BRIAN THILL
çev. Gökçe Çiçek İthaki Yayınları 2021 112 s.
"Yüzyıllar boyunca günlük yaşantımızın gözden çıkartılmış tüm maddi atıklarıyla olan ilişkimiz onları aşağılama ve ortadan kaldırma, kendimizden uzaklaştırma üzerine gelişmiş. Atıklarla olan ilişkimiz bu yönüyle yabancılarla ve ötekilerle olan ilişkimize benziyor. Bizim gibi olmayan ve bize benzemeyen şeylerden korkuyor, sözgelimi bir çöpe dönüşmeden önce nasıl kullanıldıklarını tanımlayamadığımız için onların ‘kötü’ olduklarına karar verip kendimizden uzaklaştırmak istiyoruz."
“Atıklar kadar uzun yolculuklar yapmış ve bu kadar geniş bir çevreye yayılmış başka hiçbir insan yapımı nesne yok.”
İthaki Yayınları’nın “Minima” serisinden çıkan Atık, serinin diğer kitapları gibi günlük hayatımızda sıkça karşılaştığımız, sorgulamadan kabul ettiğimiz ve hatta sürekli onlarla meşgul olduğumuz için bazen fark etmediğimiz nesneleri farklı açılardan değerlendirme imkânı sunuyor. Brian Thill’in Atık’ı önemli, çünkü yaklaşık yirmi-otuz yıldır dikkat çekilen iklim krizi ve felaket mertebesine ulaşan ekolojik problem uyarılarının özellikle son yıllarda somut şekillerde gözlerimizin önüne serilmesiyle tüm dünya vatandaşlarınca ‘o kadar da uzak tarihlerden bahsetmediğimiz’ anlaşıldı artık. Eyleme geçmek zorundayız.
Konuşan Sahil başlığıyla ilk sayfalarından itibaren kitap ‘atık’ olarak isimlendirdiğimiz bu kavramın ne olduğunu ve içerisine nelerin girdiğini tartışmanın yanında, asıl amacının bundan daha ötesini düşündürmek olduğunu vurguluyor. Eskiden işe yarayan, insanlarca çeşitli sebeplerle arzulanan ama artık hiçbir şey ifade etmediği için hayatlarımızdan uzaklaştırdığımız atıkların sadece somut dünyamızla kurduğumuz ilişki ve yol açtığımız ekolojik problemlerle değil, bütün bir düşünsel dünyamızda birbirimizle kurduğumuz ilişkilerle ve toplumsal problemlerimizle de yakından bağlantısı bulunuyor. Yazarın henüz eserinin ilk sayfalarında bu somut nesne yahut nesneler yığınını tarif etmek için çoğunlukla zihinsel uğraşları hedefleyen felsefe tarihinden bir örnek vermesi boşuna değil.
Somut dünyamızdan baktığımızda atıklar evselden endüstriyele geniş bir tanım yelpazesine sahipler, ancak atıkları işlevsel olarak değerlendirdiğimizde, şu an dünya üzerinde yaşayan bizlerden önceki uygarlıkların, toplumların eserlerinin her birinin de, kategorileri “anıt” yahut “tarihi eser” de olsa birer atık oldukları sonucuna varabiliyoruz. Geçmişin görkemli dönemlerini hatırlatan, arkeoloji gibi pek çok bilim dalının katkısıyla bizlere insanlığı anlamak için birer pencere sunan ve önlerinden her geçtiğimizde içimizi belirli belirsiz bir geçmişe özlem hissiyle dolduran bu yapılardan geriye çoğunlukla birkaç sütun taş, birkaç solgun eskiz kalmış oluyor. Bu anlamda onları harabelerden ve şehir içindeki herhangi bir metruk alandan ayıran tek şey onlarla kurduğumuz ilişkilerle ve bütününde onlara yüklediğimiz anlamla ilgili. Yazar uzun zamandır biriktirdiğimiz ve artık onları düşünmekten kaçamadığımız atıkları değerlendirmek için çıktığımız yolda en büyük yol göstericimizin bu anlamlarla ilgili olması gerektiğini düşünüyor.
Kitabın genelinde yazarın örnekler vermek için isabetli bir şekilde seçtiği cam şişeler, ağaçların dallarına takılan plastik poşetler yahut günümüzde iletişim ve haberleşmemizi borçlu olduğumuz uydular gibi somut nesnelerden yola çıkarak karşılaştırmalar yapıyor, neticede üzerinde durulması gereken, soyut sonuçlara ulaşıyoruz. Bunların arasında en dikkat çekici olanı atıkların eşikte sürdürdükleri varlıkları olabilir. Atıklar doğanın bir parçası değiller ve özellikle “çöp” olarak isimlendirdiğimiz kategorileri, yüzyıllar boyunca doğada çözünemeyecekleri yapıları ile, eğer geri dönüştürülemiyorlarsa doğaya zararlılar. Doğanın parçası olmayıp da doğanın üzerinde bu denli olumlu yahut olumsuz etkileri olan olgular insan, yani kültür ürünü olarak değerlendirilirler. Fakat atıklar artık insan hayatının içerisindeki yerlerini kaybettikleri için, işlevsiz kaldıkları için, artık arzulanmadıkları ve kullanılmadıkları, hatta istenmedikleri için kültürün de bir parçası değiller. O halde ister onları birer tarihî hatıra olarak görelim istersek de birer çöp, atıklar tıpkı ne deve ne de kuş olabilen devekuşu gibi, eşikte kalmış ve henüz ismini koyamadığımız bir başka kavram haline geliyorlar. Bizden bu denli uzakta olan ve istenmeyen nesnelere atık dememizin bile anlamı yok, çünkü atığın herhangi bir anlam taşıması için kendisini atanlarla bir ilişkisi bulunması gerekiyor. Halbuki günümüzde ürettiğimiz atıkların pek çoğu göz önüne çıkmak için nesiller sonrasını bekleyecekler.
