Cehalet-Tutkusu

Cehalet Tutkusu: Neyi, neden bilmek istemeyiz?

RENATA SALECL

çev. Şafak Tahmaz Timaş Yayınları Mart 2022 192 s.

Sloven filozof Renata Salecl, Türkçeye kazandırılan eseri Cehalet Tutkusu’nda modern zamanlardaki bu yetersizlik virüsünü ele alıyor. Zaten çalışmasının alt başlığı meselenin kökenine işaret eden bir levha gibi: “Neyi, Neden Bilmek İstemeyiz?”

SAMET ALTINTAŞ

Yazar bilgisizlik meselesine geçmişten değil, bugünden anlatarak başlıyor: Tüm dünya insanlarını eşitlediği (!) ilan edilen Covid-19 gerçeğinden bahisle sağlık-komplo sarkacında gidip gelen çaresizliği resmediyor. Cehaleti metodolojik olarak, hemen her okurun anlayacağı düzeyde yedi ana başlık etrafında toplayan Salecl, anlatısını nefis örneklerle süslüyor. Dünyanın soğuk savaş ekseninde olduğuna gönderme yaparcasına ikiye ayrılmış durumuna ilişkin şu deneyi paylaşıyor okuyucuyla:

Yirminci yüzyılın başlarında Amerikalı antropolog Paul Radin, aynı köyde yaşayan, şimdilerde Ho-Chunk olarak bilinen Winnebago Kızılderili kabilesini oluşturan iki akraba grup üzerine çalışır. Radin bu iki gruptan köyün yapısını tanımlamalarını ister ve birbirlerinden çok farklı tanımlar yaptıklarını görüp şaşırır. (Sonucu görünce muhtemelen aynı şaşkınlık sizde de olacak.) Ünlü bilim insanı, birinci gruptan yerleşim yerlerini çizmelerini istediğinde iki gruba ait evlerin daire şeklinde bir araya toplandığı bir köy planıyla karşılaşır. İkinci grupsa çok daha farklı bir şema ortaya koyar: Köy hayalî bir çizgiyle ikiye bölünmüştür ve grupların evleri çizginin sağında ve solunda yer alıyordur.

Bir başka antropolog Claude Lévi-Strauss bu çizimleri analiz eder ve asıl sorunun köyün gerçek planı değil, iki grubun gerçeği bu kadar farklı algılama şekilleri olduğu sonucuna varır. Lévi-Strauss algıdaki farklılığın iki grup arasında yaşanan karmaşık ilişkiler bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini öne sürer. Grup üyeleri bu karmaşıklığı sosyal yapıdaki konumlarına göre kavramsallaştırmaya çalışır. Daha da mühimi, köylerinin nasıl göründüğüne ilişkin sübjektif algılarına bağlı olarak, her grup kendisini ve diğer grubu merkezî veya çevresel olarak görebilmiş, statülerini koruyabilmiştir. Bu tablo için “Bugün aynı yerde yaşayan insanların bambaşka gözlerle gördüğü bir dünyada yaşıyoruz denebilir” diye konuşuyor Slovenyalı düşünür, haksız da sayılmaz.

Ben ve ötesi ya da öteki

Renata Salecl’e göre Amerika Birleşik Devletleri’nde Cumhuriyetçiler ve Demokratlar kendi ülkelerinin yanı sıra dünyayı da birbirine zıt şekillerde görüyorlar. Birleşik Krallık’ta Brexit yanlıları ve karşıtları iki ayrı kutupta yaşıyor gibi bir imaj çiziyorlar. Avustralya’da 2020’nin başındaki büyük orman yangınları sırasında hükümet, diğer kurumsal iklim değişikliği inkârcılarıyla birlikte meydana gelen yıkımın gerçekliğini görmemiş gibiydi. Renata Salecl kısaca, insanın kadim ben ve öteki (belki de ötesi?) imajını cahilliğin arketipi olarak okuyor.

Herkesin malumu olduğu üzere, Covid-19, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde karşılaşılan en önemli bilinmeyenlerinden biri oldu. Virüsün görünmez ve yeni olması, küresel olarak yayılmaya başladığında bir tedavisinin ya da aşısının olmaması, ülkelerin de virüsün varlığını kabul etmek konusunda birbirinden farklı tepkiler vermesine yol açtı. Hatırlayın lütfen: Hemen herkes TV başlarında ya da akıllı telefonlarıyla süreci takip etti. Resmî yetkililer, kâhinler, falcılar, ekonomistler gibi farklı disiplinlerden birçok ‘meslek erbabı’na yaşanan süreçle ilgili kulak kabartıldı. Winnebago kabilelerinin köylerini statülerini korumalarına yarayacak şekilde algılamaları gibi, koronavirüs vakası olmayan ülkeler de enfeksiyonu uzun süre kendilerinden uzaklardaki ülkeleri harap eden bir şey olarak gördüler. Trajik olarak virüsten sihirli bir şekilde korunduklarını düşündüler.

