22 Şubat 2013 02:02
Taner Akçam
“Geçenlerde Gaba Tepe [Kabatepe]’deki mevzilerimizden birine yönelik şiddetli bir hücum düzenlendi. [Düşman askerleri] öyle bir gayretle saldırmışlardı ki saldırı sonrasında siperler arasındaki bölge Türk cesetleri ile doldu. Bu düşman tarafından Avustralya ve Yeni Zelanda hattını yarmak yapılmış en cesur girişimdi. Saldıranlardan bazıları Victoria birlikleri tarafından korunan siperlere kadar ulaştılar; fakat bizim askerler bu cesur düşmanın sadece silahlarını ellerinden aldılar. Ve onları esir ettiler. Daha sonra ortaya çıktı ki, saldırı günde ortalama 15 mil [yaklaşık 27 km] yalınayak yürümeye zorlanmış Ermeni [askerler] tarafından yapılmıştı. İstanbul’dan cebri yürüyüşle yola çıkarılmışlar ve üç hafta boyunca çok az yemek yiyerek yürümüşlerdi. [Cepheye] varır varmaz da, [bu] yorgun adamlara hiç bir başarı şanslarının olmadığı [bir hücum emri verilerek] düşmana saldırıya zorlanmışlardı.”[1]
Yüzbaşı Torosyan’ın anıları etrafında dönen tartışmalar, eğer gazete köşeleri terbiye sınırlarını aşan seviyesiz hakaretler için kullanılmaz ise, bugüne kadar hiç ele alınmamış birçok konuyu tartışmamıza vesile olabilir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusundaki Hıristiyan askerlerin akıbetleri ve ailelerinin sürülüp imha edilmeleri bu konuların başında gelir. Yazının başındaki alıntı, 1915 yılında Anzaklar tarafından esir alınan bir Ermeni askerin ifadesine dayanılarak verilen bir haberden alınmıştır.[2] Ermeniler arasında buna benzer çok sayıda hikâyeler anlatılır. Çanakkale’de, Ermenilerin silahsızlandırılarak cepheye sürüldüğü ve arkadan ateş edilerek katledildikleri söylenir.[3]
Torosyan tartışmalarının, sonuç alıcı ve ufuk açıcı tarzda yapılabilmesi için tarihçilerimizin bir başka hususu daha akılda tutmalarında fayda vardır. Çok bilmedikleri ve yabancısı oldukları bir alana girmeye başlamaktadırlar. Bu alan, büyük kitlesel katliamlar ve bu katliamlardan kurtulan insanların kendi hayat hikâyeleri üzerine konuşmaları ile ilgilidir. Bu Türk tarihçilerinin hiç uğraşmadıkları bir konudur ve bu nedenle söyleyecekleri şeyler konusunda son derece dikkatli olmaları gerekir. Torosyan tartışmalarında bunun farkında bile olunmadığının yeteri kadar örneği verilmiştir.[4]
Sadece bir örnek vereyim, eğer Yüzbaşı Torosyan’ın anıları üzerine tartışmayı, 1915-18 döneminde Ermeni nüfusun kitleler halinde sürülmesi ve imha edilmesi gerçeğinden kopartır ve cepheler, gemiler, tepeler ve topların çapı konusunda verdiği bilgiler ile sınırlı bir tartışma olarak yaparsanız, hem bir şey anlamaz, hem de ciddi hatalar yaparsınız. Örneğin, 1916 yılında, Osmanlı vatandaşı bir Ermeni’nin pasaport aldığını düşünür, elini kolunu sallayarak yurt dışına çıktığını iddia eder ve Amerika’ya gittiğini yazarsınız. Subay veya değil, bir Ermeni’nin1916’da, yurt dışına nasıl çıkabileceğini sormak ise kimsenin aklına gelmez.
Oysa, biliyoruz ki 1915 yılı ile birlikte tüm Ermenilerin ülkeye giriş çıkışları yasaklanmıştı. “Başkumandanlık Vekâlet-i Celîlesininmüsâ‘ade-i mahsûsası olmadıkça erkek ve kadın hiçbir Ermeninin hâricdenmemâlik-i Osmaniyeye duhûlüne ve on yedi ile elli beş yaşları arasında bulunan zükûr [erkek] Ermenilerin dahi hârice azîmetlerine kat‘iyyen müsâade edilmemesi vekâlet-i müşârun-ileyhâdan [adı geçen makamdan] iş‘âr buyurulmakla mûcebinceîfa-yı muâmele olunması.”[5] Bırakın yurt dışına çıkmayı, yurt içinde seyahat edebilmek için bile özel seyahat belgesi alınması şarttı.
Yurt dışına çıkışlar o denli sıkı kontrol altındadır ki, ABD hükümetinin tüm baskı ve ricalarına rağmen, Amerikan vatandaşı olmuş Ermenilerin bile çıkışlarına müsaade edilmeyerek ölüme yollanmışlardır.[6] Böyle bir ortamda, herhangi bir yabancı ülke vatandaşı olmayan Sarkis Torosyan’ın (asker olsun veya olmasın) bırakın nasıl pasaport aldığı, ülkeyi nasıl terk ettiği, izin olmaksızın ülke içinde nasıl seyahat edebildiği cevap verilmesi gereken ciddi sorulardır. Ama söylediğim gibi bu soruyu sormak kimsenin aklına gelmediği gibi, Torosyan’ın 1916’da normal yollarla ülke dışına çıkarak Amerika’ya gittiği, hiç tartışmasız herkes tarafından, büyük bir ifşaat olarak görüldü ve kabul edildi.
Verilebilecek bir diğer örnek, soykırımdan sağ olarak kurtulmanın ne anlama geldiği ve diaspora konusudur. Aşağıda ayrıntılarıyla göstereceğim gibi, Hakan Erdem’in kitabı başta olmak üzere konuyla ilgili yazılarda ciddi hatalar yapılmış ve maalesef akademisyenlerimiz diaspora konusundaki ön yargılarının esiri olmuşlardır. Torosyan, büyük bir kitlesel katliamdan kurtulmuş bir milletin üyesi olarak değil, kitap yazmaya vakti olan, bolca kitap okuyan, araştırma yapan ve bu araştırmalarının sonucunda tarihsel roman yazan, huzur içinde bir entelektüel olarak tahayyül edilmiştir. Bunun da ötesinde, diasporadaki milliyetçi Ermenilerin Torosyan’ın kitabını ütüledikleri, yok saydıkları gibi hiç bir araştırmaya dayanmayan, tamamıyla hayal ürünü tezler ileri sürülmüş daha doğrusu uydurulmuştur.
Benim tartışmaya katılma nedenim esas olarak bu husustu ve Ermeni soykırım bağlamı bilinmeden ve anlaşılmadan bu tartışmanın yapılamayacağını iddia ettim. Bu iddiam nedeniyle Taha Akyol tarafından “angaje aydın” olmakla suçlandım[7]; eğer yaptığı hakaretleri bir kenara bırakırsak, Halil Berktay da benzeri değerlendirmelerde bulundu ve benim tavrımı “faydacılık” ve “Ermeni severlik” olarak niteledi.[8] İddiamı burada yeniden ele almakta fayda vardır.
Gerek 23 Kasım 2012 tarihli AGOS söyleşisinde ve gerekse 24 Aralık 2012 tarihli Taraf yazısında, Torosyan tartışmalarının o güne kadar yapılış ve sürdürülüş biçimini “soykırım gerçekliğinin üstünü örtmek” olarak eleştirdim. Nedenim çok basitti. Torosyan’ın kitabı, Osmanlı ordusundaki bir Ermeni askerinin cephelerdeki anıları ve ailesinin Ermenilerle birlikte sürgün ve imha edilmesi gibi iki ana büyük bölümden oluşuyordu. Cemil Koçak tarafından sunulan 2,5 saatlik “Eski Defterler” programı da dâhil, tüm tartışmalar askeri cephelerdeki bilgiler üzerine yapıldı. Hiç kimse ama hiç kimse bu anıların cephelerdeki bilgiler kadar önemli olan, Yüzbaşı Torosyan’ın ailesinin sürülmesi ve imha edilmesi ile ilgilenmedi. Konu, üzerinde konuşulması bile gereksiz önemsiz bir ayrıntı olarak kaldı. Ve benim gibi, naçizane bu gerçeği hatırlatan birine de hakaret edildi.
Geldiğim nokta itibarıyla, “soykırımın üstünü örtmek” eleştirimin oldukça yetersiz ve eksik olduğunu kabul etmem gerekiyor. Ben aslında daha derin ve daha köklü bir sorundan söz etmek istiyordum. Ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilmek için Jürgen Habermas’a başvurmak isterim. Habermas, toplumların sosyal dokuları ve kurumları içine yerleşik, gizli bir şiddet olgusunun var olduğuna dikkat çeker ve bu şiddet sayesinde, toplumun tümü tarafından benimsenen bir iletişim tarzı yaratıldığını savunur. Bu “kolektif iletişim tarzı” sayesinde, hem bazı olguların toplumun dikkatinden kaçırılması başarılır, hem de toplumda gözle görülmez bazı sınırlamalar kurumsallaşır;[9] bu tarzı esas alan bir zihniyet dünyası örülür ve bazı konuların konuşulmaması konusunda sessiz bir antlaşma sağlanır.
