SOFYA KURBAN
Ayizi Kitap
Erkeklerin ve özellikle heteroseksüel erkeklerin kendilerine kurdukları dünya hayli benmerkezci, bunu biliyor ve her geçen gün deneyimliyoruz zaten; ancak Sofya Kurban, kitapta gözden kaçırdığımız ve zaman zaman unuttuğumuz başka bir yaşama biçimine de yer veriyor: Engelli bir yaşam veya engelli biri olmak...
Ayizi Kitap, 2010 yılında üç feminist tarafından kuruldu: Aksu Bora, İlknur Üstün ve Selma Acuner. Bu üç kadının derdi, feminist bir yayınevinin neye benzeyeceğini deneyimleyerek görmekti. Feminist yayınevi nasıl olurdu, başlangıçta onların da çok bir fikri yoktu. Sadece feminist kitaplar mı yayınlayacaklardı ya da örneğin, okur olarak biz, içinde kadınların birbirini gözetmediği ve yıkıp geçtiği kitaplar da okuyacak mıydık?
Ayizi Kitap, bu kaygısını giderecek meyveleri zamanla topladı. Yayınevinin çizgisini kuruluş aşamasından itibaren okurlar çizdi. Amargi’den alışık olduğumuz çoğulcu dil, yayınevi sürecinde de kuruldu ve okurun her bir görüşü hayli önemli oldu. Yayınevi aradan geçen sekiz yılda feminist yayınevi derdiyle ilgili ne düşünür bilinmez; ama bu zorlu yoldaki 50. kitabını geçtiğimiz ay yayımladı bile.
Herkesin fark ettiği üzere, son dönem Türkiye edebiyatında farklı bir üslup gelişti. Bunu sağlayan, gözle görülür bir biçimde, kadınlar oldu. Kurulan yeni üslubun, edebiyatın niteliğini de güçlendirdiği gözlemlenince, ortaya kadınların seslerinin baskın olduğu eserler çıktı. Kadınlardan ilham alarak bu biçimli dikilmiş elbiseyi erkek edebiyatçılar ve romancılar da zevkle giydi. Giymeyenler ya yerinde saydı ya da çağın gerisinde kaldı.
Ayizi Kitap'ın 50. kitabı Cebimdeki Taşlar, yine bir kadın edebiyatçı tarafından kaleme alındı. Yazar Sofya Kurban, Çin’in İli bölgesinde, Gulca şehrinde doğdu. 1980’de ailesiyle Türkiye’ye göç etti. Kurban, Hacettepe Üniversitesi, Maliye Bölümü mezunu. 1996 yılından beri bir kamu kuruluşunda çalışıyor ve bir yandan da öykülerini yazıyor. Mart 2012 yılında, Göç adlı 19 öyküden oluşan bir kitabı daha yayımlanmış ve yazar, o kitapta da 17 Ekim’de Rusya’da gerçekleşen devrimden sonra yurtlarından ayrılan bir ailenin 80 yılını anlatmış.
Cebimdeki Taşlar, büyük iddiası olan, öykücülüğe yeni bir soluk getiren, kitaplardan değil. Kitap, içinden geçmeye çalıştığımız, içinden geçmediğimiz takdirde oralarda günlerce kalacağımız anlara odaklanıyor. Yaşarken önemsizmiş gibi gelen; ama aslında kararlarımıza yön veren o anlar, kitabın temel derdi. Yazar da bu kaygıları ve dertleri aktarmada fazla özenli davrandığı için önünüzde kılçıksız bir kitap var şimdi.
“Çıplak oğlanlar uzuvlarını elleriyle kapatarak, annelerinin rahmine geri döndüler. Sandığın üzerinde genç bir kadının sayılamayacak kadar göz nurunun hapis kaldığı, beyazlığı bir hapishaneyi beş yıl boyunca aydınlatacağı kesin olan işlemeli örtü, hanımefendinin kızıl tırnaklarına takılınca yere düştü.”
