştan sonra ne yapacağını sorunca, “insan hakları uğruna savaşmak istiyorum” der, başka ne için yaşanır ki…
Nick’i dinleyen Bill, ona işçi hareketine olan inancını hâlâ koruduğunu ama katıksız siyasete inanmadığını söyler. “İdealist olsun olmasın, siyasetçilerin önünde sonunda adalet yahut hayatta kalma arasında can sıkıcı bir seçimleri vardır ve bu ideallere zarar verir.” Ayrıca bir gruba tabi olmak da onun kabul edebileceği bir davranış değildir.
Gemi limanda beklerken, bir akşam Wesley yeni ve eski tüm arkadaşlarını babasının barmenlik yaptığı bara davet eder. İçkiler içilirken Boston’da kendisini bekleyen eski karısı bara gelir. Kadın Wesley ile yeniden beraber olmak istemektedir ancak denizcinin böyle bir isteği yoktur. Tartışmaları sokağa taşar ve şikâyet üzerine gelen polis Wesley’i gözaltına alır. Olanlardan habersiz olan Bill Everhart ertesi sabah uyanıp Wesley’i göremeyince gemiyi terk etmeyi, yeniden New York’a dönmeyi, yalnız kaldığını ve onu bu yola sokan arkadaşının onu yüzüstü bıraktığını düşünür. Ancak akşama doğru Wesley görünür; bir arkadaşı kefaletini ödemiş, o da serbest kalmıştır.
Sonunda hareket vakti gelen Westminster bir destroyerin eşliğinde yola çıkar; en büyük tehlike Alman denizaltılarıdır. Arada bir alarm verilip acil durumlar için tatbikatlar yapılır. Ancak tüm bu gergin ortam ne denizcilerin bitmeyen kâğıt oyunlarına, ne basit nedenlerden çıkan tartışmalarına ne “ciddi fikir ayrılıklarına” ve denizin hallerini keyifle seyretmelerine gölge düşürmez. Gemi yoluna devam eder…
Kendilerini içinde buldukları yaşamın yetersiz olduğunu düşünen, sorgulayan, muhalif, dönemin siyasal ve felsefi akımlarında bir çıkış arayan genç insanlarla tanıştığımız Deniz Benim Kardeşim, hemen göze çarpan eksikliklerine rağmen keyifle okunan bir roman. Bir araya getirdiği kişiler, bu kişilerin bir araya geldikleri ortamlar, davranışları, konuşmaları… az işlenmiş olsa da bu keyfi kaçırmıyor.
•