Elias Siberski’den ödünç alacağım “iletişimsel gerçeklik” (die kommunikative Wirklichkeit) tanımı belki daha açıklayıcı olabilir. Siberski bu tanımı gizli örgütlerin önemli bir özelliğini açıklamak için kullanır.[10] Ona göre, gizli örgütler, üyeleri arasında yarattıkları iletişim tarzı sayesinde, içinde yaşadıkları gerçekliğin dışında bir başka gerçeklik yaratırlar. Türkiye’nin tarihi ile ilişkisi de biraz buna benzer. Biz, toplum olarak tarihimizle ilişkimizde gizli bir örgütün üyeleri gibi davranıyoruz. Kuruluşumuzdan itibaren, gizli örgütlere has bir “iletişimsel gerçeklik” yaratmış bulunuyoruz. Bu “iletişimsel gerçeklik”, bizim düşünme ve varoluş biçimimizi belirliyor. Duygularımızı tanımlayan inanç sistemlerimizi, yani bizlerin tüm sosyal-kültürel ilişkiler ağını, bizi biz yapan şeyleri biçimlendiriyor.
Sonuçta “iletişimsel gerçeklik” üzerinde konuşulan ve konuşulmayan dünyalar ve buna bağlı olarak toplumu bir eldiven gibi kuşatan kolektif bir sır yaratılmıştır. Entelektüel hayatımızdan çok basit bir örnek vereyim: İdris Küçükömer ve onun özellikle “Düzenin Yabancılaşması” adlı eseri Türk düşün hayatının önemli köşe taşlarından birisidir. Bu kitabında Küçükömer, Türkiye'nin dününü ve bugününü anlamaya yönelik son derece önemli makro bir model sunar.
Habermas ve Siberski örnekleri ile söylediklerim ışığında bu kitaba bir daha göz atınız; Türkiye'yi derinden etkileyen, solcusu ve sağcısı ile herkesi onlarca yıl bitmez tükenmez tartışmalara sokan bu kitapta, Osmanlı toplumu analizi yapılırken, nüfusun neredeyse yüzde 30’unu oluşturan Hıristiyanların olmadığını görürsünüz. Şaka değil, Küçükömer Hıristiyanların olmadığı bir Osmanlı toplumu anlatır bize. Bu, bugün Türkiye üzerine Kürtler ve Alevileri yok sayarak, Türkiye toplumu analizi yapmaktan daha vahim bir durumdur.
İdris Küçükömer’in, toplumun yüzde 30’unu yok sayarak yaptığı analizlerin ne kadar doğru olduğu gibi bir tartışmayı yapmıyorum, bu ayrı bir konu. Bundan daha da önemli bir başka hususa dikkat çekmek istiyorum. İdris Küçükömer’in, Hıristiyanları yaşamamış, yok sayan Osmanlı toplumu analizleri, sevenlerini ve nefret edenlerini hiç rahatsız etmedi ve hâlâ da etmiyor.
Torosyan tartışmaları da farklı olmadı. Kitap çıktığı andan itibaren, Torosyan’ın Hıristiyan bir asker olduğu, ailesinin sürüldüğü ve imha edildiği yok sayıldı. Tüm bir anı, sadece Çanakkale ve cepheler hakkında verilen bilgilerden ibaret telakki edildi ve öyle tartışıldı. Televizyon tartışmaları, köşe yazıları tepelerin adları, gemilerin isimleri ve batırılış tarihleri ve topların çapları etrafında yürütüldü. Torosyan’ın ailesinin sürülmesi ve imha edilmesi, üzerinde durmayı bile hak etmeyecek, önemsiz bir ayrıntı olarak bırakıldı. Tüm bunların tesadüfî olmadığını, yukarıda anlattığım zihniyet dünyasının ürünü olduğunu iddia ediyorum. Benim hatırlatmama duyulan ve en uç örneğini Taha Akyol’da gördüğümüz, “bu da nereden çıktı şimdi” tepkisinin esası da burada yatıyor.
Genel kuraldır, eğer anlaşamadığınız konuların ne olduğu konusunda bir karara varamazsanız tartışma yapamazsınız. Görebildiğim kadarıyla, Yüzbaşı Torosyan tartışmalarında henüz anlaşamadığımız konular şunlardır, cümlesini kurabilmekten uzağız. Bana göre tartışmanın birbiriyle ilişkili iki boyutu vardır. Birincisi, “bu anı ne hakkındadır” meselesidir. Anı, Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Hıristiyan asker ve ailesinin akıbeti ile ilgilidir. Torosyan, bize hem ordudaki görevlerini, hem de ailesinin diğer Ermenilerle birlikte nasıl sürülüp imha edildiğini anlatmaktadır. Tartışmalar sırasında ise Torosyan’ın sadece cepheler konusunda verdiği bilgiler tartışılmış ve ailenin imhası ile ilgili boyut yok sayılmıştır.
Aslında Hakan Erdem bu konuda bir adım daha ileriye giderek, Torosyan’ın ailesine ilişkin anlattıklarının da uydurma olduğunu ileri sürmüştür. Özellikle kız kardeşin hikâyesini, -mişli geçmiş zaman kullanarak alaycı bir dille aktardıktan sonra, “anne–babasının 1915 olaylarında hayatlarını kaybettiklerine dair” bir kanıtın olmadığını ileri sürmüştür.[11] Erdem’in, insanların soykırım sırasında öldürülüp öldürülmedikleri konusunda ne tür bir kanıt aradığını bilemiyorum. İleri sürdüğü kanıt meselesinin öldürülen bir milyona yakın insan için de geçerli olduğunun farkında olup olmadığını da bilemediğim gibi...
Tartışmanın ikinci boyutu, Torosyan’ın ne kadar gerçek bir kişi ve savaşlara ilişkin anlattıklarının ne kadar kendi hikâyesi olup olmadığıdır. Halil Berktay ve Hakan Erdem, anının esas olarak “askeri hatırat” kısmına dayanarak yazılanların hayal mahsulü olduğunu ve anının uydurulmuş olduğunu iddia ettiler ve hâlâ da ediyorlar. Bu konuda ileri sürdükleri en önemli kanıt, Hakan Erdem’in Torosyan’ın Amerika’ya 1916’da girmiş olduğunu “ispat” etmiş olmasıdır. Bu “keşif”, kamuoyu tarafından da, büyük bir başarı olarak gösterildi ve sorgusuz sualsiz benimsendi.
Halil Berktay ve Hakan Erdem, Torosyan’ın1916’da ABD’ye giriş yaptığı gerçeğinden de hareketle, onun subaylığının, cepheler hakkında verdiği bilgilerin, kitabında yayınladığı 10’un üzerindeki askerlik resimlerinin ve yayınladığı belgelerin, her şey ama her şeyin sahte ve üretilmiş olduğunu ileri sürüyorlar. Kayseri’nin Develi kazasında böyle bir insanın doğduğu, mezar taşı olduğu, 1916’da Amerika’ya gittiği, orta bir tahsilli ve boyacı/badanacı olduğu kesindir ama bunun dışındaki tüm bilgiler uydurma ve sahtedir.
Karşı tezi savunan Ayhan Aktar ise anıların Yüzbaşı Torosyan’ın yaşanmış hayat hikâyesi olduğunu, Torosyan’ın esas olarak kendi başından geçenleri anlattığını savunuyor. Soykırım sürecini yaşamış kişilerin yazdığı, abartısız yüzlerce anı kitabı okumuş olduğum için benim açımdan ortada bir sorun yoktu. Torun Louise Schreiber ile görüşmem ve birçok yeni belgeye ulaşmam, eksiği ve fazlası ile Torosyan anılarının yaşanmış bir hikâyeye dayandığı inancımı daha da pekiştirdi. Torosyan gerçek bir kişiliktir; anılarında eksik–fazla kendi başından geçenleri anlatmıştı.[12]
Louise Schreiber görüşmesi ile birlikte artık tartışmanın en azından bu boyutunun kapanması; anıların, 1920’li yıllarda, Torosyan’ın aklında kalanları Ermenice anlatması ile kaleme alındığı ve askeri cephelerde bulunmamış bir insanın bu denli detay bilgi içeren hatıra anlatamayacağı konusunda bir kuşku kalmaması gerekirdi. Torosyan’ın anlattıklarının ne derece “tarihi kaynak” olarak kullanılabileceği ise ayrı bir konudur, ona da aşağıda değineceğim.
