MANUEL BENGUİGUİ
çev. Aysel Bora Yapı Kredi Yayınları 2020 112 s.
Fransız romancı Benguigui’nin bu kısa anlatısı, okuyucuları bir anda savaşın ve yağmanın yıkıcılığı içerisinde bırakıp, onlara bu keşmekeşten bir çıkış yolu sunmaya çalışıyor. Kitap boyunca, Ludwig’in attığı her adım okuyucuların bu çıkışı bulması noktasında bir önem arz ediyor.
“Ludwig çok küçük yaştan beri kendini sanata kaptırmıştı. Eserlerle, eserler için yaşıyordu, başka bir şey için değil. Onlara bakmak, sadece bakmak bile onun temel besin kaynağı idi. En başta da tablolar, tuvaller ve panolar. Ludwig dünyayı ve sakinlerini hiç umursamıyordu. O sadece sanatı seviyordu, sadece sanatı görüyordu, arkasındaki insanları değil. Bu arada sanatçılar paçayı kurtarırlarsa ne âlâ. İnsanlık onu ilgilendirmiyordu, o sadece insanlığın yarattığı şeyleri görmek istiyordu.”
Manuel Benguigui’nin Alman Koleksiyoncu adlı eseri, kendini insanlık tarihinin en kanlı savaşı olan II. Dünya Savaşı’nın ortasında bulan bir sanatseverin hikâyesini konu alıyor. Profesyonel bir asker olan Ludwig, iki dünya savaşı arasında kendini kelimenin tam anlamıyla sanatı tecrübe etmeye adıyor. O galeri senin, bu galeri benim diyerek bütün Avrupa’yı gezen, galerilerin kataloglarını defalarca hatmeden, sanatı adeta somut bir varlık olarak özümseyen Ludwig’in kaderi, 1940’lara doğru tekrar cepheyle kesişiyor ve sanat tecrübesi haliyle son buluyor. Belli bir süreyi cephede sanattan uzak, eski yaşantısını özleyerek geçiren Ludwig’in karşısına bir fırsat çıkıyor. Paris’in işgali esnasında Ludwig, Führer’inemriyle kurulan ve ERR (Einsatzstab Reichsleiter Rosenberg) adını alan, kültürel varlıklara müdahale ekibinin içinde buluyor kendisini. ERR’in yaptığı, Nazi doktrininin tasvip ettiği eserleri belirleyip onları Alman mülkü haline getirmek, bu sınıflandırmanın dışında kalan eserlerden ise kurtulmak.
“Güzellik saklanmış, sinmiş, görünmezi oynarken Ludwig güzelliği aniden yakalamayı seviyor.”
Ludwig, bilhassa Yahudi asıllı Parislilerin eserlerine el koyma görevlerini üstleniyor. Eserde haklı olarak yağma adının verildiği bu süreçte Ludwig birçok eserle haşır neşir oluyor. Yağmalanan eserlerden tutulmaya değer bulunanlar, ironik olarak Paris’in modern sanat merkezlerinden biri olan Jeu de Paume’da biriktiriliyor.
Yaptığı işe özü itibariyle hiçbir zaman tam anlamıyla hevesli olmayan Ludwig’e, bir şekilde sanat tecrübe etmesine fayda sağlasa da bu meslek belli bir yerden sonra fazla gelmeye başlıyor. Eserleri fiilen toplamak yerine onların fotoğraflanıp bir kataloğa geçirilmesi işini üstleniyor. Bu esnada, Galeri Jeu de Paume’da Lucette isimli bir kızla tanışıyor ve işlerin seyri değişmeye başlıyor.
