Cumhuriyet muhabiri Ahmet Şık'ın "PKK/KCK, FETÖ/PDY ve DHKP-C'ye müzahir oldukları" iddiasına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanmadan önce hazırlıklarını sürdürdüğü kitabının Suriye'deki cihatçı gruplarla ilgili olduğu belirtildi. Tutuklu gazetecinin eşi Yonca Verdioğlu Şık, "Son dönemde Suriye’deki iç savaş nedeniyle Türkiye’nin de müdahil olduğu, Esad rejimine muhalif olduğunu söyleyen cihatçı gruplarla ilişkilerine dair bir çalışma yapıyordu" diye konuştu.
Ahmet Şık’ın tutukluğunun 100. gününde #Gazetecilerİçin100Adım (08 Nisan 2017)
Ahmet Şık, şimdi Cumhuriyet'in diğer yazar ve yöneticileri ile birlikte Temmuz ayında ilk kez hâkim karşısına çıkmayı bekliyor. Şık'ın tutukluluk sürecine ikinci kez tanıklık eden en yakın isimse eşi Yonca Verdioğlu Şık. Şık, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü günü vesilesiyle DW Türkçe’nin sorularını yanıtladı. Yonca Şık'ın verdiği cevaplar şöyle:
Eşinizle ne sıklıkla görüşüyorsunuz?
Ahmet’le haftada bir kez, bir saat ses geçirmeyen bir camın arkasından telefonla görüşebiliyorum. Benim dışımda bir de sadece birinci derece yakınları, yani anne, baba, kardeş ve çocuk görüşebiliyor. İki ayda bir de açık görüş yapıyoruz. Yani arada cam olmadan bir masada karşılıklı oturup konuşabiliyoruz. Başında ve sonunda sarılabiliyoruz. İki haftada bir yine sadece birinci derece yakınları olan aile üyelerinden üç kişi ile 10 dakikalık telefon görüşmesi yapabiliyor ama aynı gün her üçünü arayamıyor. Bu üç kişiden sadece biriyle görüşebiliyor.
Eşiniz ikinci kez cezaevinde. Neler hissediyorsunuz?
Ahmet daha önce 2011’de tutuklanmıştı. Bu ikinci tutuklanması. İnsanlar alışmış olabileceğimiz, bunun hayatımızı kolaylaştırabileceği anlamında sözler söyleyebiliyor bazen bana. Oysa insan buna alışmıyor. Alışılacak bir şey değil bu. Evet, böylesi bir durumla ilk defa karşılaşanlara göre biraz daha tecrübeli oluyorsunuz ama insani hiç bir şey barındırmadığı için asla alışmıyorsunuz. Kaldı ki Ahmet’in 2011’deki 13 aylık tutukluluğundan çok daha zor şimdi koşullar. Ahmet’in de daha önce dediği gibi “Türkiye’de cezaevleri birer ezaevi” olarak, tutuklunun kendisini aşan ve tüm yakınlarını da içine alan, doğrudan etki eden birer kötülük aygıtı. Tam adıyla; Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu bir toplama kampını andıran kocaman bir kompleks ve siz oraya adımınızı attığınız andan itibaren size sadece hayatı zorlaştırmak, bir insan olarak hayatla başa çıkmak için bildiğiniz tüm bilgi ve değerleri yok saymak üzere konmuş kötücül kurallar bütünüyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Silivri dışında bir cezaevi görmediğim için orasını esas alarak söylüyorum; diğer cezaevlerinin daha iyi olabileceği ya da sadece Silivri’nin kötü olduğunun anlaşılmasını istemem. Sonuçta başka pek çok cezaevinde de insanları açlık grevlerine kadar götüren kötü, keyfi uygulamalar olduğunu biliyoruz.
Eşinizin fiziki-psikolojik durumu nasıl?
Bir insanın belli bir süreyi orada geçirdikten sonra sağlıklı kalması çok zor. Ahmet Silivri’de 9 no.lu cezaevinde kalıyor ve burada her tutukluya olmasa da Ahmet dâhil pek çoğuna ağır tecrit uygulanıyor. Tecrit bir insanlık suçu. Hem fiziksel ve hem de psikolojik olarak kalıcı hasar vermek için tasarlanmış bir uygulama.