Öyle görülüyor ki, Halil Berktay ve (muhtemelen Hakan Erdem) ortaya çıkan yeni bilgi ve belgelerin kendi söylediklerinin onaylanması anlamına geldiğini söylemeye devam edecekler ve halen de ediyorlar. Berktay’ın ana mantığı şu: Torosyan’ın savaşlar ve cepheler konusunda verdiği bilgiler öylesine yanlış ve öylesine uydurmadır ki, bu tüm anının palavra olduğunu ispata kâfidir. Louise Schreiber’in şahitliğine başvurmak ve Torosyan’ın Amerika’daki hayatı hakkında bilgi edinmek istemek ise, tam bir “tarihçilik faciası”dır.[13]
Halil Berktay’a göre, yapılması gereken konunun etrafında dönmek yerine cepheler ve savaşlar konusunda bulduğu onlarca hatadan hiç değilse iki-üç tanesinin yanlış olduğunu kendisine göstermektir. Eğer, Torosyan’ın Çanakkale ve diğer cepheler konusunda söylediklerinin doğru olduğunu gösteremiyorsak ve de belgelerin sahte olmadığını ispat edemiyorsak, yapılacak şey hem anıları, hem de bunların gerçek hayat hikâyesine dayandığı iddialarını çöpe atmaktır. Aşağıda da kısmen ele alacağım gibi, anıları kesinleşmiş bilgi ve belge sınavına tabii tutup, eldeki verilere ne kadar uyup uymadıklarına bakarak bir kenara atmaya kalkmak, son derece eksik ve yanlış bir bakış açısına denk düşer. Bu bakış, anıların tarih yazımı içindeki yeri ve nasıl tartışılmaları gerektiği konusunda esasa ilişkin bilgi eksikliğinden kaynaklanır.[14]
Louise Schreiber’den alarak yayınladığım Osmanlı belgelerinin sahte olduğu konusunda bir uzlaşma var.[15] En azından sahte olamayacakları konusunda henüz karşı bir fikir bugüne kadar ileri sürülmedi. Ben birçok nedenden dolayı bu tartışmanın devam edeceğini ve etmesi gerektiğini ileri sürüyorum. “Sahtelik” konusunda oluşmuş geniş uzlaşmaya rağmen bunu söylemem tuhaf gelebilir. Öncelikle belirtmek isterim ki, belgeleri, önemleri nedeniyle saklamam doğru olmazdı; kamu ile paylaşarak özellikle tarihçilerin dikkatine sunmam gerekiyordu. Belgenin dilindeki, çeviri sırasında bizim de fark ettiğimiz bazı yazım hataları nedeniyle, sunumda belki bir uyarıda bulunmak gerekebilirdi, bunu bir eksiklik sayarım.
Ama hatalara dikkat çekilmiş olunsaydı bile, konu gene belgelerin sahte olup olmadıkları ekseninde tartışılacaktı. Oysa ben belgelerin sahte olmadıklarını düşünüyorum. Veya daha doğru bir deyişle “sahte” veya “hakiki” olup olmadıklarının, siyah ve beyaz gibi karşı karşıya konarak tartışılamayacaklarını düşünüyorum. “Sahte” veya “üretilmiş” kelimelerinin açıklamakta yetersiz kaldığı bir durum söz konusudur. Bu nedenle bu tartışmanın zamana yayılarak devam etmesinde fayda var.[16]
Ben, Torosyan’ın sahtekâr veya şarlatan olduğu ve bu belgeleri de kendisinin sahte olarak ürettiği tezini inandırıcı bulmuyorum. Çünkü sıcak mührün, kâğıdın antedinin ve Enver Paşa’nın imzasının Torosyan tarafından üretildiği ve ana amacının da zengin olmak veya Amerikalılara hava atmak olduğu iddialarının maddi bir temeli yok. Bu, hem sahte belge üretmek konusunda hiç bir bilgiye sahip olmamak[17], hem de soykırımdan kurtulmuş insanların Amerika’daki yaşamları ve Amerikan toplumunun bu insanlara yönelik ilgisi konusunda hiçbir bilgiye sahip olmamak anlamına gelir. Aşağıda göstereceğim gibi, Amerika’da ne böyle bir ilgi, ne de böyle bir pazar söz konusu idi.
Yine aşağıda ele alacağım başka hususlarla birlikte, belgelerin Amerika’da değil, savaş sırasında yazılmış olduklarını ve Torosyan’ın komutanlarından habersiz, kendi başına bu belgeleri yapmasının da imkânsız olduğunu düşünüyorum. Bu söylediklerimin anlaşılabilmesi için, söylediklerimin, yazımın başında dikkat çektiğim ve tartışmalarda yok sayılan soykırım bağlamı içinde okunması gerekir. Öncelikle, Torosyan’ın anılarında var olan ve ama kimsenin dikkat etmediği bazı hususları hatırlatmak istiyorum.
Bize aktardığına göre Torosyan, “Ermeni katliamları hakkındaki dedikoduları” Mart 1915 civarında duymaya başlar; bahar aylarında da devlet dairelerinde çalışmakta olan Ermenilerin görevlerinden alındıklarını ve Ermeni askerlerin silahsızlandırıldıklarını bildiğini anlıyoruz. “Büyük çaplı katliamların planlandığı ve Ermeni nüfusun imha edileceğine... dair söylentiler” kulağına gelmektedir. “Kaderimin ne olacağını merak etmeye başladım”[18] der Torosyan.
Bunu takip eden sayfalarda Torosyan, Çanakkale’deki komutanı Cevat Paşa ile olan görüşmesini anlatır. Komutan, Hıristiyanların silahlarının toplanmakta olduğunu Torosyan’ın da duyduğunu bilmektedir. Ama Torosyan’ın aktif görevden alınmasını istememektedir. Ve İstanbul nezdinde, Torosyan gibi “yeri doldurulamayacak bir subayı” yanında tutabilmek için girişimlerde bulunmuş fakat girişimi işe yaramamıştır. “Hareketsiz kalakaldım” der Torosyan, “demek ki maceralı yolun sonuna gelmiştim.” Açıkça, hayatından endişe etmekte, ölümden korkmaktadır Torosyan.[19]
İstanbul’a büyük korkular içinde gider, Harbiye Nezareti bodrumunda kısa bir süre gözaltına alındığını da anlatır. Torosyan’ın Enver Paşa’dan aldığı belgenin tarihinin bu günlere denk gelmesinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Bu iddiamın anlaşılabilmesi için bir başka sosyal olgunun daha bilinmesi gerekiyor; “mesleki ahlak kuralları” (Code of Conduct) özellikle Silahlı Kuvvetler mensupları arasında çok önemlidir. Subaylar, beraber ölüme gittikleri arkadaşlarını korumak için ellerinden geleni yaparlar. Nitekim 1915 aylarında, Ermeni askerlerinin silahsızlandırıldığı, Ermeni milletinin imhasının hayata geçirilmeye başlandığı günlerde komutanları Torosyan’ı aktif görevde tutabilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Bu nedenle, bu tarihlere denk düşen Enver Paşa belgesinin komutanların bilgisi dâhilinde hazırlandığını ve sahte olmadığını düşünüyorum. Torosyan, savaşta yararlı olduğuna inanılan bir subaydır. Silahları alınmamış ve aktif birlikte kalmaya devam etmiştir. Geleceği hakkında kuşkular taşıyan, hayatından endişe eden Torosyan’ın bu belgeleri kendi başına hazırlaması imkânsızdır; çünkü kimseden habersiz, sahte belge hazırlaması ve bu belgeleri kullanmaya kalkması veya üzerinde bulundurması onun ölüm fermanı anlamına gelecektir.
Romanya cephesindeki belgenin de yine aynı şekilde gösterdiği başarılar nedeniyle komutanlarının bilgisi dâhilinde verildiğini söylemek çok yanlış olmayacaktır. Çünkü aşağıda da göstereceğim gibi, bu cephede başından yaralandığı konusunda verdiği bilgilerin doğru olduğunu biliyoruz. Ben, ideolojik görüş veya etnik kökenden bağımsız, Silahlı Kuvvetler mensupları arasında var olan “mesleki ahlak kuralları” sayesinde, Torosyan’ın aktif savaş birliğinde kalmayı başardığını ve hayatını kurtardığını düşünüyorum.
Söylediklerim çok fazla spekülasyon gibi gelebilir. Fakat yazımın girişinde de söylediğim gibi, tarihçilerimizin bu konuları tartışabilmeleri için, çok yeni bir alana girdiklerini görmeleri ve alışkın olmadıkları bir sosyal olguyu tartışmakta olduklarını fark etmeleri gerekir. Yüzbaşı Torosyan’ın anılarında, yukarıda aktardığım pasajların kimsenin dikkatini çekmemiş olmasına da bu nedenle çok şaşırmıyorum. Çünkü zihniyet dünyamız henüz bu tür okumalara hazır değildir.
Tartıştığım konuya, çarpıcı bir örnek Holocaust’tan verilebilir. Tüm bir dönem boyunca, tahmini 150,000 civarında, ırkçı tabirle “tam, yarım ve çeyrek” Yahudi asker ve subay, Nazi ordusunda görev yapmıştır. Nazilerin, Yahudilere yönelik sınırsız imha politikalarını hayata geçirdiği bir sırada, bu kadar çok sayıda (esas olarak “yarım” ve “çeyrek”) Yahudi’nin Nazi ordusunda görev yapması ve hayatta kalması şaşırtıcı gelebilir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, komutanlarının bu Yahudiler için “saf kan aryandır” diye rapor düzenlemeleri veya Yahudi subayların hazırladığı belgeleri imzalayarak merkeze göndermeleridir. Ve üstelik bu komutanların çoğu Nazi Partisi üyesidirler. Bu davranışın birçok nedeni vardır. Ama savaş sırasında bu subaylara ihtiyaç duyulması nedenlerin başında gelmektedir.
Sözünü ettiğim bu bilgileri hayatta kalmış Yahudi askerlerle yapılmış röportajlardan öğreniyoruz.[20] Bizim Yüzbaşı Torosyan veya benzerleri ile görüşme yapma şansımız yok ama üstlerinin, askerdeki Ermenilerin toplanıp imha edildiği bir dönemde, aktif savaşa katılan ve kahramanlıklarını bildikleri bir subayı korumak için bazı tedbirler almalarının hiç de tuhaf olmadığını düşünüyorum. Ama dediğim gibi bunun anlaşılabilmesi için tartışmanın soykırım bağlamından kopartılmadan yapılması gerekir.