Bizi Alman işgalindeki Paris sokaklarında bir sanat tarihi sergisinde dolaştıran yazar, tüm bunları öyle bir ustalıkla yapıyor ki eser bir galeriyi gezer gibi akıp gidiyor. Sanki bir özetmiş gibi sıralanan uzun paragraflar ve paragraf içindeki ani olay akışlarıyla metin baş döndürücü bir hâl alıyor. Benguigui’nin biçemi, okuyucuya âdeta bir galeriyi gezdiği izlenimini veriyor. Neticede bir sergi gezerken, bilhassa içerisi kalabalıksa, eserleri tecrübe etmek için çok fazla zaman ayırmamız pek mümkün olmaz. Genellikle, katalogdan okumak suretiyle, eser hakkında genel bir bağlam edinmek ile yetinmekle kalırız. Bu esnada eserin görselliği bizim için ortamın akışı gibi geçici bir hâle gelir. Alman Koleksiyoncu’nun olay örgüsü tam da bu hissiyatı cümlelere dökecek bir şekilde kurgulanmış. Paragraflar öyle uzun, bölümler ve cümleler öyle kısa ve derinlik o kadar az ki, bir galeriyi gezerken yaşadığımız sorunların her biri, kitapta okuyucunun önüne seriliyor ve tüm bu çaba, yazarın üslubuna ustaca yediriliyor. Bu üslup, ilk bakışta okuyucuya yorucu gelse de yazarın bunu bilinçli bir ustalıkla yaptığı anlaşıldığında, eserden alınan keyif daha da artıyor. Bu “galeri üslubu”, yazarın adeta bir küratör gibi okuyucuya Ludwig’in dilinden sık sık sanatçılar sunması ile taçlanıyor. Böylelikle Alman Koleksiyoncu sadece bir roman olmanın ötesinde ustaca kür edilmiş, tarih perspektifindeki bir galeriye dönüşüyor.
“… Ludwig kendi usulünce bir yaratıcı. Eseri olmayan bir sanatçı. Çünkü görmek, yaratmak demek.”
Kitabın anlatı kaygısı bunlarla sınırlı değil. ERR için eser yağmalamayı bir türlü sanatseverliğine yediremeyen Ludwig’in dilinden, sıkça mükemmeliyetçi Alman rönesansı sanat anlayışına eleştiriler gözlüyoruz romanda. Gerek Göring’in Carinhall’deki evine yaptığı ziyaretler esnasında, gerekse genel anlamda görevini ifa esnasında Ludwig, içinden hep sanatın yanlış ellerde gezdiği düşüncesini geçiriyor içinden. Sanat açısından bencil denebilecek bu anlayış, esasında sanatın politikaya alet edilmesine karşı çıkmıyor. Ludwig’in karşı çıktığı, sanatın ideolojik bir aygıt olarak ele alınıp yalnızca ideolojinin uygun gördüğü tipe uygun olanların makbul bellenmesi. Yani, sanatın takdir edilmesi sırasında ideolojik bir değerlendirme yapmak, Ludwig’in karşı çıktığı sanatı ele alış yöntemi. Anlatıda, eserlerin ERR tarafından yağmalanması esnasında kullanılan “o pis elleriyle…” tarzı betimlemeler, Ludwig’in içinde bulunduğu örgüte duyduğu organik nefretin yanı sıra, aynı zamanda Ahmet Haşim’in ifadesiyle “şahsî ve muhterem olan” sanata karşı tutumundan ileri geliyor. Ludwig her ne kadar örgütün içinden Nazi bir Alman da olsa bu esnada, diğer tüm kimliklerini geride bırakıp salt sanatçı kimliğiyle okura sesleniyor. Böylelikle okur olarak, Naziler gibi vahşi bir sistemin içinden biri dahi olsa sanatçı kimliğinin, kanlı dünya savaşı esnasında uygulanan haksız fiillere ne derece kayıtsız kalamadığını daha net bir biçimde gözlemleme şansına erişiyoruz.