Ahmet’in sağlığı açısından şimdilik bir sorun yok, psikolojisi de iyi. Bu kadar haksız ve alçakça bir şekilde tutuklanmış olması, iddianame demeyi içinizin kaldıramayacağı, bir hukukçu için utanç verici o doküman, gazeteciliğin bugün itibariyle yapılış şekli vs. onu elbette çok öfkelendiriyor. Bu öfkeyle beraber haklı olmanın verdiği güç onu diri tutan bir duygu diye düşünüyorum. Yine de ne kadar güçlü olursa olsun bu sürecin bir an önce son bulması gerekiyor.
Cezaevindeki koşulları nasıl değerlendiriyor? En çok eksikliğini duyduğu neler?
En çok kızımızı özlüyor elbette. Özgür olmak, gazetecilik yapmak isterdi; görüşmeye gittiğimizde bir süre sonra bize hangi haberin nasıl yazılması gerektiğini, çok önem taşıyan konuların neden haber olarak gündeme getirilmediği gibi konuları anlatmaya başlıyor heyecanla. Umarım kısa sürede çıkar ve bu soruyu ona sorarsınız.
Ahmet üç kişilik bir koğuşta kalıyor. Bu koğuşta kaldığı kişilerden biri kendi avukatı Bülent Utku. Haftada bir saat yakınları ile görüş ve bir saat avukat görüşü haricinde birbirleri dışında kimseyi görmüyorlar. Bana bir görüş sırasında; “Sen şimdi gideceksin, beni de koğuşa götürecekler ve o koğuş kapısı 7 gün boyunca açılmayacak” demişti. Her koğuşun 7 adıma 4 adım büyüklüğünde kendine ait bir avlusu var. Avlunun etrafı 7 metrelik duvarlarla çevrili ve üstleri bile dikenli tellerle çevrilerek kapatılmış. Yani gökyüzünü bile arada teller olmaksızın göremiyorlar.
Savunma hakkının da tamamen ortadan kalkmış olduğunu söyleyebiliriz. Tutuklular avukatlarıyla haftada sadece bir saat görüşebiliyor. Bu görüşmeler de bir infaz koruma memurunun gözetiminde, kamera kaydı alınarak yapılabiliyor. Avukat ile görüşme süresinin bu kadar kısa olması görüş alışverişinde bulunmalarını ve bir savunma hazırlamalarını imkânsız kılıyor. Avukat ile yaptığı ve kayıt altına alınan görüşmeler cezaevi yönetimince incelenebiliyor.
İlk defa geçen hafta kendisine teslim edilmek üzere kitap götürebildim ancak üzerinde en fazla 10 kitap bulundurabiliyor. Mektup alması ve göndermesi yasak ve bu yasak hiçbir yasal gerekçeye dayanmıyor, bütünüyle keyfi bir karar. Tutukluların yazdıkları herhangi bir yazıyı da dışarıya iletme olanakları yok. Aslında ihtiyacı olan giysileri vermemiz bile sorun oluyor.
Eşiniz daha önce de gözaltına alındı ve 13 ay cezaevinde kaldı. O dönem Gülen yapılanmasına yönelik yazdığı "İmamın Ordusu" adlı kitap nedeniyle tutuklandığı uzun süre konuşuldu. Şimdi ise Gülen yapılanmasının tasfiye edildiği, sempatizanlarının bile soruşturmalara maruz kaldığı bir dönemde yine tutuklandı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye uzun zamandır bir hukuk devleti, hatta bir kanun devleti bile olmaktan çok uzak. Yargının bağımsız, tarafsız ve adil olduğundan söz edebilmek artık imkansız. Gazeteciler ve siyasetçilerin hangi gerekçelerle tutuklandıklarını anlamak da mümkün değil. Kaldı ki, “Neden tutuklandılar?” sorusu bu bağlamda o hukuksuzluğu yeniden üretecektir. Tutuklu gazetecilerin, iktidara muhaliflerin birer siyasi rehine olduklarının herkes farkında. Geçmişte AKP hükümeti ve Erdoğan’ın kendisi Gülen cemaati ile el ele büyük bir coşkuyla insanların canını yakıp yığınla hukuksuzluğa imza atarken Ahmet bir gazeteci olarak bu haksız ve hukuksuz uygulamaları deşifre ediyordu.