Eklenebilecek son bir nokta da, belgelerin “sahte” olup olmadıkları ile içindeki bilgilerin doğru olup olmadıklarının birbirlerinden tamamıyla ayrı konular olduğudur. Bir belge “sahte” olabilir ama içinde aktardıkları bilgiler doğrudur veya belge “hakikidir” ama içindeki bilgiler sahtedir. Başbakanlık arşivinde özellikle 24 Nisan 1915 ve sonrasında İstanbul’da tutuklanan ve Çankırı ve Ayaş’a sürülen Ermeni entelektüelleri ile ilgili belgeler bu ikinci duruma bir örnek olarak verilebilir. Eldeki Osmanlı belgelerine göre, büyük kısmı öldürülen bu entelektüellerin çoğu ya yargılanıp beraat etmişler, ya affa uğramışlar ya da kaçmışlardır; hapiste kalanlar ise sonradan serbest bırakılmışlardır; öldürülen yoktur.[21]
Özetle, “Ermeni’dir yapar” veya “diasporadaki Ermenilere, Türkler için savaştığını ispat etmek isteyen bir kaçık” veya “Amerikalılara hava atmak için belge üretti” gibi gerçeklikle pek bağdaşmayan fikirlere sahip değilseniz, bu belgelerin “sosyal tarihi” üzerine daha çok tartışacağımızı bilmeniz gerekir. Bu nedenle, tartışmayı uzun döneme yaymakta fayda vardır.
Torosyan’ın bir hayalperest ve hatıralarının da uyduruk olduğunu ispat için ileri sürülen en önemli argüman, Torosyan’ın 1916 yılında ABD’ye giriş yaptığı iddiasıdır. Bu tez doğru değildir, yanlıştır. Hakan Erdem, Torosyan’ın 1916’da ABD’ye giriş yaptığını gösteren, 1916 yılına ait herhangi bir giriş kaydı göstermemiştir, gösterememiştir, çünkü yoktur. Tüm iddia, burada da yayınladığım, Torosyan’ın 1920 giriş kaydı üzerinde, “daha önce Amerika’ya geldiniz mi?” sorusu hizasında, elle yazılmış “1916, 6 ay” notunun varlığıdır. Bu 6 ayın, hangi aylara tekabül ettiği ise belli değildir. (Bakınız Belge 1-A ve 1-B)
Belge 1-A:23 Aralık 1920 Gemi Yolcu Listesi, sayfanın sol tarafı; Torosyan’ın ismi 25’inci sıradadır.
Torosyan’ın ABD’ye 1916 yılı giriş kaydı olmadığına göre, ortada dört ihtimal vardır; a) Torosyan 1916’da kaçak giriş yapmıştır; b) 1916’da kanuni yollardan girmiştir ama bu yıla ait giriş kaydı bulunamamaktadır; c) yalan söylemiştir; d) bu bilgi yanlışlıkla oraya kaydedilmiştir. Görüldüğü gibi ortada kesin bir kanaat değil ancak spekülasyon yapılacak bir konu söz konusudur. Ve bu spekülasyonun, yani Torosyan’ın ABD’ye 1916’da girmiş olduğu bilgisinin doğru olabilmesi için tek bir koşul vardır; Torosyan’ın, 1920 yılındaki girişi sırasında, sınırda doğru bilgi vermiş olması gerekir. Hakan Erdem’in bu spekülatif durumu kesin bir bilgi olarak sunmasını anlamakta zorlandığımı itiraf etmek zorundayım.
Belge 1-B: Yolcu listesi belgesinin sağ tarafı; 1916 ibaresi için 25’inci sıraya bakınız.
Saydığım alternatifleri sıra ile ele alırsam ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır; a) Torosyan’ın ABD’ye kaçak girdiği ve bu nedenle 1916 kaydının olmadığını iddia etmek çok sorunludur ve tartışmak bile gereksizdir;[22] b) Torosyan’ın ABD’ye kanuni yollarla, kendi pasaportu ile girdiği ve çıkış yaptığı ama buna ilişkin kayıtların bulunamadığı daha akla yakın bir seçenek olarak durabilir. En azından, konu üzerine çalışan uzmanların aktardıklarından, bazı göçmenlere ait giriş kayıtlarının bulunamıyor olduğunu biliyoruz. En büyük neden ise, giriş sırasında isimlerin yanlış yazılmasıdır. Fakat Torosyan için bu seçenek iki temel nedenden dolayı hemen hemen imkânsız gibidir.
Birincisi, bu durumda Torosyan’ın 1915 sonları veya 1916 başlarında, Osmanlı topraklarını kanuni yollarla, kendi pasaportu ile terk etmiş olması gerekir ki, Ermenilerin ülkeden giriş çıkışları yasak olduğu için bu imkânsızdır. Torosyan’ın, Talat Paşa’nın özel izni ve aldığı pasaport ile ülkeyi terk etmiş olduğunu düşünmek bile gereksizdir.
İkincisi, Torosyan 1916’da resmi yollarla ABD’ye girmiş olsaydı, bu bilgi daha sonraki beyanlarında da yer alırdı. Yani Torosyan, 1920 girişinde, doğru bilgi verip “1916’da girdim” demiş olsaydı, ileriki yıllarda da bu bilgiyi tekrar etmesi gerekirdi. Saklaması için hiçbir gerekçesi yoktur ve üstelik saklaması kendi aleyhinedir. Oysa Torosyan daha sonraki beyanlarında 1916 yılından hiç söz etmemiş ve giriş yılı olarak sadece 1920 yılını vermiştir. (C) ve (D) şıkları üzerine istediğimiz kadar spekülasyon yapabiliriz.
Burada spekülasyon yaparak konuyu uzatmak yerine elimizde var olan başka belgelere başvurmak daha doğru olur.[23] Torosyan’ın 23 Aralık 1920’de ABD’ye girdiği konusunda elimizde resmi bir kayıt zaten mevcuttur. Bunun dışındaki belgeler şunlardır: Birincisi,1930 nüfus sayımı bilgileridir. Bu sayımda Torosyan, ABD’ye giriş yılı olarak 1920 yılını vermektedir.[24] (Bakınız Belge 2) Eğer 1920 yılında girişi sırasındaki el yazısı (1916 girişi) doğru olsaydı, Torosyan’ın 1930 yılında da aynı bilgiyi tekrar etmesi gerekirdi. Aksi, girerken doğru bilgi veren Torosyan’ın, 1930’da yalan söylediği anlamına gelir ki bu hiç inandırıcı değil.
Belge 2: 1930 Nüfus Sayımı, Torosyan 40’ıncı sıradadır.
Elimizdeki ikinci ve asıl önemli belge, Torosyan’ın Amerikan vatandaşlığına başvuru sırasında, Çalışma Bakanlığı tarafından kendisine verilmiş, ülkeye giriş tarihini resmi olarak gösteren belgedir. Bakanlık, orijinalini yayınladığımız bu belgede, kendi ellerindeki kayıtlara göre de Torosyan’ın 23 Aralık 1920’de ülkeye resmen giriş yapmış olduğunu bildirmektedir. Belgenin veriliş tarihi 11 Ekim 1930’dur.[25] (Bakınız Belge 3)
Belge 3: Çalışma Bakanlığının Resmi Giriş Belgesi
Aslında Amerikan Çalışma Bakanlığı’nın Sarkis Torosyan’ın ülkeye 23 Aralık 1920’de girdiğine ilişkin verdiği bilgi ile bu konuyu kapanmış sayabiliriz. Fakat ben elimde olan bir başka belgeye daha başvurmak istiyorum. Bu belgenin önemi şuradadır ki, belge sadece 1916 giriş tarihinin yanlış olduğunu göstermekle kalmıyor ayrıca Torosyan’ın savaşlara ilişkin aktardığı bazı bilgilerin doğru olduğunu da gösteriyor. Sözünü ettiğim belge, Sarkis Torosyan’ın 1942 yılına ait askerlik yoklama kaydı ve sağlık karnesidir. (Bakınız Belge 4)
Belge 4: Askerlik Yoklaması Sağlık Karnesi
Yayınladığım belgede görülebileceği gibi sağlık raporunda, Torosyan’ın fiziki özellikleri aktarılır ve başının sol tarafında yara izi olduğu bilgisi verilir.[26] Bu yaranın nereden olduğunu tahmin edebiliyoruz. Torosyan, anılarında Romanya cephesinde iken, yaralandığını söyler ve “bir şarapnel parçası başımı sıyırdı”, der ve devam eder, “yere kapaklandım ve kafamın tuhaf bir vaziyette olduğunu hissettim. Korkunç bir ağrı çekiyordum. Yaradan fışkıran kan, gözlerimi örtüp üniformamın önünü kaplamıştı.” Bu iki bilgi birbiriyle uyuşmaktadır. Torosyan bir de tarih veriyor, 30 Kasım 1916.[27]
Tüm bu bilgileri bir araya getirdiğimizde, elimizdeki dört ayrı resmi belgeye dayanarak Torosyan’ın 1916’da Amerika’ya giriş yapmadığını ve Romanya’da savaşmakta olduğunu söylemekte bir mahsur yoktur zannederim.
"Yüzbaşı Torosyan’ın kitabının aklında kaldığı kadar, eksik–fazla, doğru–yanlış yaşadıklarının aktarılmasıdır” tezim çok basit bir temele dayanmaktadır. Anlattığı cephelerde bulunmamış bir insan tümen, karargâh, kolordu, komutanlar ve cephe detaylarını içeren bilgileri (doğru ve yanlışlarıyla) bu kadar detaylı anlatamaz, uyduramaz; kitaptaki kendi elinden çıkma savaş çizimlerini yapamaz, cephelerdeki resimleri çektiremez. Kitabın tamamlandığını bildiğimiz 1929 yılında, Torosyan’ın anlattığı cephelere ilişkin bu tür detay bilgileri ihtiva eden kaynakların mevcut olduğunu düşünmeye kalkmak bile saçmalıktır.
