Meşakkatli ama ümitli bir yolculuk

Cin Aynası

Cin Aynası

ERCAN KESAL

İletişim Yayınları

Önemli olan kendimizle olan derdimiz, filmler ya da kitaplar dünyayı değiştirmez, filmi seyredip kitabı okuduktan sonra duyguları harekete geçerek dönüşen insanlar değiştirebilir. Belki de bu yüzden, bu kadar kederli ve acı şeyler anlattığı halde umudu koruyan bir his var bu yazılarda.

BERKAY ÜZÜM

Ercan Kesal’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan üçüncü kitabı Cin Aynası, dalları ülkenin doğusundan batısına kadar uzanan büyük bir ağaç gibi karşımıza çıkıyor. Güzelliklere olanak sağlayanların ezildiği, hor görüldüğü bir coğrafyayı anlatan Kesal, Türkiye’nin zulümlerle dolu acı tarihine de ışık tutarak okuyucuyu meşakkatli ama ümitli bir yolculuğa çıkarıyor.

Cin Aynası, Ercan Kesal’ın yine anılarını anlattığı Peri Gazozu kitabını takip eden bir hüviyete sahip; bozkır insanının gündelik yaşamını, kendi çocukluk, ilk gençlik ve yetişkinlik dönemini “gazoz” ve “sinema” ekseninde anlatan, bunların yanı sıra Türkiye tarihinde “ince bir sızı” olarak yer alan işkence ve zulüm dönemlerini tarihsel gerçekliklerle aktaran bir kitap. Her ne kadar kötülük ve ölüm üzerine yazsa da insanın diğer olağan hallerine de değinen Kesal, ahlak, onur, iyilik ve erdem kavramlarını da hatırlatarak yazılarını ümitli bir yola sokuyor. “Baba” figürü çevresinde ilerleyen Peri Gazozu’nun aksine bu kitapta “anne” figürünün yazarın hayatını nasıl şekillendirdiğini okuyor, hatta okumakla da kalmıyor, Kesal’ın “sinematografik” anlatımıyla görebiliyoruz.

Kesal, “Var Git Ölüm”, “Prometheus’tan Bugüne”, “Analardır Adam Eden Adamı”, “Işıkla Karanlık Arasında” ve “Artistlik Yapmayan Artisttir” adlarına sahip başlıklar altında yer alan yazılardan mütevellit kitabın ilk bölümünde 1938’deki Dersim Katliamı’ndan Roboski’ye, Sivas Katliamı’ndan Hrant Dink’e kadar, Türkiye’nin katliam, acı ve zulümle yoğrulmuş kanlı tarihini, hekimlik mesleğine dair anekdotlarla harmanlayarak anlatıyor. Nitekim Kesal, yazıyla neden hemhâl olduğunu, yani derdini kitabın en başında açıklamayı tercih etmiş. “Neden yazıyorum?” gibi ucu son derece açık bir soruyu çok naif bir şekilde, “Sokaktan duyduğum cümleleri cesaret ve kehanetle bezeyip yeniden asıl sahiplerine gönderdiğimde onlardan gelecek işaretin merakıyla yazıyorum” şeklinde yanıtlamış, hem de bu yanıtı verirken, yine “Neden yazıyorum?” sorusuna karşılık, genel olarak “dünyanın vicdanı” şeklinde adını andığımız Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun tarifine de başvurmuş. Genel olarak Latin Amerika’nın yağma ve ölümle bezeli hikâyelerini anlatan, ama bu kederli olaylara inat yine de ümidini koruyan ve bunu da okuyucuya hissettiren Galeano gibi Kesal  da bu topraklardaki kanlı yollara ayak basan, ama bu ayak izlerini ümidini koruduğu geleceğe aktarmayan bir profil olarak kendini var ediyor.

Deneyimlerinden süzdüklerini yazıya geçirdiğini söyleyen Kesal, ilerleyen bölümlerde 1980 Darbesi ile birlikte Deniz Gezmiş, Che Guevara ve Emiliano Zapata’nın içerisinde yer aldığı paragraflarla tarihsel devrimci anlatımlara yer vermiş. Bununla birlikte, ilk bölüme nazaran diğer bölümlerde, dozu artan bir sinema anlatımıyla karşılaşıyoruz. Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” adlı filmi ile sinema hayatını başlatan, daha sonra senaryolarıyla bu alanı genişleten Kesal, Metin Erksan’dan Lütfi Akad’a, Yılmaz Güney’den Emir Kusturica’ya, Akira Kurosava’dan Andrey Tarkovski’ye varan genişlikte bir anlatımla sinemanın kendi yaşamındaki rolüne ilişkin büyük ipuçları veriyor. Doğup büyüdüğü Avanos ilçesinde çekilen sinema filmlerinden ve kendisinin buradaki “rollerinden” bahseden yazar, bu filmler ve oyuncularıyla yıllar sonra yollarının nasıl kesiştiğini anlatırken de iyimserliği elden bırakmıyor.

Ercan Kesal, sinemaya dair söyleyeceği çok şeyi olduğunu apaçık belli ediyor bu bölümlerde. Ancak bunu yaparken abartıya kaçmıyor, daha minimal ve teknik olmayan bir anlatımla bu görevi ifa ediyor. Bilhassa Tarkovski ve Kieslowski’den yaptığı alıntılar, işin duygu ve gerçeklik boyutuna ne denli inmiş olduğunu gösteriyor. Belki de bu durumu en iyi yine kendisi şu cümlede özetliyor: “İyi sinemacılar hayatla derdi olan adamlardır.”

Bir de Ercan Kesal’ın kitapta çok kısa da olsa değindiği bir terimi anmadan geçmemeliyiz:  Anamnez. Bu tıp terimi doktorun, hastalıkla ilgili bilgi almak amacıyla hastaya sorduğu sorulara verilen isim. Kesal, hekimlik mesleğinden ötürü şüphesiz birçok defa hastalarına bu işlemi uygulamıştır. Aslında bu kitapta yaptığı da bir tür anamnez. Bilhassa kendisine, sonra da topluma sorular sormuş, dertlerini dinleyip ağrılarını teşhis etmiş, tedavi olarak da bu satırları sayfalara aktarmış.

Kesal’ın kitabın giriş bölümünde de değindiği gibi, önemli olan kendimizle olan derdimiz, filmler ya da kitaplar dünyayı değiştirmez, filmi seyredip kitabı okuduktan sonra duyguları harekete geçerek dönüşen insanlar değiştirebilir. Belki de bu yüzden, bu kadar kederli ve acı şeyler anlattığı halde umudu koruyan bir his var bu yazılarda.