Ludwig’in ERR’ye ve Nazi partisine karşı tutumu Jeu de Paume’da çalıştığı sırada Lucette ile tanıştıktan sonra artık itiraf etmekte beis görmediği bir antipatiye dönüşüyor ve bir gün Lucette’in hata sonucu kurşuna dizilmesi neticesiyle artık geri dönülmez bir boyut kazanıyor. Nazi kimliğinden uzaklaşıp sine-i millete çekilmeye çabalarken, geçmişiyle yüzleşmediğini fark ediyor. Romanda tüm bunlar, yani Ludwig’in bir Nazi olarak ERR’de eser yağmalaması, bu işten tiksindiğini fark etmesi, Lucette ile tanışması, Lucette’in ölmesi… öyle baş döndürücü bir anlatı zinciri ile gerçekleşiyor ki, anlatının Ludwig’in iç dünyasına dair herhangi bir derinliğe ulaşma şansı kalmıyor. Bunun yerine yazarın yaptığı, iç dünyaya ilişkin çıkarımları okurun takdirine bırakmak. Olayların böylesine alışmamış bir serilik ile gerçekleşmesi, okura oldukça geniş bir düşünme alanı bırakıyor. Bu esnada Ludwig’in yaptığı her fiilin, moral açısından üstüne sayfalarca yazılabilecek sonuçları olabiliyor.
“Lucette harikaları sahiplerine geri vermek için kurtarmak istiyordu, Ludwig ise onları hödüklerin gözünden uzak tutmak, onların elinden kurtarıp korumak ve onlara sonu gelmemecesine bakmak için”
En nihayetinde Ludwig, kendisini Direniş’in içerisinde buluyor. Nazilerin arasından ayrılması, ifa ettiği eser yağmalama görevinden de ayrılması anlamına geliyor. Ama elbette, eserlerden ayrılmıyor, bu mümkün değil. Öte yandan Ludwig, tüm bu karmaşanın sonunda, savaş sona erip Almanlar ağır bir yenilgiye uğradıktan, Paris ise işgalden kurtulduktan sonra, yeniden eserlerle, tablolarla, panolarla ve yalnızca bunlarla haşır neşir olabilme şansı elde ediyor. Bu sefer tek bir farkla; Ludwig artık tablolarda, kaybettiği aşkı Lucette’i arıyor. En sevdiği, kalemine en çok saygı duyduğu sanatçıların, sevgilisini nasıl resmedeceğini tahayyül etmekle geçiyor günleri. Böylelikle Ludwig’in tablolara olan aşırı hayranlığı tek amacını buluyor: Aşkı yeniden yaşamak. Tabloların onda uyandırdığı tüm güzellik düşünceleri, Lucette’in güzelliği ile birleşiyor ve ikisi Ludwig için karşı konulmaz bir birleşim haline geliyor. Sanat anlamındaki güzel, aşkın güzelliğiyle bir araya geliyor. Ludwig hayata gözlerini bu tatmin olma hissini elde ettikten sonra kapatıyor.
Fransız romancı Benguigui’nin bu kısa anlatısı, okuyucuları bir anda savaşın ve yağmanın yıkıcılığı içerisinde bırakıp, onlara bu keşmekeşten bir çıkış yolu sunmaya çalışıyor. Kitap boyunca, Ludwig’in attığı her adım okuyucuların bu çıkışı bulması noktasında bir önem arz ediyor. En nihayetinde anlatı, mutlu diyebileceğimiz bir kapanışla son buluyor. Mutlu sonlara gerçek hayatta fazla alışkın olmadığımızdan olacaktır, bu tarz bitişlerin romanın oturduğu temellerin sağlamlığını sorgulamaya açık hale getireceğini öne sürmek mümkün. Ancak unutmamamız gerekir ki, kitap bir çıkışı anlatıyor. Savaşın karanlığında, eserlerin kan ve barutla kirlendiği bir kargaşanın ortasından aşkla, sevgiyle sıyrılabilmek ve en sonunda güzeli yakalayabilmek. İnsan belki de bu çıkışa olan inancını kaybetmemeli, yazara göre.
•