Cümbüşçü Karıncalar: Özgür yaşamın peşinde

Cümbüşçü-karıncalar

Cümbüşçü Karıncalar

PINAR SELEK

İletişim Yayınları 2018 172 s.

Nice'te göçebeler kolonisini oluşturan cümbüşçü karıncalar, sürekli özgür yaşam arayışı halinde yürüyorlar. Kendilerinden, kendilerine yürüyorlar. Yürüyüş ve arayışları bir şeyi bulmak için değil, çünkü onlara göre ortada bulunacak bir şey yok zaten. Yani bütünüyle onları tatmin edecek aşkın bir değer yoktur. Dolayısıyla yeni şeyler keşfetmekten ziyade, kendilerinden ve birbirlerinden yol almak için, farklı bağlantı kanalları açarlar.

MURAT ÇETİNKAYA

 

                                                                                    “İnsan dediğin evcil olmamalı”
 İspanyol Atasözü

“Deleuze, edebiyatın ancak başkaları ya da direnişe dair bir edim olduğunda bir anlam ifade edeceğini; aksi takdirde kendisinden önceki replikleri sürekli yeniden üretim olmaktan öteye gidemeyeceğini defalarca dile getirmiştir. Kaçış olanağı olan bir edebiyat, bunun peşindeyiz. Temsili dünyanın kelimeleriyle ifade bulmayan türde bir hakikatin peşine düşen, cesur, isyankâr bir edebiyat.”

Nil Sakman, Kendine Ait Bir Kalem, İthaki yayınları, s. 184

Pınar Selek Cümbüşçü Karıncalar romanının odağına, yukarıda alıntıladığım Deleuze’cü yaklaşımı yerleştirmiş görünüyor. Dolayısıyla metni bu düşünce biçimi ve bakış açısı ekseninde seyrederek ama çeperi de biraz açarak; yazarın düşüncesi ve metnin iç sesiyle diyalog halinde; ütopya, göçebe düşünce, özgürlük vb. temalar üzerinden okumaya çalışacağım. Yazının akışı içerisinde, mutlak görüş veya herhangi bir yapıya yaslanmayan metnin, Gotik Mimari biçiminden esinlenerek inşa edildiğini iddia edeceğim. Bununla birlikte, Pınar Selek’in “Hayatımı çok sorguladığım bir döneme denk düşüyor bu roman. Alışkanlıklarımı, yaşamla çevremdeki tüm varlıklarla ilişkilerimi…” (Cumhuriyet Kitap, s. 13, 31 Mayıs 2018) ifadelerini de anımsayarak, bir kalemden metne aktarılan birden fazla yaşantıya; düşünce biçimine ve bilinç akışına kendini açarak, “Dikeylik Kaygısı”nı aşmayı amaçlayan halini de anladığım oranda açıklayıp açımlamaya girişeceğim.

Yaşamın yorumlanması olarak da tanımlanan edebiyat; kapsadığı yaşamı yaratıcı düşünce aracılığıyla, kolektif bir hafızaya dönüştürür. Bu özelliğinden dolayı edebiyat, –kimi iddiaların aksine– aslında yaşamın yeniden inşasında belirgin bir rol ve görev üstlenmez. Daha çok sürekli oluş halindeki düşünce ve dil üzerinde arasında, ondüle biçimde çift yönlü salınımla karşılıklı döllenmenin gri alanlarını yaratmaya yönelerek, verili gerçekliğin dışına çıkmayı hedefler.

Pınar Selek “Bu dünya bizi mutsuzluğa alıştırmak istiyor” tespitinden yola çıkarak, verili gerçekliğin dışına çıkmanın gerekliliğini anlatmayı denemiş. Bu anlamda, metnin temalarından birinin, normatif düşünce ve yaşam biçiminin terk edilişini önermesi önemlidir.