Dolayısıyla Ahmet’in yazdığı haberler ve attığı tweetler nedeniyle gözaltına alınıp “FETÖ” propogandası” suçlaması ile tutuklanması, sadece gazeteciler arasında değil, kamuoyunun önemli bir kesiminde ki buna bazı AKP milletvekilleri de dâhil, itirazlara neden oldu. Kimseyi buna inandıramayacaklarını onlar da biliyorlar fakat sadece gazetecilik yaptığı için tutuklanan bu insanlar üzerinden bütün bir topluma “Susun, görmeyin, duymayın, işimize karışmayın” mesajı vermek istiyorlar.
Eşiniz gözaltına alınmadan önce bir kitap ya da proje üzerinde çalışıyor muydu?
Ahmet 28 yıllık bir gazeteci ve gazeteciliği tutkuyla yapan, gazetecilik hayatını hak odaklı habercilikle geçirmiş biri. Özellikle devletin yurttaşına yönelik şiddet ve haksızlıklarını, hukuksuzluklarını araştıran bir gazeteci. Bu bağlamda elbette üzerinde çalıştığı pek çok dosya ve bir de kitap vardı.
Son dönemde Suriye’deki iç savaş nedeniyle Türkiye’nin de müdahil olduğu, Esad rejimine muhalif olduğunu söyleyen cihatçı gruplarla ilişkilerine dair bir çalışma yapıyordu.
Eşinizin tutuklanıp cezaevine girmesinden bu yana nasıl tepkiler aldınız? Size yönelik tehditler var mı? Tedirgin misiniz?
Ahmet tutuklanmadan önce tehditler alıyordu. Tutuklandıktan sonra sosyal medyada bazen bir takım tatsız paylaşımlara denk geliyorum yine. Bu ülkede gazetecilerin başına pek çok kötü şey geldi ve geliyor. Bazı arkadaşlarımızın beni Türkiye’de gazeteci öldürmenin bir derin devlet geleneği olduğunu anımsatarak ikaz ettiği de oluyor.
Türkiye’yi terk etmeyi düşündünüz mü?
Özellikle son dönemde Türkiye’de yaşayan büyük bir kesimin kafasından geçen “B” planı yurt dışına gitmek. Ne Ahmet, ne kızımız, ne de ben evimiz dışında bir yerde yaşamak istiyoruz ancak dünyanın haline baktığımızda yarının ne olacağını hiç kimse bilemez. Hiç kimse için ellerinde poşetler bir gün sınır tellerinden geçmeye çalışmak zorunda kalmayacağının garantisi yok. Ancak bizim şu an için yurt dışına gitmek gibi bir planımız yok.
3 Mayıs Basın Özgürlüğü Günü’ne dair nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Bu ülkede basın hiçbir zaman özgür olmadı. Vicdanını devre dışı bırakmadan, meslek etiğine ihanet etmeden işini yapmaya çabalayan az sayıda gazeteci oldu hep ama basın özgürlüğünden söz etmek olanaksız. Bu kadar gazeteci tutuklanmışken, medya bütünüyle iktidarın propaganda aygıtı haline dönüşmüşken Basın Özgürlüğü Günü’nde medya patronlarının ve yöneticilerinin, hükümet üyelerinin kutlama mesajları vereceği bir ülke ne anlatır size acaba?
Neler yaşandı?
Ahmet Şık 2011 yılında Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındığı sırada en çok, "Dokunan yanar" cümlesiyle hafızalarda kalmıştı. Şık Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınsa da asıl nedenin o dönem üzerinde çalıştığı kitap olduğu mesajını veriyordu. Şık'ın "İmamın Ordusu" adını vermeyi planladığı kitap, devlet içindeki Gülen yapılanmasını mercek altına alıyordu. Şık 13 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Ve kitabı, "Dokunan Yanar" adıyla yayımlandı.
Şık, 30 Aralık 2016'dan bu yana yeniden Silivri Cezaevi'nde. İlk sorgusunda tam da Gülen yapılanmasının propagandasını yapmakla suçlanması toplumun geniş kesimlerinde yoğun tepkilere yol açtı. Sonrasında hakkındaki dosya Cumhuriyet Gazetesi yazar ve yöneticileri hakkında hazırlanan dosya ile birleştirildi. İddianamede 'Gülen yapılanmasının propagandasını yapmak' suçlaması yer almadı. Savcı Şık’ın "PKK ve DHKP/C silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte yardım etmek” suçundan 7.5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmasını istedi.