Eğer Halil Berktay ve Hakan Erdem gibi, Torosyan anılarının bir sahtekârın hayal mahsulü uydurma eser olduğunu kabul edersek; yine onların iddiası ile Everek’teki Ermeni Cemaat Okulu’na gittiğini “kesinlikle söyleyebiliriz”[28] dediğimiz orta bir tahsilli bir insandan şunları yapmasını bekliyoruz demektir:
1. Bir tek Çanakkale'ye değil, beş ayrı askeri cepheye ait takım, tümen, komutan isimleri de dâhil (doğru–yanlış) detaylı bilgileri bulması, öğrenmesi ve ezberlemesi; hatta bazı askeri operasyonların saatlerini bile sıralaması;
2. Cephelere ilişkin son derece detaylı çizimler yapması veya bunları bir yerlerden çalması;
3. Sahte belge üretmesi; sadece Enver Paşa imzalı metindeki resmi antetli kağıdı bulması yetmiyor. Enver’in imzasının neye benzediğini bilerek taklit etmesi de gerekiyor. Yine bunun gibi, Abdülkerim Paşa evrakını üretmek ve özellikle üstündeki sıcak mührü de yapmak zorunda.[29]
4. Kitapta 17 adet resimden 11 tanesinde Torosyan, asker elbiseleri ile değişik cephelerde ya tek başına ya da diğer askerlerle birlikte görülmektedir. Demek ki, Torosyan’ın askeri subay elbiseleri bulması ve Türkiye’de farklı cephelerde olduğunu da gösterebilecek resimler çektirmesi gerekiyor.[30]
5. Tüm hayatı boyunca “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” hastalığının belirtilerini gösterecek bir hastalığa sahip olması veya bilerek bu rolü oynaması;
6. Adana'da evlendiği karısına kim olduğuna ilişkin yalan söylemesi ve tüm ailesini bu yalanla sonuna kadar kandırmayı başarması; veya tüm aileyi özellikle kardeşlerini kendisiyle bu yalanı oynamaya ikna etmiş olması;
7. Çocuklarına geceleri “sahte” savaş hikâyeleri anlatması;
8. Tüm Ermeni çevrelerine hayatını ve savaş hikâyelerini anlatması; kitabı yayınladıktan sonra da konuşmalar yapması ve röportajlar vermesi...
Listemin eksiği var, fazlası yok... Tabii yukarıda saydığım noktalardan bazılarının geçerli olabilmesi için Louise Schreiber’in şahitliğini ve Ermeni diasporasında Torosyan hakkında çıkan yayınları ciddiye almak gerekiyor.[31]
Görüldüğü gibi, bir Ermeni okulunun 6’ıncı sınıfından terk bir boyacının, tüm bir hayatını sahte ve hayal mahsulü yarattığı bir kişilik için sadece bilgi ve belge bulması-üretmesi, stüdyolar bulup resimler çektirmesi yetmiyor. Bir de senaryo yazması gerekiyor; hatta senaryo yazması da yetmiyor, bunun da ötesinde bir ömür boyu bu senaryoyu oynaması gerekiyor. Ortadaki tablonun tuhaflığı için fazla bir şey söylemem gerekmiyor sanıyorum.
Ama bu tuhaflıktan kurtulmanın bir yolu var; torununun da aktardığı gibi Torosyan’ın aklında kaldığı kadarıyla kendi hayat hikâyesini anlatmış olduğunu kabul etmek. Renkli hayatı dışında, sıradan bir anı ile karşı karşıyayız.
Hakan Erdem’in kitabında, son derece önemli, temel bir mantıksal hata dikkat çekicidir. Kitapta Torosyan, elinde geniş imkanları olan, araştırma yapan, kaynak kullanan bir entelektüel gibi sunulmakta ve anılarını da esas olarak yaptığı araştırmalar sonucu kaleme aldığı ileri sürülmektedir. Hakan Erdem’in Torosyan’ı, tıpkı bir üniversite profesörü gibi, diasporada, elinin altında birçok imkânı olan, okuyan, araştırma yapan ve kitabını yazarken de kaynak kullanan bir entelektüeldir.[32]
Bu anlatıma göre, Torosyan yaşam savaşı, ayakta kalma kavgası vermiyor; rahat ve huzurlu bir ortamda, bizim akademisyenlerimiz gibi araştırmalar yaparak tarihi bir roman yazıyor ve üstelik Hakan Erdem’e göre bu iş için bolca vakti de vardır.[33] Hakan Erdem’in kitabı tamamıyla bu mantık hatası üzerine inşa edilmiştir. Louise Schreiber görüşmesi ve bilgileri ile birlikte “araştırmacı Torosyan” tezinin akademik ömrünün tamamladığını kabul etmek ve bu sayfayı kapatmak gerekir.
Başta Hakan Erdem olmak üzere tartışmada böyle bir hata niye yapıldı? Üç temel neden var gibi gözüküyor. Birincisi, yazının başında da bahsettiğim gibi, konunun bir milyonun üzerinde insanın imhası ile ilgili olduğunun tamamen unutulması ve soykırım bağlamından kopartılarak tartışılmasıdır. İkincisi, Türk akademi dünyasının, büyük kitlesel katliamlardan sonra, “sağ kalanların geçmişleri ile uğraşma tarzı olarak anı yazma” geleneğine çok yabancı olmasıdır. Üçüncüsü, ülkemizde egemen diaspora ve Ermeni imajıdır.
Torosyan’ın 1914–8 döneminde ailesi ve ulusu imha edilmiş bir topluluğun üyesi olduğu gerçeği bu nedenle yok sayıldı. Onun ve özellikle ailesinin büyük bir dramın kurbanı olduğu göz ardı edildi. Bu durum aslında, büyük kitlesel katliam ne demektir; bundan sağ kurtulmak ne demektir; diasporada hayatta kalma mücadelesi vermek ne demektir gibi son derece esasa ilişkin sorunlardan habersiz olmak anlamına gelir ki bu Türk bilim dünyası için büyük bir eksiklik olarak kabul edilmelidir.
Burada Yüzbaşı Torosyan’ın kitabını anlayabilmek için, soykırım sonrası yazılmış Ermeni anılarına ilişkin sınırlı bazı genel bilgiler vermek istiyorum. Bu anıların tamamına yakını akılda kalanların anlatılması üzerine kurulmuştur. Anlatanın hafızasına dayanmanın ötesinde kullanılan başka kaynak pek yoktur. Daha önce var olsa bile kişisel arşivler yok olmuş, insanlar tesadüfen hayatta kalmışlardır. Birçok durumda bir akraba ya da tanıdığa Ermenice (nadir bazı durumlarda Türkçe) aktarılan anılar, o akraba veya tanıdık tarafından İngilizceye kazandırmıştır. İngilizce bilememesi veya az bilmesi çeviriyi tam kontrol edememesi ve bazen ana hatıradan kaymalara yol açabilmektedir. Tarihlerde hatalar, isimleri yanlış hatırlamalar veya yer ve kişi isimlerini İngilizceye aktarırken yanlışlık yapılması bu anıların ortak özelliğidir. Ayrıca, birçok durumda anı sahibi kendi rolünü aşırı abartan bir dil kullanır.
Anı yazmanın önemli amaçlarından birisi, yazan kişilerin başına gelenleri gelecek kuşaklara aktarmak arzusu kadar, kendi içlerini boşaltma isteğidir de... Anı yazmak bir nevi terapi sayılır yazanlar için. Özellikle bu nedenledir ki, anı sahipleri, anılarını her ne pahasına olursa olsun yayınlamak isterler. Yaşanılan ülkede, konuya ilgi duyan bir kamuoyu bulmak zordur. Bu nedenle, örneğin ABD’de olduğu gibi, bu anıları basacak bir yayınevi bulmak hemen hemen imkânsız gibidir. Birçok durumda, insanlar yazdıklarını özel yollarla, bulabildikleri herhangi bir matbaada basar ve sadece tanıdıklarına, yakın çevrelerine dağıtırlar. Yayınevi bulunduğu nadir durumlarda ise, anı sahibi, baskı parasına ortak olma ve belli bir sayıda kitabı satın alma sözü verir. Araştırmacılar da dâhil, birçok kişinin bu tür anıların varlığından habersiz olmalarının nedeni budur.
Yüzbaşı Torosyan’ın kitabı, yukarda anlattığımız tarza çok uygun bir örnek teşkil eder. Hikâyesini Ermenice olarak anlatmış, eve gelen ve iyi İngilizce bilen bir hanım anlatılanları çevirip daktilo etmiştir. Nitekim burada belgesini yayınladığımız Yüzbaşı Torosyan’ın anılarının 1929 yılında Library of Congress’e teslim belgesinde de görüleceği gibi, kitabın Yüzbaşı Torosyan tarafından “görüldüğü ve anlatıldığı” gibi olduğu ifadesi yer almaktadır.