                                                                                                    Düş gerçekliğin ta kendisidir.
Kızılderili Atasözü

“Bataklığın içindeki tohumları, hatta bu tohumlardan çıkan küçük bahçeleri keşfetme yolculuğu benim şimdiki halim”diyen yazarın sesi ile “Bu koşullarda tohum dağıtımını durduralım mı diye çok düşündük. Bir süre daha devam edeceğiz. Sınıf savaşının içindeyiz” (s. 64) diyen anlatıcının sesi ilişkisellik içinde açımlanmaya başlayınca, gelişen “Yankı fazlası”nda, metnin komotativ ekseni (duygusal anlamı), politik alana minör kayış yapar. Bu paralelde gelişen mimetik etkinliğin yoğunlaşmasıyla birlikte, metinde poetik yapıbozumu -–örtük biçimde– meydana gelir. Poetik yapıda herhangi bir nitelik hissini yitirmeden gotikvari yabani ruhun varlığının duyumsamasını sağlamak yazarın marifetini gösterir. Yazma yetisi sayesinde türler arası fark eritilip, katmanlar arası geçişkenlik akıcı hale getirilmiş. Bu anlamda gotik biçime eklenen kısım “Quest Novel” (Arayış Romanı) tarzında bir kurulumu (gotik formda, koruyarak) sürdürür. Metnin yapısı zemine adeta bir Japon sarmaşığı gibi yayılarak; merkez ve bölümler arasındaki ilişkileri giriftleştirerek, merkezin belirleyici ve hiyerarşik konumunu askıya alıyor. Çoklu giriş ve çıkışların mümkün hale dönüştüğü metinde, kaçış ihtimalinin daima olanak dâhilinde olduğu okura hatırlatılır. Zaten Deleuze’cü –rizomik– okumaya davetiye çıkarması da en çok bu özelliğinden ileri gelmekte.

 “Karınca gibiyiz… Her yerde kanallar açıyoruz. Sabırlı olursak bu kanallar birbirlerine kavuşacak” diyen roman kişisini; “Gücünü hayatın basitliğinden alan Cümbüşçü Karıncalar, iktidar oyunundan çıktıkları için denetlenmeleri ve yönetilmeleri zor” sözleriyle yazar destekleyince, metni otobiyografik bir okumaya tabi tutmak da kaçınılmaz hale geliyor.

Cümbüşçü Karıncalar’ın açtıkları kanallardan oluşan ağ fikri, anarşist direniş kavramının temelini oluşturmakla kalmaz, direniş yöntemini de gösterir. Düşünce ile yöntem arasındaki anlamlı ilişkisellik, anarşist siyasal yönelimle, kesişen erk ilişkilerinin “her yerdelik” karakterinin, toplum ve bireyler üzerinde kurduğu tahakkümün karmaşıklığı, benzeşen baskıların çeşitliliğin öngörülmesinden kaynaklanır. “Her yerdelik” mutlak, kendi kendine göndermede bulunan, bir komşuluk düzeni boyunca belli sayıdaki yoğunluklu ve ayrılmaz değişimlerden oluşur. Yukardan seyir halindeki bir noktadan kat edilen bir çokluk, bir yüzey ya da bir oylum olarak anlaşılması gerekir. Dolayısıyla iktidar sisteminin her yerde olması, günümüzde geliştirilecek mücadele ve direnişin de “her yerde” verilmesi gerektiği önerilir. Adorno’nun sorusu şuydu: İnsanlar, üzerine erk uyguladıklarından yabancılaşarak erklerinin artmasının bedelini öderler. Bu yabancılaşma elbette, kendilerinden de yabancılaşmayı kapsamaktadır. Bu yeni totalizasyon nasıl sürdürülmektedir? Horkheimer ile Adorno açısından yanıt, Kültür Endüstrisi’nde yatmaktadır.

