DERYA BENGİ, ERDİR ZAT
YKY 2020 büyük boy, 400 s.
"Her Savaştan Bir Yara", Cumhuriyetin popüler kültür haritasını çıkarmayı hedefleyen kitap dizisinin 1923-1950 arasını ele alan cildi... Alfabetik olarak düzenlenmiş kitap internet dünyasının hipermetin özelliğini de basılı ortama taşıyor: Her maddeden ilgili başka maddelere referanslar konmuş, böylece okur ilgilendiği konular üzerinden maddeden maddeye sıçrayarak kendi yolunu çizebiliyor...
Geçmişe baktığımızda gördüğümüz olgulardan biri de zaman zaman değişimlerin, dönüşümlerin hızlandığı ve yoğunlaştığıdır. Eskilerin geride kaldığı, terk edildiği, yerlerine yenilerinin konulduğu veya en azından konulmak için girişimlerin başlatıldığı böylesi dönemler, her yerde olduğu gibi ülkemizde de yaşanmış ve toplumsal yaşam eskiye nazaran farklı bir şekilde devam etmiştir. 1923-1950 dönemi, yani Cumhuriyet’in ilanı ve ardından yapılanlar, yenilikler ve bunların kısa bir sürede cereyan etmesi yakın tarihimizin böylesi bir dönemidir.
Her Savaştan Bir Yara’nın, Sunuş yazısında Derya Bengi, “Toplumsal yaşamda nelerin, nasıl, neden, ne hızla değiştiğini, popüler kültürün şimdiki zaman folklorunun parmak izlerinden saptayıp ölçmeye çalışırken, bu toplumun zümre ve fertlerini, –1927 sayımına göre– 13 milyonluk nüfusu, imparatorluktan ulus devlete, Hilafet’ten Cumhuriyet’e geçen ‘20. yüzyıl ülkesi’nin vatandaşları olarak” ele aldıklarını ifade ediyor. Ve siyasi olayları ihmal etmeden, gündelik hayatın küçük zevklerini, alışkanlıklarını ayrıntılı bir biçimde, farklı yorum ve algılarıyla birlikte anlamaya ve anlatmaya çalışacaklarının altını çiziyor.
Yazarlar, konuları alfabetik olarak yan yana getirmiş. Örneğin Adalar, Afrodit Davası, Alabanda, Alkolik Musiki… gibi ismi “A” ile başlayan konular, bu harfe ayrılmış bölümde yer alıyor. Bu kısımda okuduğumuz yazılarından birinin başlığı “Aşkın Gözyaşları”. Bir milat bu: “1940’lı yıllarda Türkiye’de sinema salonlarını istila eden Mısır filmlerinin başlangıç noktasında ‘Aşkın Gözyaşları (1936)’ filmi vardır.” 1938 yılının son haftalarında İstanbul’da gösterime giren filme seyircinin ilgisi büyük olur. Gösterildiği salonların “kapıları mahşeri andırır”. Özellikle filmin şarkıları büyük ilgi çeker ve bestekâr, şarkıcı Muhammed Abdülvahab Mısır’dan sonra İstanbul’da da “Ses Kralı” olur.
Mısır filmleri, ilerleyen 10 yıl boyunca salonlardan hiç eksik olmaz. Ancak bunun tek nedeni bu filmlerin gördüğü ilgi değildir. “İkinci Dünya Savaşı yıllarında film ithal etme zorluğu, daha doğru bir tabirle ithal edilecek film yokluğu daha önemli bir etkendir.” Fransa ve İngiltere’de film üretiminin yapılmadığı, ulaşım yollarının kapalı olduğu bu yıllarda Mısır filmleri “yaraya merhem” olmuştur.
Mısır filmlerinin bir başka etkisi müzik alanında olur. Kahire Radyosu’nun yıldızı Ümmü Gülsüm’den dolayı 30’lu yılların ortalarından bu yana dinleyicinin ilgi gösterdiği Arap müziği, kısa sürede salonlarda en çok duyulan müzik olur. Konunun değişik bir yanı da bu şarkılarının bazılarının sözlerinin Türkçe oluşudur. Çoğu kez Müzeyyen Senar’ın sesinden Sadettin Kaynak besteleri duyulmaktadır. “Kaynak, bu besteleri filmdeki zaman aralığı ve konuyu gözeterek ve bazen makam ve usullere uyum göstererek sıfırdan yapmıştır”. Kitaptan “Enginde yavaş yavaş”, “Derman kâr eylemez”, “Leyla bir özge candır” gibi şarkıların böylesi eserler olduğunu okuyoruz.