Belge 5: 1929 Library of Congress Teslim Belgesi
Torosyan’ın, Büyük Buhran yıllarında parası olmadığı ve yayınevi de bulamadığı için 1947 yılına kadar beklediğini anlıyoruz. 1954 yılında New York’taki hastane tarafından verilen ölüm belgesinde mesleğinin müteahhit olarak geçmesinden iş kurduğu ve para kazandığı sonucunu çıkartmak mümkün. Nitekim 1947 yılında Boston’da bulduğu yayınevi ile yaptığı antlaşmanın beşinci maddesine göre Torosyan kitabın basım masraflarına katılmayı kabul etmiş ve 1650 Amerikan doları ödeme sözü vermiştir. (Bakınız Belge 6) Elimizdeki makbuzlardan ise Torosyan’ın 1950 dolar ödediği anlaşılıyor. Yani, anlaşmada olandan fazla ödeme yapmıştır. Muhtemel ki eşe–dosta dağıtabilmek için kendi kitabını satın almıştır. Torosyan’ın yayınevine ödediği para, bugünün değerleri ile 20,000 dolar civarındadır ve bu oldukça büyük bir meblağdır.
Bu yeni bilgiler bize çok önemli bir şey hatırlatıyor. Tartışmalar boyunca, Torosyan’ın anılarını yazmasının en önemli nedenlerinden birisi olarak, onun para kazanmak, zengin olmak istemesini gösterenler oldu[34]. Oysa anlıyoruz ki bırakın zengin olmayı, Torosyan kendi cebinden, hem de anlaşmada yer alandan fazlasını ödeyerek kitabını bastırmıştır. Bunu yapmasının tek nedeni vardır ve bu soykırımda sağ kalan insanlarda gördüğümüz ortak bir duygudur; başına gelenleri başkaları ile paylaşmak arzusu. Torosyan savaşta yaşadığı travmanın etkisindedir ve yaşadıklarının bilinmesini istemektedir.
Ermeni Taşnak Partisi yayın organı Hairenik gazetesine verdiği bir röportajda söylediği şu cümle, içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi anlamamız bakımından önemli; “Benim kitabım Türklerin gerçek karakterini göstermeyi amaçlamaktadır. Türkler onlara verdiğim hizmetlere karşılık bana nankörlük ettiler. Bu benim onlara karşı dönmemin gerekçesidir.”[35]Amerika’da meşhur olmak veya para kazanmak arzusu gibi iddiaları ciddiye almak mümkün değildir.
Belge 6: Yayınevi ile yapılan antlaşma ve 5. Madde Hükmü
Amerika’da böyle bir pazar yoktur; yayınevinin bu denli yüklü bir para talep etmesinin nedeni de budur.[36]
1929 yılındaki taslak metinde, Torosyan’ın anlattıkları ile İngilizce metin arasında kaymalar olmuş mudur, olmuş ise nelerdir? Veya 1947 baskısı ile 1929 yılındaki metin arasında bir fark var mıdır, bu soruların cevabını galiba hiç bilemeyeceğiz. Tüm aramalarımıza rağmen bu metni bulamadık. Library of Congress’in, 1947 yılında kitap yayınlandıktan sonra kendisine teslim edilen daktilo metni imha etmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Aslında Torosyan bir konuda şanslı sayılmalıdır. Kitabı için bir yayınevi bulmasının ötesinde, dönemin Ermeni basını da kitabına ilgi göstermiştir. İngilizce ve Ermenice yayınlanan Hairenik, Baikar ve Mirror Spectator, Groong gibi gazetelerde kitabın ilanları çıkmış, kitap tanıtım yazılarına yer verilmiş ve Torosyan ile röportaj yapılmıştır. Örneğin Ramgavar örgütünün resmi gazetesi Mirror Spectator; Taşnakların resmi yayın organı Hairenik gazeteleri, kitap hakkında son derece olumlu tanıtım yazısı yayınlamışlardır. Hairenik ayrıca “olağanüstü bir insan” başlığı ile Yüzbaşı Torosyan ile yapılan bir röportaja yer vermiştir.
Tüm bu yayınlardan anlıyoruz ki, Taşnakların veya “Ermeni milliyetçi çevrelerin” kitabı yok saydıkları, “ütüledikleri”, görmezden geldikleri, hatta Torosyan’ın Osmanlı ordusunda savaştığı için dışlandığı gibi tezler tümüyle yanlıştır. Torosyan üzerinde tartışma yapan akademisyenlerin, ulaşılması son derece kolay bu malzemelere bakmadan, konu hakkında spekülasyon yapmaları kolay açıklanmayacak bir hatadır.[37]
Ana problem söylediğim gibi, tartışmayı soykırım bağlamından kopartarak yapmak, büyük kitlesel katliamlardan kurtulmanın ne demek olduğu konusunda en küçük bir bilgi sahibi olmamak ve hayatta kalanlarla en küçük bir empati kurma girişiminde bulunmamaktır. Buna bir de Ermeni diasporası hakkında bilgisizlik ve var olan güçlü ön yargıları eklemek gerekir. Artık görülmesi gerekiyor ki, akademisyenlerimiz, yukarıda saydığım hususları değerlendirmedikleri müddetçe, bu konularda bilimsel eser kaleme almamalıdırlar.
Görebildiğim kadarıyla, bir de ortada, bana göre tartışma konusu olmayan ve ama tartışma konusuymuş gibi gösterilen bir husus var: Torosyan’ın anılarının tarihsel kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağı. Halil Berktay, bazı yazılarında, bu hususun tartışmanın esas konusu olduğunu iddia etti. Ona göre, ben “Bu anı tarihsel kaynak olarak kullanılır”, diyormuşum ve kendisi de “Hayır, kullanılamaz” diyormuş. Benim açımdan tartışma bu değildir, hiç de olmadı.
Burada Torosyan tartışması itibarıyla bir hususun altının özel olarak çizilmesi gerekir. Bir anının uydurma ve hayal mahsulü olup olmadığı tartışması ile bir anının kaynak olarak nasıl kullanılabileceği birbirlerinden tamamıyla ayrı konulardır. Halil Berktay ve Hakan Erdem bu anının tümüyle hayal mahsulü ve uydurma olduğunu iddia ediyorlar. Bu durumda “tarihsel kaynak olarak kullanma” tartışmasını yapmanın zaten hiçbir anlamı yoktur. Çünkü böylesi bir tartışma, ancak ve ancak söz konusu anı, yaşanmış bir hayat hikâyesini aktarıyorsa yapılabilir. Buradaki kural da çok basittir; bir anı gerçek hayat hikâyesini aktarıyor olsa bile, bu onun doğrudan tarihsel bir kaynak olarak kullanılacağı anlamına gelmez.
Birincisi, bir anı kitabının bir bütün olarak tarihsel kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağı sorusu kendi başına anlamlı bir soru değil. Araştırmacı, konusu ve sorusuna bağlı olarak, herhangi bir anıdaki şu veya bu bilgiyi kullanabilir. Örneğin, Torosyan’ın Suriye çöllerinde Ermeni sürgünler hakkında yaptığı bir gözlemi kullanabilirim ama bir başka konuda söylediğini yanlış bulurum, kullanmam. İkincisi, herhangi resmi bir Osmanlı belgesine nasıl eleştirel gözle bakıyorsam, anıda kullanacağım bilgiye de aynı eleştirel gözle bakarım. Taraf’taki yazımda bunu aynen böyle de yazdım.
Anıların nasıl okunması ve nasıl kullanılması gerektiği sadece soykırım araştırmaları açısından değil, genel olarak sosyal bilimlerde son derece ciddi bir sorundur ve konunun boyutları, burada tartıştığımız sınırların ötesine taşar. Özellikle Holocaust ekseninde de gözlediğimiz gibi, başlangıçta tarih bilimi anılara oldukça soğuk ve uzak durmuştur. Daha çok psikoloji ve sosyolojinin ilgi alanı olan anılar, özellikle sözlü tarih alanının yeni bir bilim dalı olarak gelişmesi ile birlikte tarihçiler açısından da önemli bir kaynak olarak değerlendirmeye başlanmıştır.[38]
Tartışmaya katılan diğer akademisyenlerle aramdaki fark şudur ki, Ermeni soykırımı öncesi ve sonrasına ilişkin anılar, 1990’dan beri benim doğrudan ilgi ve çalışma alanımdır. Tez hocam Vahakn Dadrian ile daha konu üzerine çalışmaya başladığım 1990’lı yılların başlarında, uzun tartışmalarım olmuştu. Dadrian, bana, Ermeni anılarının önemi ve ama onların kullanılmasında dikkat edilmesi gereken hususlar konusunda uzun tavsiyelerde bulunurdu. Anılarda, tarih, yer, isim vb. daima sorunludur. Kişiler genel olarak kendi rollerini fazla abartırlar. Bu nedenle verilen bilgilerin kesinlikle kontrol edilmeleri şarttır; paralel okuma gereklidir. Başka kaynaklardan teyit edilmedikçe doğrudan kaynak olarak kullanılmamasında fayda vardır vb. Bunlar bizim alanın kabul edilmiş kurallarıdır ve üzerinde tartışma bile gereksizdir. Dadrian’ın ve benim Ermeni soykırımı hakkında yazdığımız eserlere şimdi bir de bu gözle bakınız; kaynak olarak anılara fazla başvurmadığımızı göreceksiniz.