“Kültür endüstrisi”nin yaratısı olup aynı zamanda onun meşruiyetini de sağlayan “temsili siyaset’i reddeden anarşistler, erkin yoğunlaşmasının onun kötüye kullanılmasına zemin hazırladığını düşünür ve bu nedenle, siyasal müdahaleyi “bir indirgenemez mücadeleler çokluğu” içinde ararlar. Cümbüşçü Karıncalar’da varoluşlarını anlamlandırmak için, iktidar oyununun dışına çıkıp üzerlerindeki denetimi aşmaya çalışırlar. Tıpkı Gregor Samsa’nın bir böceğe dönüşmesi sonucu, iktidarın etkinlik alanın dışına çıkarak baskıyı kırması gibi. Bu metinler arası örtük paslaşma, özgün ve aykırı gerçekleşme halini, belki bazı okurlar yadırgayabilirler. Çünkü cidden ezber bozucudur: Kapalı devre çalışan zihnin hatlarını karıştırır.

Verili yasa ve normatif değerler üzerinde yapılan düz okumada koca bir anlamsızlığın ortaya çıkma olasılığı fazla olabilir. Bu yüzden, okur metne kendisini doğru açmak istiyorsa, öncelikli olarak geçmiş düşünce imgesini bir kenara bırakmalı ve “alet çantasını” cesurca açmalıdır. Aksi takdirde, kendisi yadsımış geçmişler ve bastırılmış kimlikler mahzenindeki bekçi konumuna düşebilir!

Bu nokta çok önemli çünkü metin verili düşünce sistemlerinin yapıbozumu temelinde kendi oluş serüvenini anlatıyor. Kendi hikâyesini yazmada ne oranda başarılı olmuş tartışmasını bir kenara bırakarak; herkesin her şeyi fazla görmekten dolayı köreldiği günümüz realitesi içinde, hayata farklı bakmaya çalışan ve ezici çoğunlukla aynılaşmama, istem ve istencini geliştirenlerin, gördüklerini tanımlama, reddetme haklarını kullanmalarının ne kadar gerekli ve kıymetli olduğunu okura hatırlatır.

Metnin gotik biçimden esinlenerek yazıldığı iddiasını öne sürerken; klasik siyasal yapı ve normatif değer yargıları dışına çıkan veya sistem tarafından “öteki”leştirilenlerin hikâyelerine projektörlerin çevrilmesi sonucu “paranoyak” ve “berduşlar”la –ki bunlar Gezi’deki “çapulcularla” arkadaşlar– geliştirilmek istenen yeni ruhsallığa vurgu yapmak istiyorum. Berduş, paranoyak veya çapulcular’la çıktıkları yolculuk acayip biçimde doğurgandır ve cesaretleri bulaşıcıdır. Yaşadıkları yerde yersiz yurtsuz ve göçebe halindeki yolculukları, aslında yoğunlukta yol almadır. Kendi varoluşlarını anlamlandırma arayış ve müdahalelerini seyir halinde anlatmayı tercih ederken; “Devrim ve Özgürlük” gibi siyasal olgu ve değerlerin, nobranca tüketilişlerini, anlam yapıbozumuna uğratılıp söylemlerin içeriklerinin boşaltılışını eleştirirler. Yine aynı zamanda kendilerine has düşünüş ve eyleyiş biçimlerini de alternatif yaşam olarak geliştirmeye odaklanırlar.