1938’de İstanbul’da gösterime giren “Aşkın Gözyaşları” filminden…
Her Savaştan Bir Yara’nın bir başka özelliğini, her maddenin sonunda ilgili diğer maddelerinin belirtilmesini, burada görüyoruz: malumat sahibi olmak isteyenlere, “Radyoda Alaturka Yasağı” ve “Nasılsınız mı?” makalelerine bakmaları tavsiye ediliyor. Kitapta müzik ve sinema hakkında pek çok yazı bulunuyor. Tabii sık sık kendilerine başvurulan dönemin gazeteci ve edebiyatçılarının yazdıklarını da okuyoruz. “Cumbadan Rumbaya”, “Çarliston”, “Denizkızı (Eftelya), “Yanık Ömer”, “Sevdim Genç Bir Kadını”, “Lüküs Hayat” vb. yazılar dönemin müzik dünyasını bugünlere taşırken, “Vatan ve Aşk”, “Tamilla”, “Şarlo Diktatör”, “Sesli Filmlerin Söz Söyleyeni”, “Cinotri”, “Hangi Artistle Evlenirsiniz” ve benzeri yazılar da sinemanın yaşamdaki yerini mercek altına yatırıyor.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe kadın konulu çok sayıda yazı okuyoruz. Bazılarının başlıkları şöyle: “Biçki, Dikiş”, “Daktilo Aranıyor”, “Flapper”, “Fahişe İstatistikleri”, “Haraşo”, “İpek Çorap Savaşı”, “Nü”, “Singer”, “Vurun Kahpeye” … Tüm bu yazılarda, kimi zaman küçük bir ayrıntı gibi görünen bir olgudan, olaydan hareketle kadının yeni dönemdeki yerinden, geçirdiği değişimden, toplum kesimlerinin konuyu algılayışlarından söz ediliyor. Örneğin “İzdivaç” başlıklı makalede bir “anket”ten hareketle dönemin eş olarak kadın algısı ele alınıyor. Okuyalım:
“Haftalık Mecmua’nın 1 Kasım 1926 tarihli sayısında başlayan ilk anket, “Leyla Hanım’ı Kim Alacak?” adını taşıyordu. Hayali gelinin kısmeti okuyucuların oylarıyla belirlenecekti. On hayali damat adayı teker teker (tanıtıldıktan sonra oylama yapılacak) kazanan 1927 Şubat’ında açıklanacaktı.”
Ayrıca oy verenler arasında yapılacak bir çekilişte de ödüller verilecektir. Günler ilerledikçe derginin tirajı artar, anketin yarattığı heyecan büyür! Peki, kimdir bu kısmetini oylamada arayan gelin adayı? Leyla, 19 yaşında, varlıklı bir ailenin uzun boylu, kumral, güzel bir kızıdır. Küçük yaşlarda mürebbiyesinden Fransızca öğrendikten sonra Alman mektebinde okumuş ve iyi piyano çaldığı gibi, alaturka bilgisini de tambur çalacak kadar ilerletmiştir. Dedesi İstanbul ve İzmir’de çok sayısı mülkü bulunan emekli bir paşadır, babası ise ticaret erbaıdır. Ve “ahlak itibariyle emsalsiz”, zeki bir kız olan Leyla okuyuculara sormaktadır: “Beni kime vereceksiniz?” Damat adaylarına gelince, ilki Almanya’da okumuş, kazancı yerinde bir doktordur. Ancak aile zührevi hastalıklar uzmanı olduğunu öğrenilince “biz o pis paraları tuttuğu ellerle soframıza oturacak” damat istemeyiz denmiştir. İkinci talip avukattır. Tüm meziyetlere sahiptir ama özel serveti yoktur. Leyla’nın ailesi bundan da hoşlanmamıştır. Üçüncü damada gelince, o da bir diplomattır. Aile bu sefer “biz kızımızı uzak memleketlere göndermeyiz” diyerek yüzünü ekşitir. Dört numaralı damat başarılı, kahraman bir askerdir ancak Leyla’dan 22, 23 yaş büyüktür. Aile bu farka takılır. Harp zengini olan beşinci damat, bizzat Leyla tarafından reddedilir. Meşhur bir muharrir olan bir sonraki damadı da dede gazeteciden koca olmaz deyip kabul etmez. Yedinci talip mebus ve geleceği olan bir politikacıdır, görüşülür, konuşulur ama aile bir türlü karar veremez. Ardından gelen Darülfünun profesörü de barajı geçemez çünkü hem yaşı biraz geçkincedir, hem de aylığı ve yazdığı kitaplardan başka gelir kaynağı yoktur. Akrabadan da bir aday vardır, iyi yetişmiş, Leyla ile birlikte büyümüş bir bankacı… Ancak aile “evlenirlerse ‘aynı ev içinde mutlaka sevişmişlerdir’ türünden dedikoduların çıkması”ndan korktuğu için, “elalem ne der” diyerek onu da kabul etmemiştir. Sonuncu aday yurt dışında eğitim almış, besteleri Batı dünyasında yankı bulmuş, kendisinden parlak başarılar beklenen bir müzisyendir ve Leyla’ya talip olur, aile ona da bir kulp bulur ve etrafının kadınlar tarafından kuşatıldığını söyleyerek, bestekâr genci de reddeder.