Fakat anılar hakkında burada söylediklerim, tarih yazımı açısından da fazla klasik bakış açısına denk düşer. Bu klasik bakış, anılara, “tek bir hakikati” ne kadar yansıttığı ve olgular ile tarihleri ne denli doğru verdiği noktasından yaklaşır ki artık bu bakış da yavaş yavaş aşılmaktadır. Anılar “tarihi hakikat” denilen şeyin tek olmadığı, çok daha karmaşık olduğunu bize hatırlatırlar. Yaşanan dramın “başka tarihlerinin” de olduğunu bize gösterirler. Anılar, bizi motive eden, bize ilginç sorular sordurtan ve yeni yollar gösteren kaynaklardır. Ayrıca dönemin insanlarının zihniyet dünyasını, neleri nasıl düşündüklerini ve nasıl yaşadıklarını anlamanızı sağlarlar. Torosyan anıları benim için böyle bir kaynaktır da.[39]
Tekrar etmekte fayda vardır; bizim tartışma konumuz bu değildir. Zaten, Cemil Koçak’ın “Eski Defterler” programında bu konu enine boyuna tartışılmış ve taraflar konu hakkında genel olarak mutabakat sağlamışlardı. Hakan Erdem’in kitabı ve Halil Berktay’ın köşe yazılarında dile getirdikleri ile tartışılan konu, Torosyan’ın palavracı olup olmadığı, anlattıklarını kendi hayat hikâyesi olup olmadığıdır. “Palavra ve uydurma” olduğu iddia edilen bir kitap üzerinden, bu kitabın tarihsel kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağı tartışması zaten yapılamaz.
Yüzbaşı Torosyan’ın anılarının, onun kendi yaşadığı hayat hikâyesi olup olmadığı tartışması bence artık son bulmalıdır. Anının, “tamamı hayal ürünü olan bir fantezi, bilimkurgu metni” olduğu; Torosyan’ın mezarı ve 6’ıncı sınıf mezunu olması dışında her şeyin sahte olduğu, Torosyan’ın 1916’da Amerika’ya gittiği bu nedenle tüm anlattıklarının palavra olduğu yolundaki tezlerin artık savunulacak hiçbir tarafı kalmamıştır. Benim için, Çanakkale savaşları üzerine yayın yapan bir sitede yer alan şu sözler, konuyu tartışabilmek için makul bir başlangıç noktası oluşturuyor; “Öncelikle şunu belirtelim ki, Serkis Torosyan’ı tümüyle yok sayıp, anlattıklarını tümden reddetmek objektif bir tutum olmaz. Serkis Torosyan, diğer gayr–i Müslim subay ve erler gibi Osmanlı ordusunda hakikaten yer almış, Çanakkale, Makedonya, Irak Filistin Cephelerine gitmiş olabilir. Ordu içinde astsubay da olabilir, teğmen de, yüzbaşı da.”[40]
Torosyan’ın bu cephelerde bulunduğunu ve başından geçenleri eksik–doğru yazdığını artık tartışmaların başlangıç noktası yapmamız gerekir.
Tüm tartışmada açıkta kalan, hiç konuşulmayan ve benim tartışmaya dâhil olmama neden olan ise, Osmanlı ordusundaki Hıristiyan askerlerin ve onların ailelerinin başlarına neler geldiği sorusudur. Tartışmaya buradan devam etmek hepimizin hayrınadır. Gerçekten, onlara ne oldu?
[1]Argus gazetesi, 20 Ağustos 1915 aktaran, Vahe G. Kateb, ‘Australianpresscoverage of theArmeniangenocide 1915-1923’, University of Wollongong, 2003, Basılmamış MA, 383.
[2] Elimde, Çanakkale’de esir alınmış Ermeni askerlerin aktardıklarına dayanılarak Anzak subayları tarafından, yazılmış, fakat henüz yayınlanmamış başka raporlar da mevcuttur.
[3] Anlatılanları ne kadarının doğru olduğu elbette ayrı bir tartışma konusudur. Önemli olan, bunun yaygın bir kanı olduğunun bilinmesidir. Bu durum belki bize, Çanakkale’yi bir kahramanlık destanı olarak değil, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Anzak, İngiliz ile, insanların imha edildiği bir mezbaha olarak ele alma imkanı verebilir.
[4] Hakan Erdem, Gerçek ile Kurmaca Arasında Torosyan'ın Acayip Hikayesi, (İstanbul: Doğan Yayınevi, 2012), bu farkında olmamaya verilebilecek en önemli örnektir. Bazılarını burada ele alacağım, son derece ciddi hatalarla dolu olan kitabın belki de en problemli tarafı dilidir. Tüm kitaba, başta Torosyan ailesi olmak üzere soykırımdan kurtulmuş insanları aşağılayan son derece alaycı bir dil egemendir. Kitabın başta Türk basını olmak üzere çok geniş bir çevre tarafından büyük beğeni ile karşılanmış olması da kendi başına ele alınması gereken bir sosyal vakadır. Burada şu kadarını söylemekle yetineyim ki, bu aşırı ilgi ve eleştirisiz kabul, Türk toplumunun kitlesel katliamlar konusundaki tutumunun bir göstergesi olarak da algılanabilir ve bu son derece vahim bir duruma işaret eder.
[5] BOA/DH.ŞFR., 53/334, Dahiliye Nezâreti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’nden (EUM)
Edirne, Erzurum, Adana, Ankara, Aydın, Bitlis, Basra, Bağdad, Beyrut, Haleb, Hüdâvendigar, Diyarbakır, Suriye, Sivas, Trabzon, Kastamonu, Konya, Mamuretülaziz, Musul, Van vilâyetleriyle Urfa, İzmit, Niğde, İçil, Bolu, Canik, Çatalca, Zor, Karesi, Kudüs-i Şerîf, Kale-i Sultâniye, Menteşe, Teke, Kütahya, Maraş, Eskişehir Mutasarrıflıklarına 13 Haziran 1915 tarihli şifre telgraf.
[6] Teorik olarak, yabancı ülke vatandaşı olmuş Ermeniler hem sürgünden muaf idiler, hem de onların mallarına el konulmuyordu. Fakat İttihat ve Terakki hükümeti 1869 Vatandaşlık Kanunu’nu gerekçe göstererek, Ermenilerin başka ülke vatandaşlığına geçmiş olmalarını tanımıyor ve bu insanların da mallarına el koyarak sürgüne, ölüme gönderiyordu. Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız; Taner Akçam Ümit Kurt, Kanunların Ruhu, Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012)
[9]JürgenHabermas, “Die Ütopiedesguten Herrschers,” in: Habermas, Kulturand Kritik (Frankfurt a.M., 1973), p. 386-7
[10]Elias Siberski, Untergrundund Offene Geselschaft, Zur Fragen der strukturellen Deutungdessozialen Phaenomens, (Stutgart, 1967), p. 51.
[11] Hakan Erdem, Gerçek ile Kurmaca Arasında Torosyan'ın Acayip Hikayesi, 228–29.
[12] Burada, “Enver’e şöyle dedim”, “Lawrence zaten şöyleydi” falan gibi anı yazarlarında görülen aşırı abartmaların olması, benim için üzerinde kafa yorulacak değil, üzerinde durulmayacak ayrıntılardır.
[13] Bu vesile ile Halil Berktay’ın Louise Schreiber ve dedesi hakkında sarf ettiği sözlerin (Taraf, 9 Ocak 2012) hiç hoş olmadığını söylemek istiyorum. Sonuçta birileri kendisi ve dedesi Halil Namık Bey hakkında da benzeri ithamlarda bulunabilir. Halil Berktay’ın söylediklerinin, artık çok iyi bildiğimiz terbiye sınırları ötesi üslubunun bir ürünü, maksadı aşan ifadeler olduğunu ümit etmek istiyorum. Çünkü bizden, dedesinin kendisine aktardıklarına inanmamızı ama Louise Schreiber’in anlattıklarını ciddiye almamamızı istemesinin Türkiye coğrafyasındaki çağrışımları çok kötü maalesef.
[14]Burada verilebilecek en ilginç örnek Auschwitz toplama kampından kurtulan bir kişinin anılarında, Auschwitz’deki ayaklanma sırasında dört fırının imha edildiğini yazmasıdır. Konu üzerine yapılan tartışmalarda, verilen bilginin “gerçekliğe uymadığı” ve bu nedenle “palavra” sayılması gerektiği yolundaki tezlerin konuyu kavramaktan uzak olduğu ve bu tür bilgilerin hayatta kalanlar için başka bir gerçekliğin ifade ediliş tarzı olduğu ileri sürüldü. [Tom Lawson, Debates on the Holocaust, (Manchester and New York: Manchester University Press, 2010), 284-5] Torosyan tartışmalarının Türkiye’deki sürdürülüş tarzı nedeniyle, bu tür tartışmaları yapma şansından oldukça uzağız.
[15] Bu konuda en ayrıntılı analizi Edhem Eldem yaptı. Eldem, her iki belgenin de aynı elden çıktığını, hem bazı kelimelerin yanlış yazıldığını, hem de Osmanlı bürokratik dilinde kullanılmayan ifadelerin kullanıldığını göstererek, belgelerin sahte olduklarını ileri sürdü. Edhem Eldem’e göre mühür ve antet de sahtedir, ve belgeler muhtemelen ABD’de üretilmişlerdir; bakınız; “Torosyan Belgeleri ve Sonrası”, Toplumsal Tarih, Şubat 2013. Muzaffer Albayrak, Abdülkerim Paşa’ya ait belgenin dilindeki hatalara dikkat çekmekle birlikte, “şahsi kanaatim sahte olduğu yönünde” diyerek daha dikkatli bir ifade kullanmayı tercih etti; bakınız; http://www.geliboluyuanlamak.com/415_Serkis-Torosyan-in-Tasdikn%C3%A2me-Belgesi-Uzerine-Bir-Inceleme-(Muzaffer-Albayrak).html Bu sitede, belgelerin sahteliği konusunda başka yazılar da bulunmaktadır.