Farklarını, Azucena’nın “Dünyadaki çoğu devrim, kadroların kitleleri peşinden sürüklenmesiyle yapılmaya çalışıldı. Tabii devrim filan olmadı. Çünkü her seferinde özgürlükler askıya alındı, toplum adına elitler karar verdi” sözlerinde somutlaştırıp, eleştiri matrisini açtıklarında; yeni bir söylem etiğinin geliştirilmeye çalışıldığı anlaşılıyor. Açılan eleştiri yelpazesinde, yeni bir anlayış etiği de geliştirilmeye çalışılıyor. Eleştiri söylemini şöyle formüle etmek mümkündür. Belirli pratik ilkelere yönelik geliştirilen ütopik vaatler, farklı ilkelere yönelik kimi taleplerin karşıtlığı temelinde kurulumlarını sağladıkları için bir bakıma Hegel’in “Efendi-Köle” diyalektiğini uygulamış olurlar. Dolayısıyla sömürü sisteminin “Kurucu Yasası”na bağlı gelişen düşünceyle hareket eden öznenin özerkliği imkânsızlaşır. Çünkü bu zihniyet dünyasında, bireylerin çok yönlü, dinamik ve demokratik temelde işleyen iletişim kanalları kurmaları ve amaçlarına erişmeleri çeşitli yöntemlerle pratikte engellenmektedir. Bu durumda bireyler molar çizgiler misali birbirine eklenerek yaşam ve amaçları arasındaki boşlukta yalpalanıp dururlar. Sonunda bir “çıkış” bulma umuduyla kimi olgusal savlara ve betimlemelere sarılarak gelenekle ilişkilerini yeniden düzenleyip sisteme dahil olurlar. Değerlendirmeyi haklı çıkartan çarpıcı bir örnek verilir. “Fransız Devriminde insanlıktan bahseden jakobenler, insanları acımasızca öldürdüler. Mutlak monarşinin yerini askeri diktatörlük aldı. O da hızla imparatorluğa dönüştü. Yani jakobenizm, Bonapartizmle birleşti.” (s. 43)

Eleştiri matrisi açıldıkça görünürlük kazanacak olan gotik edebiyatın farkı burada ortaya çıkıyor: Kendi spesifik anlatı biçimini geliştirerek, geleneksel ve egemen anlatı biçimleriyle arasına mesafe koyarak, özgürlük etiğine bağlı bilinci geliştirerek anlatı evrenindeki farkını belirginleştirmek…

“Gotik anlatılmayanın, susturulan veya görmezden gelinenin dile gelmesi olduğu ölçüde kadın yazarın türlü toplumsal baskı altında kendi beden ve benliği ile ilgili yaşadığı dehşetin dışa vurumu olduğu kadar, kadın arzu ve tutkusunun gizli kalmış hayal, fantezi ve alternatif yaşam arayışında, görece korunaklı ifade alanıdır.” (Sakman, N. s. 26).

Gotik biçim, yazarın sosyolog kimliğiyle yürüttüğü “sokak çalışmaları” post anarşist-radikal feminist düşünceleriyle örüldüğünde; eril zihniyetin karanlık katmanları arasında beslenen her türlü cinsiyetçi ve tahakkümcü anlayışa karşı bir duruşa dönüşür. Varlığı metinde yoğunca işlenen Radikal Feminist anlayış, kadının bedenine ve cinselliğine odaklanan; kadının ezilmesinin aslında bütün ezilme hallerinin temelini oluşturan yegâne evrensel olgu olduğunu; diğer tüm sınıfsal, dinsel, etnik vb. çatışma ve bölünmeler hesaba katılmaksızın, kadınların sırf kadın kimliğine sahip oldukları için her türlü erkek baskısına maruz kaldıklarını savunur.

Kassandra, hakikatin bir kadının ağzından çıkmasının bedelini ödese de, mirası ardıllarına kalmış aslında. Bu tarihi gerçekliği, belirtik ama örtük biçimde imleyen metnin ürettiği bilinçdışı bilinç, bir yönüyle queer kuramının oluşumunu ve okunmasını olumlar.

                                                 “Başka insanlar da yaşarken yaşamak mümkün müdür?”
Thomas Mann

Edebiyat literatürüne Virginia Woolf’un kazandırdığı yaratıcı bir tekniktir: Tünel açma yöntemi! Kurmaca sanatı, eylem dünyası ile içe bakış dünyasını birlikte ören, gündelik olanın anlamı ile içselliğin anlamını birbirinin içine katmayı deneyen bu yöntem sayesinde yazarlar, metinlerin kuruluşunda kendilerini daha özgürce gerçekleştirebiliyorlar. Yine yöntemin sağladığı serbestlikle hikâye, aşkın ve içkin düzlemler arasındaki yolculuklarda bünyesine kattığı yeni hikâyelerle çoğullaşıp anlatıyı, kendi oluş özeline yöneltir. Böylelikle gerçek yaşamdaki eylemlere kılavuzluk eden aşkın ölçüleri de disiplinini özgürlüğünden alarak sorgulamaya tâbi tutar. Bu minval üzerinde yapılan edebiyat, “bütün mümkünlerin kıyısında” gezinir. Zaten edebiyatın sosyal amnezi için iyi bir uyarıcı olduğundan bahsediliyorsa, kesinlikle bu zihinle kavranabilir dünyalarda gezinme niteliğiyle ilintilidir.