Renata Salecl

“Bazıları için cehalet yine de bilgisizlikle eşdeğer değildir”

Sloven düşünür, “Çin’de on binlerce insan enfekte olup yüzlercesi hayatını kaybetse ve enfeksiyon diğer Asya ülkelerine yayılsa bile Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerinin çoğu, nüfusları için gerçek bir tehlike yokmuş gibi davranmayı seçti. Sanki aynı gezegeni paylaşmıyorlardı” diye konuşuyor o günleri anlatırken. Evet, sosyal medya aracılığıyla sahte haberlerin yayılması, insanların pandemiye ilişkin neyin ne olduğu konusundaki kafa karışıklığını daha da artırdı. İlk günden itibaren komplo teorileri ortaya atıldı ve ülkeler birbirini suçlayıp durdu. Bazı komplo teorileri virüsün Çin’in biyolojik silah merkezinden kaynaklandığı fikrini öne sürerken, diğerleri onu üretenin Amerika Birleşik Devletleri olduğunu iddia etti. Medya da virüsü neyin tedavi edebileceği, neyin daha kötü hale getirebileceği, yetkililerin enfeksiyonları engellemek için hangi önlemleri aldığı ve hangi teknolojilerin virüsün yayılmasına katkıda bulunduğu konusunda yanlış iddialara öncülük yaptı gibi.

Renata Salecl şu nüansa da dikkat çekiyor:

“Bazıları için bu cehalet yine de bilgisizlikle eşdeğer değildir; aksine, sonsuz bir bilgi akışına teslim olmayı gerektirir. Koronavirüs pandemisi dünyayı çepeçevre kuşatırken bir arkadaşım haber uzmanı oldu. Bilimin ne söylediği, doktorların insanlara hangi koruyucu önlemleri almalarını önerdiği ve dünya çapında enfeksiyonla ilgili neler olup bittiği hakkında tanıdığım en bilgili kişi gibi görünüyordu. Ama günler sonra bana bu haberleri okumanın olanı biteni anlama çabası değil, pandeminin gerçek olmadığına dair umutsuz bir kanıt bulma hevesi olduğunu itiraf etti.”

N’olur hakkımda konuşun!

Biraz da yazarın “İhmal Edilme Korkusu” başlığında tartıştığı sanal âlem meselesinden bahsedelim: Bütün sosyal medya kullanıcıları bilinçsizdir demek büyük haksızlık olur; ama her şeyin 15 saniye içinde tüketildiği günümüzde Facebook, Twitter, Instagram, TikTok gibi uygulamaların kullanıcılara söylediği bir ‘yapay gerçek’ yok değil. Hani Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi’nde “Dünyada hakkında konuşulmaktan daha kötü tek bir şey vardır, o da hakkında konuşulmamaktır” diyor ya, tam da burada Renata Salecl pek çok kişinin sürekli izlendiğini, kontrol altında tutulduğunu hissettiği bu gözetim çağında, kimi kesimlerce tanınmadıklarından ya da genel olarak toplum tarafından görmezden gelindiklerinden şikâyet eden insanların hâlâ mevcut olduğunu söylüyor. Post-endüstriyel toplumun bireyciliğe ve üne tapınmaya verdiği önemin sosyal medyanın yaygın kullanımıyla birleşmesiyle bireylerin görünür olma konusunda hissettikleri baskının arttığı da bir gerçek. Yazar burada şu saptamada bulunuyor:

“Nitekim kalabalığın arasından sıyrılma, kendi reklamını yapma konusundaki maharet ve sosyal medya paylaşımlarının beğenilmesiyle tanınırlık kazanmanın önemi sıklıkla vurgulanıyor. Kişiselliğin profesyonelleşmesi olarak tanımlanabilecek bu sürecin nihai ifadesiyse, profilini ve mevcut gücünü çevrimiçi olarak başkalarını etkilemek için kullanan sosyal medya influencer’larının ve insanlara sadece daha üretken olmayı değil, başkalarını manipüle etmeyi ve hedeflerine acımasızca da olsa nasıl ulaşabileceklerini gösteren bir tavsiye ve ‘koçluk’ sektörünün yaratılması oldu.”

Toparlarsak, Sloven filozof Renata Salecl cehaletin nasıl bir tutku haline dönüştüğünü, yalın, sade, külfetsiz bir üslup ve bir o kadar zengin bir background’la okuyucuya sunuyor. İnsan denen meçhulün, belki de hiçbir zaman açığa çıkmayacak loş tarafıyla alakalı trajedisini bir Shakespeare sonesiyle noktalayalım:

“Sevgilim doğru söylediğine yemin ederse/Yalan olduğunu bilsem bile/İnanırım ona tüm kalbimle…”