[16] Burada, Osmanlı belgeleri konusunda uzman olan akademisyenlerimizin, belgedeki dil hataları ve standart yazıma aykırı ifade kullanımları konularında söylediklerini önemsemediğim gibi bir intiba vermek istemem. Aksine, bu bilgilerin son derece değerli olduklarını ve bir belgenin sosyal tarihini anlamamız açısından önemli ipuçları sunduklarını düşünüyorum. Öte yandan eklemek isterim ki, bu belgelerin sahteliği üzerine bir tartışma, eğer Genel Kurmay arşivlerinde mevcut olduğunu tahmin ettiğim benzeri nitelikteki harp belgeleri ile kıyaslama yapılmadan yapılırsa çok verimli olmaz ve doğru sonuç alınamaz. Salt bu nedenle bile bu arşivlerin tarihçilere açılması gerekir.
[17] Bunları sadece kağıtları kendi elimle tuttuğum için söylemiyorum. 1976’lı yıllarda, arkadaşlarıyla birlikte sahte mühür yapmak için oldukça fazla uğraşmış bir kişi olarak söylüyorum.
[18] Yüzbaşı Sarkis Torosyan, Çanakkale’den Filistin Cephesine, (yay. haz. Ayhan Aktar), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012), 136, 147.
[19]a.g.e., 149.
[20]Bryan Mark Rigg, Hitler'sJewish Soldiers: theuntoldstory of Nazi raciallawsand men of Jewishdescent in theGermanmilitary, (Kansas: UniversityPress of Kansas), 2002.
[21] Örneğin, 22 Haziran 1915’de İstanbul’da tutuklanan ve 26 Ağustos 1915’de, Çankırı’dan Ayaş’a götürülmek üzere iken yolda işkence edilerek öldürülen Dr. Rupen Sevag Çilingiryan, bazı Osmanlı belgelerine göre, affa uğramış ve serbest kalarak Ankara’ya yola çıkmıştır. [BOA/DH.EUM., 2. Şube, 10/73 20 L 1333, Kastamonu Valiliğinden Dahiliye Nezaretine 18 Ağustos 1331 [31 Ağustos 1915] tarihli telgraf.] Yusuf Sarınay’ın benzeri iddialarda bulunduğu makalesi için bakınız; “What Happened on April 24, 1915?: The Circular of April 24, 1915, and the Arrest of the Armenian Committee Members in Istanbul” International Journal of Turkish Studies, Volume 14, Nos. 1-2 Fall (2008): 75-103.
[22] Burada teknik bir bilgi vermek gerekir. ABD’ye girişler için kaynak olarak kullandığımız yolcu listeleri, gemilerin hareket ettiği limanlarda hazırlanırdı. Gemilere kaçak binerek ABD’ye girmek isteyenler, vardıkları limanlarda ayrı listelere kaydedilirlerdi. Torosyan’ın ABD’ye, bu iki listeye de kayıt edilmeden kaçak girdiğini ilan edecek birisinin ona bayağı uzun bir senaryo yazdırması gerekir ki bu gerçekten bizim konumuz değildir.
[23]Burada bir kısmını yayınladığım bu belgelere ulaşma konusunda büyük yardımlarını gördüğüm Mark Arslan, Janet Andreopoulos ve Louise Schreiber’e özel teşekkürü bir borç bilirim.
[24] Hakan Erdem, SarkisTorosyan ailesinin 1930 Nüfus sayımı bilgilerine sahip değil. Bunu bulamamış, ama bu son derece normal, çünkü nüfus memurları tüm ailenin soyadını Sarkis yazmış ve bu nedenle de Torosyan aramaları bir sonuç vermiyor. Aramanın Sarkis soy ismi ile yapılması gerekiyor.
[25] Bu resmi belge, 1916 girişi sırasında, Torosyan’ın isminin yanlıș yazılmış olabileceği ihtimalini de geçersiz kılmaktadır. Çünkü, örneğin Torosyan’ın eşi Celile’nin soy ismi 1920 yılında girişi sırasında yanlışlıkla Forossian yazılmıştır. Çalışma Bakanlığı, 1937 yılında, vatandaşlığa başvuran Celile’ye, ülkeye resmi giriș tarihi belgesi verirken, giriş sırasındaki ismini gene Forossian olarak yazmıştır.
[26] Hakan Erdem, kitabının belgeler bölümünde, Torosyan’a ait olduğunu iddia ettiği 1942 yılında yapılan Askerlik yoklaması ile sağlık kartını da yayınlamıştır. Onun yayınladığı belgede bu bilgi yoktur. Hakan Erdem bir talihsizlik eseri başka bir kişiye ait belgeyi Torosyan’a ait zannetmiş ve yayınlamıştır. Ve bu yanlış bilgilere dayanarak da, Torosyan’ın “al yanaklı–pembe tenli... (ve) çilli” olduğunu iddia etmiştir. (Hakan Erdem, Torosyan’ın Acayip Hikayesi, 297–8).
[27] İfadesinden, Torosyan’ın 28 Kasım 1916’da bașlayan saldırının 2. gününde yaralandığını anlıyoruz. Yüzbaşı SarkisTorosyan, Çanakkale’den Filistin Cephesine, 203–04.
[28] Hakan Erdem, a.g.e., s. 354.
[29] Polemik amacıyla değil, bilgi amacıyla söylüyorum. 1977 yılında, cezaevi firarım sonrasında Ankara’da, birçok arkadaşımla birlikte çok uğraştık ama Torosyan’ınkine yakın kalitede bir patates mühür bile yapamadık. Ayrıca, Torosyan’ın, bunca zahmetle ürettiği bir sahte belgeyi yayınlamaması da oldukça tuhaf. Yayınevi istemedi, kendisi koymak istemedi gibi spekülasyonlar elbette yapılabilir. Ama bu durumda, belgeleri ABD’de kendisine bir paye üretmek için yarattı argümanı çok zayıflar. Hem cebinden 20,000 dolar vererek kitap bastıracak, hem de onca zahmetle ürettiği belgeyi kitaba koymayacak; bu çok inandırıcı bir fikir gibi durmuyor.
[30] Belki bir şaka gibi ama Hakan Erdem Torosyan’ın resimleri Çukurova’da iken çektirdiğini iddia ediyor. “Mesela, bu subay kılığındaki fotoğrafları Kilikya’da bulunduğu zaman çektirmiş olabilir”, Hakan Erdem, Torosyan’ın Acayip Hikayesi, 348–349. Açık itiraf etmem gerekirse, bir tarihçinin bu tür bir iddiada bulunması elbette üzücüdür, ama belki daha üzücü olanı, kamuoyunun böylesi bir teze, sorgusuz sualsiz inanmasıdır.
[31] Bu noktada, Halil Berktay ve Louise Schreiber’in dedeleri hakkında aktardıkları bilgiler arasında kategorik bir ayırım yapmadığımı belirtmek isterim. Ne dede ne de torunların hangi ulusa mensup olduğu önemlidir.
[32]Hatta Hakan Erdem hızını alamayıp, Torosyan’ın okuduğunu zannettiği eserlerin listesini bile vermektedir. (Hakan Erdem, a.g.e., 262–263; 275).
[33]a.g.e, 345-46.
[34] Sadece bir örnek; Hakan Erdem, a.g.e., 305
[35]Hairenik, 27 Kasım 1947.
[36] Durum bugün bile farklı değildir. Hâlâ birçok anı kitabı özel imkanlarla basılmakta ve dağıtılmaya çalışılmaktadır. Bu tür anılar için ABD’de bir pazarın olduğunu düşünmek, üzerinde durulmayı bile gerektirmeyecek yanlış bir argümandır ve diaspora konusundaki bilgisizliğin basit bir göstergesi sayılmalıdır.
[37] Gelinen noktada, verdiğim bu bilgiler ışığında Hakan Erdem’in kitabında, Torosyan ve Diaspora konusunda tüm ileri sürülenlerin çökmüş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Sadece bazı örnekler; Hakan Erdem, a.g.e., 268, 270, 349.)
[38] Anıların Holocaust tarihi açısından anlamı ve yarattığı sorunlar konusunda oldukça fazla kaynak vardır. Konuya genel bir giriş sağlamak açısından bakınız; Lawrence L. Langer, Holocaust Testimonies, The Ruins of Memory, (New Haven and London: Yale University Press, 1991); Tom Lawson,a.g.e., 270-312; James E. Young, “Toward a Received History of the Holocaust”, History and Theory, Vol. 36, No. 4, (Aralık 1997): 21-43.
[39] Anıların tarih yazımında ne tür yeni perspektifler açtığı konusunda Tom Lawson’un eseri gerçekten önemlidir. Onun, özellikle, anılarda yer alan yanlış bilgi aktarımlarının bile aslında geçmiş hakkında bir tür hakikati yansıttığı konusunda ileri sürdüğü tez oldukça ilginçtir. Benzeri bir tez de, tamamıyla uydurma olarak yazılmış bile olsa, bazı anıların, üzerinde sessizlik hüküm süren bazı konuların tartışılmasına katkıda bulanabileceğidir.
[40]http://www.geliboluyuanlamak.com/index.php giriş, 10 Ocak 2013.
© Tüm hakları saklıdır.