Sonunda oylama yapılır ve akrabadan, iyi eğitim görmüş, sportmen ve bankacı aday birinci gelir. İkinci aday mebus, üçüncüsü ise harp zengini tüccardır. Kısaca yeni dönemde damat adaylarında eğitim, itibarlı bir meslek, zenginlik aranmaktadır. Bir başka nokta da şu; Leyla, akrabası bankacıyla olduğu gibi mebusla da baş başa görüşme imkânına sahip olmuştur. “İlk ikiyi Leyla’nın tanışıp görüştüğü kişilerin alması (mebusla da görüşüp, çay içmişlerdir) ‘görüşücülük’ akımının” yerleşmeye başladığını göstermektedir.” Artık emrivakiiyle kız everme devri son bulmuştur.
O yılların Türkiye’sini ve değişen değerleri anlamak açısından çarpıcı bir örnek olan bu konu ile devam edelim. Anketin yoğun ilgi görmesi üzerine, Haftalık Mecmua ikinci bir anket daha düzenler ve okuyuculara şu soru sorulur: “Hangi kızla evlenmeli?” ve sekiz ideal kadın tiplemesi sunulur. Bazısı modern, bazısı geleneksel bir yaşam süren, varlıklı veya zengin olmayan, ev dışında çalışan ya da çalışmayan adaylar içerisinde en çok oyu paşa torunu ancak ilerleyen yıllarda yoksullaşmış, Yeniköy’de harap bir yalıda oturan, sinema, tiyatro, konser gibi çağdaş eğlenceleri olmayan, gününü piyano çalarak, bahçesindeki tavuklarla ilgilenerek geçiren, maneviyatı gelişkin, mümin, eli erkek eline değmemiş gelin adayı alır. İkinci olan aday da birincisine yakın özelliklere sahiptir.
Yazarlar, bu olay yaratan (!) anketin sonuçlarıyla ilgili olarak, “Cumhuriyet erkeği pek kadın-erkek eşitliğinden yana değildir (…) geleneksel Osmanlı değerleri Cumhuriyet söyleminde sürekli yıpratılır. Ama erkeğin bilinçaltında yine o kafes ardındaki gizemli (…) kalbinde hiçbir çırpıntı duymamış kız vardır” diyor.
1934 baskılı Va-Nu (Vâlâ Nurettin) ile eşi Meziyet Çürüksulu’nun yazdığı Savaştan Barışa adlı romanın kapağı…
1930’lu yıllar Cumhuriyet’in ilanının ardından başlayan devrimlerin hızlandığı yıllardır. 1928 yılında yeni alfabe kabul edildikten sonra, dilde sadeleşme hareketi başlamıştır ve nihayet 1934 yılında ilk Öz Türkçe roman yayınlanır. Savaştan Barışa adlı roman Va-Nu (Vâlâ Nurettin) ile eşi Meziyet Çürüksulu tarafından kaleme alınmıştır. Ve 26 Eylül Dil Bayramı’nda satışa çıkar. Kitabın önsözünde, Öz Türkçe ile yazılmış ilk Türkçe roman olduğu, içerisinde bir tek dahi yabancı kelime olmadığı belirtilmektedir. Kullanılan 184 yeni öz Türkçe kelime o kadar ustalıklı kullanılmıştır ki, “hem anlaşılıklı olmaktan çıkmamıştır, hem de bu yeni sözleri kendi de sezmeden okuyucuya” öğretivermektedir! Yalnızca ilk on sayfasında güçlük çekilecek ve ardından dili kolayca “sökülecek” romandan kimse bir şey anlamaz. Telgraf için telyazısı, kitap için okuş, merdiven için ayakçağ, şarkı için eyiş, dans için biyişi… denilmektedir!..
İlk öz Türkçe roman yalnız değildir, gazeteler de böyle bir dil kullanmaktadır ve bu akım bir süre daha devam eder. Savaştan Barışa adlı romanın yayınlandığı yıl, çoktan beri erkeklerin gönlünde taht kurmuş olan Josephine Baker, İstanbul’a gelir ve konserler verir. Bazı gazeteciler kendisini karabibere, siyah havyara, çikolataya benzetirken, Hüseyin Rahmi ondan “kara çengi” diye söz eder. Dünyanın en yaşlı adamı olduğu söylenen Zaro Ağa, 150 yaşında hayata gözlerini yumar. Cenazesinde aile efradından birinin “şu dünyaya doyamadan gitti” demesi herkesi gülümsetir. Aynı yıl Soyadı Kanunu çıkar ve kadınlar seçme ve seçilme hakkına kavuşur…
Yakın tarihimizi fotoğraflar eşliğinde anlatan, bu başlıklara benzer çok sayıda yazının yer aldığı Her Savaştan Bir Yara, meraklılarına şiddetle tavsiye edilir…
•