Kitapta yer alan “Tilkiler” öyküsü, kitabın iskeletini oluşturan öykülerden. Yazar, bu öyküde konuşmanın yükünü masaya yatırıyor. İkili ilişkilerde genelde daha çok sorumluluk alanın başlattığı diyalog, burada havada süzülüyor. Kadehlere çarpıyor, yere düşüyor; ama bir türlü karşıdaki insana ulaşmıyor. Masaya yatırılan bir karar da var havada ve diyaloğun kurulmasını sağlayan tilkiler adeta uçuyor. Kadının zihnindeler ve kırk taneler! Mor, sarı, mavi, yeşil, beyaz ve kara tilkiler. Masadaki ana yemek ise evli ve çocuklu bir adamın, ilişki kurduğu diğer kadının hamile olduğunu öğrendiği zaman verdiği tepki. Üç ay önce, henüz kadının hamile olduğunu bilinmiyorken, adamın kadına gösterdiği sevgi hatırlatılıyor. Bir an, kadının hamile olduğunu söylediği an, sevgiyi de bıçak gibi kesebiliyor mu? Kesebiliyor, kesmiş. Kadının çocuğu doğurup tek başına büyütmek istemesi de adamın yalvarır halini dizginleyemiyor; ama kadını düşündüğü için değil, “kadın başına” o çocuğa kimsenin desteği olmadan nasıl bakacak bunu düşündüğü için değil, yine kendi için. Ya bir gün elinde bir çocukla karşısına çıkarsa adamın? Hayır çıkmaz, çünkü çocuk senden değil. Ağzı kanlı kızıl tilki devrede.
Erkeklerin ve özellikle heteroseksüel erkeklerin kendilerine kurdukları dünya hayli benmerkezci, bunu biliyor ve her geçen gün deneyimliyoruz zaten; ancak Kurban, kitapta gözden kaçırdığımız ve zaman zaman unuttuğumuz başka bir yaşama biçimine de yer veriyor: Engelli bir yaşam veya engelli biri olmak. Kitapta yer alan öykülerin büyük bir kısmında, öykülerin doğmasını sağlayan insanlar uzuv kaybından “sakatlığa” doğru ilerliyor. Somut bir engelli olma hâli değil, bazen öyle ama genelde değil. Sözlerimiz ve bakışlarımızda, hareketlerimizle birbirimizi “sakat”ladığımız anlara odaklanıyor bu kez Kurban. Sosyal hayata uyum sağlamakta bir sorun yaşamayan Sevil; kumral saçlı, orta boylu ya da yeşil gözlü değil, “topal” olarak tanımlanıyor. Hoşlandığı erkeğe telefonu uzatan kadın, Sevil için böyle diyor: “Topal arkadaşın arıyor.” Sevil, bunu duyduktan sonra o akşam biletini hazırda tuttuğu ve hoşlandığı erkeğe gitme davetinde bulunacağı tiyatroya gitmiyor. O telefon, Sevil’in diğer bacağına da zarar veriyor...
Kocası o kadından ayrılsın diye büyü yapanlar, aldatılanlar, hakkı yenenler, bir bebeğe tek başına bakmak zorunda kaldığı için saatin güçlü vuruşlarını dinleye dinleye geceyi gündüz edenler; bitmeyen geceler, durmadan ağlayan ve sadece annesinden ilgi bekleyen küçük çocuklar, kimsenin haberi olmadan başka hayatlar kuran hayat arkadaşları, dilini bilmemize gerek kalmadan herkesten yakın hissettiğimiz arkadaşlarımız, dostlarımız. Sofya Kurban’ın cebinden dökülen taşlar, bugüne dek omuzlarınıza yüklenen ağırlığı hafifletmeye yardımcı. Kitabı okudukça siz de taşlarınızı dökerek ilerlemeye devam ediyorsunuz çünkü.