Cümbüşçü Karıncalar, Eray Ak’ın Cumhuriyet Kitap’ta dediği gibi “göçlerle, sürgünlerle giderek başkalaşan bir Avrupa kentindeki yeryüzü karıncalarının romanı”. Sistemin dayattığı distopyaya karşı kendi hayal ve ütopyalarını yaşama gayretinde olan Cümbüşçü Karıncalar yeryüzü ulusunu oluştururlar. Umudu ve mutluluğu (ki paylaşılması en zor şeylerdir bunlar) paylaşma mücadelesi verenlerin sesini Fransa’nın Nice kentinde duyurmaya çalışıyorlar. Kentin tarihsel, siyasi ve kültürel kimliğinin çarpıcı ve ilgi çekici olması nedeniyle, mekân olarak özellikle seçildiği ve varlığıyla metne yan anlam kattığı aşikârdır. Yine kent özelinde, çürümekte olan kapitalist modernitenin resmi de çekilmiştir.

Yazarın metnin içinden ve dışından paylaştığı bilgilerle kentin yakın tarihine bakarsak: “On dokuzuncu yüzyıla kadar Fransa’ya bağlı olmayan, bağlandıktan sonra da bir türlü kimliğini bulamamış, zenginliğini de bu kimliksizlikten alan”, “mafya tarafından işgal edilip kostümlere sokulmuş olsa da gölgelikleri kâğıtsız yabancılarla dolu” bir şehir bu.

Kentin adı zaten ilginç! Travers (kat etmek-ortasından geçmek). Aleks, nominalist okumayla cinsiyetlendirilmiş bedene çevirerek, önündeki kâğıda “Travesti” diye yazar.

“Nice travesti bir şehir. İçinden geçile geçile, sınırları aşıla aşıla travestiye dönüşmüş. Bu yüzden güzel!”

Şehrin garının adı: Thiers (Paris komünün cellâdı), garın önündeki meydanın adı ise; Auguste Blanqui (Thiers’in başkan olduğu dönemde otuz yıl hapis yattığı için lakabı “tutsak”. Hapiste olmasına rağmen Paris Komününün delegesi. “Ne Tanrı ne Efendi” sloganı da ona ait.)

Metne dönersek; Cümbüşçü Karıncalar evreninde yaşayan kişilerin etnik, siyasal ve cinsiyet kimlikleri de farklı, zengin… Azucena, İspanya iç savaşına katılmış devrimcilerin torunu olarak 1968 baharını annesinin karnında karşılamış. Marisa Katalan, Aleks Bulgar, Siranouche Ermeni, Siranouche’nin kız kardeşi Arap, adı da Basma! (Basma’nın hikâyesi, Ermenilerin 20. Yüzyılın başında yaşadıkları trajediyi anlatmakta). Hikâyenin matrisi açıldıkça, 20. yüzyılda Avrupa’da yaşanan etnik, sosyal ve sınıfsal çelişki ve çatışmaların özeti görünür. Daha yakın bir okumada kuşkusuz kadınların ve ötekilerin maruz bırakıldıkları zulüm ve haksızlıklarla yüzleşme cesaretine de hazırlıklı olmamız gerekir.  