Yüzyıllar boyunca günlük yaşantımızın gözden çıkartılmış tüm maddi atıklarıyla olan ilişkimiz onları aşağılama ve ortadan kaldırma, kendimizden uzaklaştırma üzerine gelişmiş. Atıklarla olan ilişkimiz bu yönüyle yabancılarla ve ötekilerle olan ilişkimize benziyor. Bizim gibi olmayan ve bize benzemeyen şeylerden korkuyor, sözgelimi bir çöpe dönüşmeden önce nasıl kullanıldıklarını tanımlayamadığımız için onların ‘kötü’ olduklarına karar verip kendimizden uzaklaştırmak istiyoruz. Fakat buna rağmen, yüzyıllar boyunca insan hayatında bir işlevi bulunan soyut ya da somut tüm uygulamalar hayatta kalmaya devam ederken ve işlevini kaybeden tüm soyut ya da somut uygulamalar ise değişip dönüşür yahut unutulurken, atıklar her gün yürüdüğümüz sokaktan tatillerimizi değerlendirdiğimiz sahillere kadar mekânın birer ayrılmaz öğesi, birer demirbaşı gibi varlıklarını sürdürüyorlar. Ne bize ait ne de bizden gayrı bir biçimde eşikte varlığını sürdüren bu nesneleri nereye koyacağımızı, nasıl adlandıracağımızı bilememek bizleri ta en başına, nesnelere isim verdiğimiz ve bu sayede üzerlerinde bir kontrol elde ettiğimize inandığımız zamanlara geri döndüren yeni bir problem haline geliyor.
Atık tüm bu sorgulamaları ve zaman zaman sorulara yanıt olarak sunduğu tartışmalı cevapları popüler kültürün pek çok alanından örneklerle zenginleştirerek okuyucuya yöneltiyor. Bilimkurgu dizilerinden realityshow’lara, edebiyatın incisi distopyalardan insanın uzay yolculuğuna kadar pek çok noktadan atıklara yaklaşıyor, birer tüketim toplumu üyesi olarak bu kavrama bakış açımızı genişletmeye çalışıyor. Bu noktada üzerinde durulması gereken ve dikkat çeken bir başka konu başlığı ise şüphesiz ki dijital atıklar. Atıklarımızı somut olarak görmememiz onların var olmadığı anlamına gelmiyor. Gün içerisinde bilgisayar ekranlarımızda açtığımız ve hiçbirini tamamen gözden geçirmeye vaktimizin olmadığı onlarca sekme de, mobil ekranlarımızdan yıllar önce paylaştığımız, ancak varlığını bile unuttuğumuz tweet’ler, gönderiler de birer atık. Bütün bunların elimizde tutup taşıyabileceğimiz somut bir varlıkları yok, ancak onlar da yok olmuyorlar ve birikmiş bir atık yığınını elektronik ortam üzerinde oluşturmaya devam ediyorlar.
Atıklara olan yaklaşımımız tarih içerisinde pek çok sosyo-ekonomik anlama sahip. Bu anlamlara teknoloji ve küreselleşmenin de katkısıyla yenileri ekleniyor; her bir anlam yeni bir soruna evriliyor. Dünya görüşümüzün büyüklüğü atık sorununa bakışımızla paralel şekilde ilerliyor. Bir zamanlar küçük bir gölün fabrikamızın atıklarını kaldırabilecek kapasitede olduğuna inanıyor ve ona göre hareket ediyorduk. Birkaç yüzyıl sonra göllerin değilse bile okyanusların atık yükümüzü sırtlayacağına inanıyor ve tüm atıklarımızı buraya yönlendiriyorduk. Yerleşim alanlarımızdan uzak olan, ne görüntüsüne ne de kokusuna rastlayabileceğimiz mesafedeki tüm çöller yahut bizlerden daha az gelişmiş olan ülkeler, birer birer atıklarımızı uzaklaştırmak için seçtiğimiz mekânlar hâline geliyor. Günümüzde uzay pek çoğumuz için o kadar engin ki, gönderdiğimiz uyduların yaratacağı çöplüğün büyük karanlık boşlukta sadece minicik bir yer kaplayacağına inanıyoruz ve buraya yolladığımız atıklara belki bir kez daha dönüp bakmıyoruz bile. Fakat tarihin birçok kez göstermiş olduğu üzere çoğunlukla haklı çıkmıyoruz. Buna rağmen atıklar güncel hayatımızda son zamanlarda yaşadığımız atık kaynaklı müsilaj sorunu gibi, ancak kendilerini acilen çözülmesi elzem olan bir problem şeklinde gösterdiklerinde dikkatimizi tam anlamıyla üzerlerine çekiyorlar.
“Eğer çağımız bize bir şeyler öğretecekse, bu bir yere atıp arkamızda bıraktığımız her şeyin sonunda bize geri döneceğidir” diyor yazar. Atık’ın önemi ise kendi ellerimizle yarattığımız bu problemin çözümünün sorunu algılama biçimimizle başlayacağını okura göstermesi. Aksi halde tüm yaptıklarımız sorunun belirtilerine birer yara bandı yapıştırmak olacak.
•