Ataerkil zihniyet, kadın bedeninin rasyonel düzen dışında, daha gizemli ve henüz büyüsü bozulmamış bir bilgi taşıdığına inanır. Bu nedenle dili ve düşünceyi aşan bu aşkınlığı sahiplenmek, kontrol altında tutmak için onu kendi hâkimiyetinde olan bilme kalıpları içinde yeniden yeniden üretmeye çalışır. Kadın bu zihniyette üretilen bedendir. Heteronormatif aklın meşru kıldığı ve yasal güvenceye kavuşturduğu heteroseksist ilişki biçiminin demokrasi ve özgürlükle ilişkisini metnin sorgulaması önemlidir. Meselenin farklı cinsel yaşamları benimseyip benimsememe meselesi değil, özgürlük ve demokratik düşünce çeperinin hangi sınır ve değerler etrafında çekildiği meselesi olduğunu açıklamadan anlatır metin. Başkalarının yaşam dışlaştırmalarına, bireylerin kendi özgül yaşantılarının toplamından hareketle yönelmek ve yeni bir devrimci hamleyle hemhal olan anlama edebiyatın hermeneutik gerilimini bilginin gölgesinde tesis eder.

Cümbüşçü Karıncalar'ın yarı ütopik evrenine içkin aşkınlıkta, cinsel özgürlük, başkalarının bakış algısına aldırmadan yaşanılır. Luna ile Azucena'nın ilişkilerini alenice yaşama dışında, "Kayan yıldızlar altında, iri göğüslü, çenesinde belirgin bir beni olan genç bir kadın da Riquier Garı'nın önünde" kadın sevgilisiyle buluşur. Betimlenen kadının, yazar olduğu ima edilir. Mahremiyetini böylesine radikal bir biçimde ifşa etmesinin, gerçeklikle bağlantısını bilmek imkânsız olsa da, gerçeklerin gizlendiği bir dünyada, yaşamı hakkında söz söyleme iradesini ortaya koymak önemlidir. Bu söylemde paylaşılan bireysellikte oluşan çelişik toplumsallaşmada yazarın kendisi ile "ben"i arasındaki mesafeyi kapatmayı amaçladığı anlaşılmakta. Dolayısıyla başkalarının da yaşadığı zeminde yaşamanın mümkün olduğu ispatlanmak istenir. Bu bağlamda anlam damarcıkları arasında onaylanmış kurtulma uğraşı, müphem oluş ve muğlâk akışla, dil öncesi oluşmuş günahtan arınmayı imler. Bir realitedir: Sınırları çoğu zaman tayin eden dildir, hakeza o sınırları ihlal eden ve sınırsız oluşun mümkün olduğunu ispatlayan da yine dildir.

"Özgürlük için yaşadım ve özgürlük için ölüyorum,
hayatımın tek ve vazgeçilmez anlamı özgürlük için"
Sugano Kana [idam edilen Japon Anarşist]        

Nice'te göçebeler kolonisini oluşturan cümbüşçü karıncalar, sürekli özgür yaşam arayışı halinde yürüyorlar. Kendilerinden, kendilerine yürüyorlar. Yürüyüş ve arayışları bir şeyi bulmak için değil, çünkü onlara göre ortada bulunacak bir şey yok zaten. Yani bütünüyle onları tatmin edecek aşkın bir değer yoktur. Dolayısıyla yeni şeyler keşfetmekten ziyade, kendilerinden ve birbirlerinden yol almak için, farklı bağlantı kanalları açarlar. Bu özgürlük arayışında zorlanıp dengesini kaybedip düşenler de olur elbette.

Prigogine ve Stengers şöyle der:

"Dengesizlik kaostan düzen çıkarır: Bu ifadeyi yorumlarken özellikle dikkatli olmalıyız. Kaos durumundan düzene geçtiğimizde kaosun geride bırakıldığı sonucuna varılmamalıdır. Bu tür anlayış, (…) yaratıma dayalı bir nedensellik gerisine dönmek demektir”

Metinde "yaşlandım Nadette, aynı yatakta uyumak istiyorum" diyen Azucena bu anlamda geri dönüşü yapmakta. Azucena başkasının arzusunu arzulama ve onun tarafından tanıma, tanımlanma psikolojisini aşıp; kendisi olmayı başaramadığı 68 ruhunun yorgun kanadına kayar. Kendi öncülerinin düşlerine doğduğu ve sahip olmadığı arzu tarafından yadsınmayı bir yazgı hatta varoluş türü olarak kabullenir. Eksiklik ikamesi ironiktir, bir tür Kafkaesk nedamet biçimi diye de adlanhdırılabilir.

Beklenmeyen bir geleceğin geçmişi olan "şimdi"de yerleşen Azucena özelinde idealist bir ruhun evcilleşmesi, ütopyacı imgenin körelişidir. Alışıldık olanın rahatına sığınan Azucena göçebe serüvenini sonlandırır. Ama gerçek serüvenciler, asi duruşlarından geri adım atmazlar. Gerçek göçebe olmak, toplumsal bedende yok sayılmış, onun bünyesiyle uyum sağlamadıkları için dışlanan yeryüzü ulusunu oluşturan bütün bileşenleriyle bağlantı kurmak ve özgür yaşam alanlarını genişletmeyi hedeflemek demektir.  Bunun yönteminin de "şiddetsiz direniş"ten geçtiğini savunurlar. Cümbüşçü Karıncalar "Bizim kuşak, dünyayı şiddete başvurmadan değiştirmeye cesaret ediyor" iddiasındadır.  Bu söylemin arka planında felsefi ve ahlâki ilkeler yatmakta elbette. Kuşkusuz bu düşünce biçimi ve mücadele yöntemi tartışmaya açıktır.  "Şiddetsiz Direniş" yöntemiyle, şiddeti kutsayan ulus devletlere karşı, nasıl mücadele yürütülür veya yürütülecek bir mücadeleden ne kadar sonuç alınabilir? Bu soru üzerine tartışmakta yarar var. Söyleme içkin kılınan bu müdahale biçimi günümüz realitesi karşısında her yönüyle aşırı romantik gibi duruyor. Pınar Selek’e göre ise, “Romantizmi kaybedersek tadı kalmaz. Ama akıllı bir romantizm mümkün.”  Mümkün olanın imkânsız olmadığını Gandhi örneğinde somut olarak görüyoruz ama şunu da unutmamak gerekir ki, Gandi öncesi Hindistan’da zaten bu anlayışa uygun sosyolojik yapı vardı. Yani Gandhi aslında, mevcut kültürel inancı yaratıcı biçimde eyleme dönüştürmüştü. 

Cümbüşçü Karıncalar'ın mavi evreninde, gerçek yaşamda tutunamayan, kaçan veya dışlanan yalnızların birlikte oluşturdukları bir kimsesizler topluluğu hayat sürmekte. Sistemin tektipleşen mekânları arasında akıp duran insanların yaşadıkları dünyaya karşı alternatif bir yaşam kurmaya çalışan Cümbüşçü Karıncalar, her türlü ideolojik ve politik özcü yaklaşımı sorunlaştırarak, kolektif tekile sığınmayı reddederek, “şiddetsiz direniş”e dayalı yaşamı yaratmaya çalışıyorlar. Aklın da, yüreğin de mavi olduğu bir rüyadan ibarettir bütün olup biten aslında. Zaten mavinin olduğu hikâyede bir "filmin içinde" yazılarak postmodern oyunsallaştırılma devreye sokulur.

Sonuç olarak: Brecht'in Üç Kuruşluk Opera'sında geçen ünlü söz: Mutluluğun peşinde fazla hızlı koşarsan, sollayabilirsin! Mutluluk arkada kalabilir. Mutlulukta kalmak için kendin olmak yeter de artar bile.

Cümbüşçü Karıncalar’ın odağına aldığı temalardan birisi de, özgürlüğün yolunun kendin olmaktan geçtiğidir.

Cümbüşçü Karıncalar, her şeye rağmen ve inadına kendi düşlerinin peşine düşen, mutluluğun mümkün olduğuna inanan insanların hikâyesini anlatmakta. Metnin oluşturduğu yankı etkisi içinde ses sicimleri sarkıtılmış, hayat bir oyundur neticede. Oyuna dahil olmak isteyenler dilediği sicime tutunup Cümbüşçü Karıncalar evrenine girebilir.

•